Biliyorum az sonra fırtına çıkacak. Kiremitlerin oluşturduğu çatı denizinde bir başıma kalacağım.
Tahta sandalımın içinde korkuyla denizin sakinleşmesini ve sonrasında sağ salim bir iskeleye yanaşmayı hayal edeceğim.
Bu defa da istemesem de sandalım iskeleye öyle hızlı çarpacak ki, kırıklar bırakarak uzaklaşacağım. Suçsuz da olsam, özür dilemek istesem de imkan bulamayacağım. Her yaklaşma denemem daha da fazla hasarlara sebep olarak büyük bir suça dönüşecek.
Şimdi koşarak uzaklaşmaya başladım, sandaldan karaya ayak basar basmaz. Rüzgarlı tepeden geçerken gördüm, masa hala oradaydı. Hani cebimden çıkardığım iskambil kağıtlarıyla üzerinde kuleler yapmaya çalıştığım tahta masa. Bir başına eskimiş, çürümüş iyice.
Bira içtiğimiz yere bir baktım, biraz hatıra kalmış orada. Sonra kırık dökük yığınlardan oluşan o garip binanın içinde, ilk bekar evimdeki eskiciden alıp toparladığım tahta elbise dolabına baktım. Çekmecelerinde iki üç fotoğraf gümüş çerçeveli ve bir kaç el yazısı mektup sayfası. Kim bilir kaç kez okunmuş? Elbise askıları dolapta boş, odalar boş.
Bir başka çekmecede eski sarı telefon jetonu bir adet. Geçmişte kalan sarı boyalı telefon kulübesindeki artık var olmayan telefonlar için. Yine de jetonu atıp arıyorum konuşmak için ama sözlerimi de unutmuşum artık. Neyse ki karşıdan gelen ses yok. Yine de canım sıkılmış, suyun kenarındaki ıslak kumlarda ayak izlerimi bırakarak yürüyorum. İlerideki bir evden muhteşem bir piyano melodisi duyuyorum. Emin değilim ama Rahmaninov diye aklımda kalmış. Kim acaba diye meraklanıp dertlenmeyeceğim bu defa. Sadece keyfini çıkaracağım müziğin.
Hemen yanındaki merdivenleri çıkıyorum. Burası terkedilmiş bir yazlık tesis. Havuzu boş, sadece kuru yapraklar uçuşuyor açık mavi seramikleri üzerinde.
Kenarda tahta bir sandalye, eski çay bahçelerindeki gibi. Plastik çirkin beyazlardan olmaması sürpriz aslında. Ve yazdan kalmış bir havlu buluyorum kurumuş duş musluklarının yanında.
Sandalyenin tozunu, üstünü kaplamış örümcek ağlarını siliyorum onunla.
Sırt çantamda sulu boyam, defterim var. Bir şişe de açılmamış suyum. Yandaki evden gelen müzik içimi ferahlatıyor. Kucağıma alıp defterimi keyifle çiziktiriyorum.
Bulunduğum yerden hiç kimse görmüyor beni ve sadece istediğim sesleri duyuyorum buradan şans eseri. Yine saklandım işte. Kimine göre kayboldum.
Kırmızı duvarlı istasyondaki, kırık iskeledeki, eski odamdaki, çatıların üstündeki gezilerimi sürdüreceğim ömrüm el verdiğince. Belki bir gün en yakınımdakilerin dışında kalan insanların da geziye bir ucundan katılmasına gönlüm razı olur.
Resimlerle düşünen biri olarak yazmaya kalktığımda da işte böyle oluyor.
Büyük bir keyifle kayboluyorum.
Biliyorum az sonra fırtına çıkacak. Kiremitlerin oluşturduğu çatı denizinde bir başıma kalacağım.
Tahta sandalımın içinde korkuyla denizin sakinleşmesini ve sonrasında sağ salim bir iskeleye yanaşmayı hayal edeceğim.
Bu defa da istemesem de sandalım iskeleye öyle hızlı çarpacak ki, kırıklar bırakarak uzaklaşacağım. Suçsuz da olsam, özür dilemek istesem de imkan bulamayacağım. Her yaklaşma denemem daha da fazla hasarlara sebep olarak büyük bir suça dönüşecek.
Şimdi koşarak uzaklaşmaya başladım, sandaldan karaya ayak basar basmaz. Rüzgarlı tepeden geçerken gördüm, masa hala oradaydı. Hani cebimden çıkardığım iskambil kağıtlarıyla üzerinde kuleler yapmaya çalıştığım tahta masa. Bir başına eskimiş, çürümüş iyice.
Bira içtiğimiz yere bir baktım, biraz hatıra kalmış orada. Sonra kırık dökük yığınlardan oluşan o garip binanın içinde, ilk bekar evimdeki eskiciden alıp toparladığım tahta elbise dolabına baktım. Çekmecelerinde iki üç fotoğraf gümüş çerçeveli ve bir kaç el yazısı mektup sayfası. Kim bilir kaç kez okunmuş? Elbise askıları dolapta boş, odalar boş.
Bir başka çekmecede eski sarı telefon jetonu bir adet. Geçmişte kalan sarı boyalı telefon kulübesindeki artık var olmayan telefonlar için. Yine de jetonu atıp arıyorum konuşmak için ama sözlerimi de unutmuşum artık. Neyse ki karşıdan gelen ses yok. Yine de canım sıkılmış, suyun kenarındaki ıslak kumlarda ayak izlerimi bırakarak yürüyorum. İlerideki bir evden muhteşem bir piyano melodisi duyuyorum. Emin değilim ama Rahmaninov diye aklımda kalmış. Kim acaba diye meraklanıp dertlenmeyeceğim bu defa. Sadece keyfini çıkaracağım müziğin.
Hemen yanındaki merdivenleri çıkıyorum. Burası terkedilmiş bir yazlık tesis. Havuzu boş, sadece kuru yapraklar uçuşuyor açık mavi seramikleri üzerinde.
Kenarda tahta bir sandalye, eski çay bahçelerindeki gibi. Plastik çirkin beyazlardan olmaması sürpriz aslında. Ve yazdan kalmış bir havlu buluyorum kurumuş duş musluklarının yanında.
Sandalyenin tozunu, üstünü kaplamış örümcek ağlarını siliyorum onunla.
Sırt çantamda sulu boyam, defterim var. Bir şişe de açılmamış suyum. Yandaki evden gelen müzik içimi ferahlatıyor. Kucağıma alıp defterimi keyifle çiziktiriyorum.
Bulunduğum yerden hiç kimse görmüyor beni ve sadece istediğim sesleri duyuyorum buradan şans eseri. Yine saklandım işte. Kimine göre kayboldum.
Kırmızı duvarlı istasyondaki, kırık iskeledeki, eski odamdaki, çatıların üstündeki gezilerimi sürdüreceğim ömrüm el verdiğince. Belki bir gün en yakınımdakilerin dışında kalan insanların da geziye bir ucundan katılmasına gönlüm razı olur.
Resimlerle düşünen biri olarak yazmaya kalktığımda da işte böyle oluyor.
Büyük bir keyifle kayboluyorum.