hourSON DAKİKA
left-arrowright-arrow
weather
İstanbul
down-arrowup-arrow

    Ermeni tehciri üzerine cesur bir roman

    Ermeni tehciri üzerine cesur bir roman
    expand

    “Çankaya’nın Duvaksız Gelini Fikriye” kitabıyla tanınan şair – yazar Halil İbrahim Özcan son romanı “Küller Arasında&Acının Terazisinde İki Halk: Türkler ve Ermeniler”i CNN TÜRK editörlerinden Reyhan Yıldız’a anlattı.

    Bir önceki romanın “Çankaya’nın Duvaksız Gelini Fikriye”ydi. Fikriye yakın tarihimizin en ilgi çekici kadınlarından biri, bir o kadar da bilinmeyeni. Şüpheli intiharı ve hakkındaki bildiklerimizin çok yetersiz oluşu, neredeyse 100 yıl önce ölmüş bu kadına bugün de yaklaşmayı tehlikeli kılıyor. Şimdi yine yakın tarihimizin en yakıcı meselesini konu alan bir romanla karşımızdasın, neden?

    Fikriye Hanım bende tarihte kalmış ama yaşadığı zaman içinde derin izler bırakmış bir hüzünlü kadındı. Tarihle aram iyi sayılır. Öyle olaylar vardır ki hep üstü örtülür ve geriye sırlar içinde hayatlar kalır. Bu hayatlar yaşanıldığı tarihleriyle birlikte beni içlerine çekerler. Fikriye Hanım’ı yazmayı düşündüğümde de öyle olmuştu. Çekip Yunanistan’a gitmiştim, yaşanılan yerleri görmeye. İttihat Terakki’nin kurulduğu yerleri, taşları, o toprakları, o tarihi zamanın izinde yaşayabilmek için. Bana çok şey öğretmişti o yolculuk. Sonra dalmıştım Fikriye Hanım’ın o hüzünlü hikayesini yazmaya.

    Sezerek, hissederek cümleler kurulmuştu, bazen de sert. İntihar etmediği aşikardı, bunu açıklayacaktım. En nihayet, tarihi geriden, yani yaşadığınız zamanın içinden var olan gerçekler ışığında takip edebiliyorsunuz. Evet benim kitabımdan bir yıl sonra yayımlanan “Atatürk’ün Kütüphanecisi Nuri Ulusu’nun Hatıraları” adlı kitap yayımandığında da gördüm ki; benim sezgilerim, okuduklarım ve karşılaştırmalı okumalardan çıkardıklarım doğru imiş yani sırlar içindeki bir ölümden öteye tekabül ediyormuş.

    Biliyorum tehlikeli sulara girmekti bu romanı yazmak. Ermeni sözcüğünün geçtiği her yerde mutlaka bir huzursuzluk doğuyordu. Ben bu kitabı yıllar önce düşünmüş, notlarımı almaya başlamıştım. Hatta Fikriye’den önce yazmaya başlamıştım. Hrant öldürüldüğünde de bu kitabı yazmak bir bedelse bedel olarak düşünmeye başlamıştım. Bu topraklar üstündeki insanların birbirlerinin yüzüne bakarken yaşanan acılardan haberdar olmaları gerektiğini düşündüm. Uzun bir tarih değil ardımızdaki kan gölü, sürgün ve acılar… Genç kuşakların bunların  farkına varmasını istedim. İnsan olmanın o kadar da kolay olamadığını ve bunu gerçekleştirmenin de ancak anlamaktan geçtiğini…

    Fikriye’de ve Küller Arasında’da resmi tarihle örtülen gerçekleri sezgilerle anlamak ve bunlarla bir parça da olsa yüzleşmek adına bu tehlikeli sulara daldım. Zor oldu, hem de çok zor. Günlerce yeni bulduğum belgeler karşısında şaşırıp kaldım ve çok acıların yaşandığını gördüm. Acıların üstü örtülmeye çalışılmış ama görüldüğü gibi nafile.

    Sindirilmiş bir korku dünyası yaratılmış. Bu dünyanın kapılarını birazcık da olsa aralamak istedim. Hepsi bu…

    Tarih kitaplarımız hep aksini söylese de bugün artık Ermenilerin İstanbul ve Ankara dahil olmak üzere Anadolu’nun her yerinden tehcire gönderildiklerini biliyoruz. Romanın için Adana ve civarını seçmenin özel bir nedeni var mı?

                               
    Yaşadığım bölgede tehcirle ilgili çok şeyler duymuştum. Beni hep çeken bir şey vardı bu hikayelerin içine. Çok sevdiğim çocukluk hatıralarımın arasında kalan Gavur kızı Kezban akrabalarımızdan. Sonra 12 Eylül karanlığında kaçmak zorunda kalmıştım ülkemden. Sonrası Güney, Suriye, Golan etekleri, dağlar… Oralarda yaşarken Beyrut’ta yaşlı bir Ermeni ile tanışmıştım, sarılıp birlikte, omuzlarımızda ağlamıştık. O Adana sürgününden kurtulanlardan birinin çocuğuydu. Ağlarken kırık dökük Türkçesiyle bana “Hiç aklıma gelmezdi, soyumu tüketen bir soyun çocuğunun omzunda ağlıyorum.” diyordu. Uzun hikaye, daha fazla anlatmayacağım.

    Sonra ben oraları biraz bilirim yani. Torosların iki yanını da. Eğer romanı daha başka bölgelere dağıtarak yazmaya kalkışsaydım sanıyorum bunu ömrüm boyunca yazamazdım. Çünkü yara hala kanıyor. 78 yaşındaki dayım bana bir şeyler anlatırken yarım yamalak ağızdan, bir yanda da “Yeğenim bunları anlatıyorum sana ama bunları olduğu gibi yazma, yoksa sana soykırımı savunuyorsun diye ceza verirler. Yetmedi mi onca yıl yattığın hapisler?” derken gözlerinden yaşlar akmaya başlamıştı. Hala hayatta kendisi. Sarkis Çerkezyan Lületaşı Sokak’taki evinde, yatağının üstünde atçı Parsığ’ı anlatırken sanki onunla birlikte Ali Dağı’nın eteğinde at koşturuyor gibiydi. Romanı ona anlatırken heyecanlanmış, benim gibi Talaslı olan Vahakn N. Dadrian’a telefon etmişti. Toprağı bol olsun Sarkis Babanın.

    Sonra sonra eşkıya çekerdi beni. Onları yazmak isterdim, o yörenin çok sayıda eşkıyası ve onların da bugün de dillerden düşmeyen hikayeleri, söylenceleri vardı. Eşkıyanın iyisi de kötüsü de anlatılır dururdu. Sonra bir öğreniyorum ki bunlar toplanıp Haçin’i yok etmek için bir araya geliyorlar.
    Sürgünden sağ dönenler zaten o kadar azlar ki… Ama gene de doğdukları toprak, direnmeyip ne yapacaklar? Gidecek yerleri mi kalmış ki? Herkes çullanmış üstlerine…

    Romanın hazırlık sürecinde epeyce tarih ve coğrafya çalışmışsın sanırım. Tam olarak nasıl “hazırlandın”?


    Öncelikle okumalardan başladım. Karşılıklı tarih okudum. İki tarafta da yazılanlarda abartılar vardı. Bu yetmedi. Yaşayan yani o günleri bilenlere ulaşmaya çalıştım. Çok şeyler duydum. Onları not ettim. Köylerde yattım. Defalarca Haçin’e yani şimdiki adıyla Saimbey’e gidip geldim. Bitki örtüsünü, iklimi yerinde yaşadım. Fotoğraflar çektim. Okuduklarımla karşılaştırdım bunları. Kafilelerin tehcire götürüldüğü derelerden geçtim. Dereler, kanlı dereler…

    Arka kapaktaki bir ifadeye takıldım: “Bu kitap, Türkler ve Ermeniler arasında yaşanan olayları, her iki tarafı da ne överek, ne de yererek tarafsız bir bakış açısıyla siz okurlarımıza sunmaktadır.” Niye böyle bir ifadeye gerek duyuldu? Taraf olmak çok mu kötü ya da tarafsız olmak şart mı tarihe bakan bir roman yazmak için? Taraf olarak da çok iyi bir tarihsel roman yazmak mümkün olmaz mı? 

    Bana göre her yazar aydın olarak taşıyıcı zihne değil müdahaleci zihne sahip olmalıdır, ben böyle düşünürüm. Öyle olunca da elbette bir tarafsızlık söz konusu olamaz fakat bir yazar olarak da yazdıklarınızda adalet duygusu yani vicdan söz konusu olduğunda kalemin doğru yerde cümle kurabilmelidir. Zordur bu biliyorum.

    Daha çok yazılacak biliyorum… dedim ya, yara hala kanıyor…

    Yer adlarının yeni hallerini de dipnotlarla vermemiş olmandan kasıt, meraklı okura zulmetmek mi, yoksa onları “araştırmaya sevketmek” gibi ulvi bir amacı mı var?

    Yer adlarını yeni adlarıyla bilerek vermedim çünkü tarihte yüz yıl fazla bir zaman değildir. İnsanlar birazcık merak etmeliler ve yaşanılanlar karşısında yüzleşmenin acısını da yaşasınlar bir. Dünyada yalnızca kendilerinin ol(a)madığını, başkalarında yaşama hakkının olduğunu görsünler istedim. Uzak değil yaşanılan acılar…

    1915 Tehcir Kanunu'yla Haçin'den sürgüne gidenlerden bir kısmının 1918'de yeniden Haçin'e dönmelerini ve döndükten sonra yaşadıklarını anlatıyorsun. Haçin’i bir kenara bırakırsak, Anadolu’da başka yerlerde de tehcir sonrasında, önceden yaşadıkları yere dönebilenler var mı?   


    1918’de yeniden dönebilecekleri kararı çıktığında zaten göç yollarında az sayıda Ermeni hayatta kalabilmişti. Ölüme sürüldüğün diyarlara dönmek öyle kolay değildi. Ama Fransızların desteği vardı, Anadolu’daki işgalin de ortaya koyduğu bir ortam vardı. Geriye gelinebilir bir ortam varmış gibi görünüyordu. Öyle oldu. Ama çok az insan dönebildi. Çöllerde doğan çocuklardan da dönenler oldu, hatta yaşayabilenler. Onların soyadlarından biri de “Çölden”dir. Ne acı değil mi?


    Türkiye ve Ermenistan halkları açısından bakarsak “bu kadar yakınken böylesine uzak olmak” son 150 yılın kısır döngüsü. Bu döngüyü  kırmakta edebiyatın ve edebiyatçının nasıl bir işlevi olabilir sence?  


    Ermeniler hakkında yazılanlar üstüne hemen cezalarla koşuyor hakimler her ne hikmetse. Yani daha diller çözülmedi. İnsanlar otokontrolle yazıyorlar. Dillerde zincir var. Bunu ben kendimden biliyorum. Bunu söylüyorum bak. Cezadan korkmak değil de başka bir şey bu. Örneğin Ermeniler konuşmadılar pek. Dilleri lal hala. Diasporadan konuşanların da abartıları görülüyor bazen.

    Edebiyatçılar tarihçilerden önde gidiyor olaylara ışık tutarken. Resmileştirilen tarih gerçeği yansıtmıyor. Hele hele o ağıtlar yok mu, göç yollarında yakılan ağıtlar; insanın içine işliyor kendini tutamayıp ağlıyorsun.

    Kolay mı paskalya kutluyorsun ve bir de bakıyorsun ki her yan ateş içinde kalmış. Ya da tersi, tarlada çalışıyorsun dağdan inmiş Taşnak. Farketmiyor yani. Acının terazisi dediğim bu.

    “Gözyaşları içinde yazılmış çok cümle bulursunuz bu romanda.”

    İki taraftan kitaba dair ne tür eleştiriler geliyor?

    Herkes kendi gözüyle bakıyor sonuçta. Bu az bu çok diyenler oluyor. Olmaması da mümkün değil. Çok çalışılmış bir romandır bu. Elimden geleni yapmaya çalıştım. Gözyaşları içinde yazılmış çok cümle bulursunuz bu romanda.

    Tarihsel roman yazmanın zorlu ve keyifli yanları neler sana göre?


    Çok yoruyor insanı tarihi roman yazmak. Bir kere konuya hakim olabilmek için çok okuyacaksınız. Bu haz veriyor bana. Dokümanter çalışmak zorundasınız. Karşılaştırmalı tarih okuyorsunuz, yetmiyor. Konuşuyorsunuz, yetmiyor. Yaşıyorsunuz neredeyse o tarihi. Ağaçlarıyla, yiyecekleriyle, hastalıklarıyla, rüzgarı ve gökyüzü ile. Bu beni mutlu ediyor. Hemen hemen romandaki bütün mekanları yaşadım sayılır. Bu da bana sonsuz mutluluk verdi. Aslında bir tarihi roman nasıl yazılabilir diye bir makale yazmam gerekiyor belki de.

    Her ilk kitabın, adı öyle konmasa da yazarın yaşam öyküsünden izler taşıdığına inanılır. “İlk kitap yazarın kendi hayatıdır” denir. Senin hayat hikayen bu anlamda birçoğumuza göre zengin bir “malzeme” içeriyor. 80 öncesi örgütlü mücadelede yer alman, Suriye ve Lübnan’da kaçak yaşaman, Filistin kamplarında eğitim, Türkiye’ye dönüşte 10 yıl cezaevinde kalman, onlarca cezaevi dolaşman, işkence, açlık grevleri, küskünlükler, firar çabaları, idamla yargılanırken şartlı tahliye ile dışarı çıkıp tanınan bir şair- olman, bir de üstüne çok satan bir roman yazmış olman. İlk romanın Ejderha Yılları’nda 80’li yıllarda Filistin kamplarında geçen dönemi kısmen anlatsan da resmin bu haliyle çok eksik kaldığı söylenebilir. Niye kendi hikayeni yazmıyorsun. O öyküye “tarafsız” bir gözle yaklaşmak, 100 yüz öncenin tehcirine tarafsız bir gözle bakmaktan daha mı zor?


    İmza günlerimin birinde bir okur uzun uzun kitaptaki hayat hikayemi okumuş ve yüzüme bakıp “Sizin hayatınız daha büyük bir hikaye, bunun için kitabınızı alıyorum” diyerek kitaplarımdan birini alıp imzalatmıştı. Şimdi aklıma geldi o okur.

    Ne diyeyim, toprak altına düşen onca yoldaşım, arkadaşım varken susmak düşer bana bu konuda çünkü ben yaşıyorum hala.

    Uzun bir süredir PEN’in Hapisteki Yazarlar Komitesi’nin başkanlığını yürütüyorsun. Neler yapıyorsunuz bu komitede?

    Tam da demin anlattıklarımın olmaması için, yani düşünce ve ifade özgürlüğü için mücadele veriyoruz. Nerede bir bastırılmışlık var, özgürlükler adına orada, o baskıyı yaşayan yazarların yanında olmaya çalışıyoruz. Dillerin lal olmaktan çıkarılması için elimizden geleni yapmaya çalışıyoruz.
    Sıradaki Haberadv-arrow
    Sıradaki Haberadv-arrow