Biz televizyon gazetecilerini ve belgeselcileri yazarlardan ve "basılı yayın" gazetecilerinden ayıran belki de tek özellik var.
Bahsettiğimiz şeylerin illa ki görüntüsü olacak.
Grafik teknolojisi, arşiv vs. artık çok gelişti gerçi; iyi habere de haber merkezlerinin prodüktörleri muhakkak bir "şekil" yaparlar ancak eğer bulduğunuz haberin görüntüsü yoksa haber müdürünüze ve yayın yönetmeninize haberi kabul ettirmekte bir hayli güçlük yaşayabilirsiniz.
Eğer belgesel yapıyorsanız işiniz daha da zordur. Arşiv pahalı iştir.
Kameranın bulunmasından önceki bir dönemle ilgili çalışıyorsanız zaten yandınız. Çünkü dokü drama daha da pahalıdır.
Eğer o döneme ait elle tutulabilir objeler de yoksa, yani Mimar Sinan'dan bahsedereken yaptığı camileri ve su yollarını kullanabilirsiniz ama ya Haçlı Seferleri'ni anlatacaksanız, hepten bittiniz.
İşte bu yüzden işin erbabı her zaman der ki "yazdığın metnin, yaptığın haberin illa ki görüntüsü olacak."
Ustalardan bize kalan düstur budur. "Gerekirse metin yazılmaz, sadece görüntü kullanılır."
Görüntüye göre metin yazmak, görüntü ile paslaşarak hikaye anlatmak artık işin en tepe noktasıdır. Bunu iyi yapıyorsan, bu iş tamamdır.
İzleyenine hikayeni şüphesiz en iyi "göstererek" anlatırsın. O'nu kendi dünyasından alıp, başka bir dünyaya ancak böyle taşırsın.
Sanırım yazarken de böyle...
Yaşar Kemal ya da Sholokhov değilsen, kimse kusura bakmasın ama tasfir konusunda şövalyece değil; aksine, alçakgönüllü bir tavırla çalışmak gerekiyor.
Her işte olduğu gibi bu da zaman alıyor.
İyi göz, iyi araştırma tabii ki işin temeli.
Ama insan bazen ne kadar kitap karıştırırsa karıştırsın bahsettiği şeyi görmek, dokunmak, koklamak, hissetmek istiyor.
Duygusunu yaşmazsa, izleyenine, okuyucusuna bunu aktaramayacağından endişe ediyor. Özellikle tarih anlatırken.
Şanslıyız ki İstanbul'da bu konuda yardımımıza Rahmi M. Koç Müzesi koşuyor. Haliç'te, kentin tam ortasında bir zaman tüneli.
İçerisindeki objelerin, modellerin hemen hemen hepsi, tıpkı başta bahsettiğim eski yolcu uçağı gibi sizi kendi hikayenizi oluşturmak, anlatmak için tarihinin içine çekiyor. O tarihe temas etmenizi, koklamanızı, hissetmenizi sağlıyor.
Öyle ki müzedeki hemen herşey illa ki yaşantımızın, ortak tarihimizin bir alanına dokunuyor.
Örneğin, bu hafta Birleşmiş Milletler Dünya Sağlık Haftası.
Sağlık meselesinin BM tarafından kutlanacak, bir farkındalık, halkla ilişkiler programı haline getirilecek kadar önemsenmesinin sebebi şüphesiz dünya genelindeki nüfusun özellikle belli bölgelerde sağlık hizmetlerine ulaşılmasındaki güçlük ve bu alandaki eksiklik.
Bildiğimiz anlamda modern tıp hizmetlerinden faydalanan düşündüğümüz kadar fazla insan yok. Biz robotlarla, lazerle, kameralar yardımıyla kesiksiz ameliyatlardan, mucize ilaçlardan bahsediyoruz ancak bu anlamda dünyanın büyük bölümü bundan 100 yıl öncesinin imkanlarına bile sahip değil.
Peki ne o imkanlar?
Tataaaa!
Sizi o imkanları yerinde görmek için Rahmi M. Koç Müzesi'nin "Yaşayan Geçmiş Sokağı"ndaki "Şifa Eczanesi"ne alalım.
100 yıldır bekliyor
Geçen yüzyıla ait bir eczanenin canlandırıldığı bu dükkanda ilaç yapımında kullanılan bitkiler, havanlar, tıbbi aletler, vücut protezleri gibi pek çok malzeme otantik bir ortamda sergileniyor.
Hiçbir ayrıntı gözden kaçırılmamış.
Döneme ait, ilaç yapımında kullanılan kimyasalları doğru oranda karıştırabilmek için kullanılan bir hassas tartı, tezgahta reçete ve rapor tutmak için kullanılan döneme ait bir daktilo, duvarda asılı yine o dönemden kolay kolay başka yerde göremeyeceğiniz, türünün ilk örneklerinden bir ankesörlü telefon...
Sergilemeyi desteklemek için döneme uygun giydirilmiş bir eczacı mankeni ve koku efekti kullanılıyor.
İçinize buram buram 19. yüzyıl çekiyorsunuz.
Duvardaki, tabii ki yine o döneme ait, saat 09:30'da durmuş; tarih ise adeta 100 yıl öncesinde.
Sanki bir dönem filminin setinde ya da biraz kaptırırsanız 19. yüzyılın sonunda berber koltuğunda diş çektirmekten yırtmış daha "fenni" olsun diye eczacı beyefendiden ağrınızı dindirecek birşeyler almaya gelmişsiniz gibi hissediyorsunuz kendinizi.
Ancak ağrı kesici için biraz beklemelisiniz. Zira sizden önce gelen, yaşına da hörmet edeceğiniz hanımefendi dükkanın bekleme masasına oturmuş dinleniyor. Adeta 100 yıldır eczacı beyefendinin ilaçlarını hazırlamasını bekliyor.
Ezcümle, bastan beri bahsettigim bu "mesleki eğitim" ya da o havalı "flaneur tavır" bahane.
Yorucu bir haftanın ertesinde, haftasonu miskinliğini üzerinizden atabilirseniz kentin tam ortasında, Haliç'te tüm kent meydanlarından ve ulaşım merkezlerinden çok rahatça ulaşabileceğiniz bir "vahayla" karşılaşıyorsunuz.
Müze güler yüzü, eşsiz kolleksiyonu ve her türlü yeme içme imkanı ile sizi adeta kent merkezinde uzun saatler geçirebileceğiniz bir yaşam alanı olarak kucaklıyor.
Burası insanlığın endüstriyel mirasının aynası olmasının yanında içerisinde kana kana içeceğiniz bir tarih barındırıyor.
Özellikle çocuğunuza anlatacağınız, hayatla ilgili öğreteceğiniz "herşeyin" burada "yapılmışı var!"
Üstelik oldukça da hesaplı. Öğrenci girişi 6 TL. Bizim gibi tam; 12,5 TL.
Dolaşmaktan yoruldunuz ve soluklanmak için müzenin kafelerinden birine oturdunuz; çay 1 TL, sandviç 2,5 TL.
Hala görmediyseniz hemen bu hafta çoluk çocuk gitmenin tam zamanı.
Unutmadan, 19 Nisan "Bisiklet Günü", önümüzdeki hafta da bisiklet haftası.
Meraklıysanız müzenin koleksiyonunda ilk dönemden itibaren dünyada çok nadir bulunan ve sergilenen bisikletler var.
Bakalım, belki önümüzdeki hafta sonuna da onları yazarım.
İyi pazarlar...
Biz televizyon gazetecilerini ve belgeselcileri yazarlardan ve "basılı yayın" gazetecilerinden ayıran belki de tek özellik var.
Bahsettiğimiz şeylerin illa ki görüntüsü olacak.
Grafik teknolojisi, arşiv vs. artık çok gelişti gerçi; iyi habere de haber merkezlerinin prodüktörleri muhakkak bir "şekil" yaparlar ancak eğer bulduğunuz haberin görüntüsü yoksa haber müdürünüze ve yayın yönetmeninize haberi kabul ettirmekte bir hayli güçlük yaşayabilirsiniz.
Eğer belgesel yapıyorsanız işiniz daha da zordur. Arşiv pahalı iştir.
Kameranın bulunmasından önceki bir dönemle ilgili çalışıyorsanız zaten yandınız. Çünkü dokü drama daha da pahalıdır.
Eğer o döneme ait elle tutulabilir objeler de yoksa, yani Mimar Sinan'dan bahsedereken yaptığı camileri ve su yollarını kullanabilirsiniz ama ya Haçlı Seferleri'ni anlatacaksanız, hepten bittiniz.
İşte bu yüzden işin erbabı her zaman der ki "yazdığın metnin, yaptığın haberin illa ki görüntüsü olacak."
Ustalardan bize kalan düstur budur. "Gerekirse metin yazılmaz, sadece görüntü kullanılır."
Görüntüye göre metin yazmak, görüntü ile paslaşarak hikaye anlatmak artık işin en tepe noktasıdır. Bunu iyi yapıyorsan, bu iş tamamdır.
İzleyenine hikayeni şüphesiz en iyi "göstererek" anlatırsın. O'nu kendi dünyasından alıp, başka bir dünyaya ancak böyle taşırsın.
Sanırım yazarken de böyle...
Yaşar Kemal ya da Sholokhov değilsen, kimse kusura bakmasın ama tasfir konusunda şövalyece değil; aksine, alçakgönüllü bir tavırla çalışmak gerekiyor.
Her işte olduğu gibi bu da zaman alıyor.
İyi göz, iyi araştırma tabii ki işin temeli.
Ama insan bazen ne kadar kitap karıştırırsa karıştırsın bahsettiği şeyi görmek, dokunmak, koklamak, hissetmek istiyor.
Duygusunu yaşmazsa, izleyenine, okuyucusuna bunu aktaramayacağından endişe ediyor. Özellikle tarih anlatırken.
Şanslıyız ki İstanbul'da bu konuda yardımımıza Rahmi M. Koç Müzesi koşuyor. Haliç'te, kentin tam ortasında bir zaman tüneli.
İçerisindeki objelerin, modellerin hemen hemen hepsi, tıpkı başta bahsettiğim eski yolcu uçağı gibi sizi kendi hikayenizi oluşturmak, anlatmak için tarihinin içine çekiyor. O tarihe temas etmenizi, koklamanızı, hissetmenizi sağlıyor.
Öyle ki müzedeki hemen herşey illa ki yaşantımızın, ortak tarihimizin bir alanına dokunuyor.
Örneğin, bu hafta Birleşmiş Milletler Dünya Sağlık Haftası.
Sağlık meselesinin BM tarafından kutlanacak, bir farkındalık, halkla ilişkiler programı haline getirilecek kadar önemsenmesinin sebebi şüphesiz dünya genelindeki nüfusun özellikle belli bölgelerde sağlık hizmetlerine ulaşılmasındaki güçlük ve bu alandaki eksiklik.
Bildiğimiz anlamda modern tıp hizmetlerinden faydalanan düşündüğümüz kadar fazla insan yok. Biz robotlarla, lazerle, kameralar yardımıyla kesiksiz ameliyatlardan, mucize ilaçlardan bahsediyoruz ancak bu anlamda dünyanın büyük bölümü bundan 100 yıl öncesinin imkanlarına bile sahip değil.
Peki ne o imkanlar?
Tataaaa!
Sizi o imkanları yerinde görmek için Rahmi M. Koç Müzesi'nin "Yaşayan Geçmiş Sokağı"ndaki "Şifa Eczanesi"ne alalım.
100 yıldır bekliyor
Geçen yüzyıla ait bir eczanenin canlandırıldığı bu dükkanda ilaç yapımında kullanılan bitkiler, havanlar, tıbbi aletler, vücut protezleri gibi pek çok malzeme otantik bir ortamda sergileniyor.
Hiçbir ayrıntı gözden kaçırılmamış.
Döneme ait, ilaç yapımında kullanılan kimyasalları doğru oranda karıştırabilmek için kullanılan bir hassas tartı, tezgahta reçete ve rapor tutmak için kullanılan döneme ait bir daktilo, duvarda asılı yine o dönemden kolay kolay başka yerde göremeyeceğiniz, türünün ilk örneklerinden bir ankesörlü telefon...
Sergilemeyi desteklemek için döneme uygun giydirilmiş bir eczacı mankeni ve koku efekti kullanılıyor.
İçinize buram buram 19. yüzyıl çekiyorsunuz.
Duvardaki, tabii ki yine o döneme ait, saat 09:30'da durmuş; tarih ise adeta 100 yıl öncesinde.
Sanki bir dönem filminin setinde ya da biraz kaptırırsanız 19. yüzyılın sonunda berber koltuğunda diş çektirmekten yırtmış daha "fenni" olsun diye eczacı beyefendiden ağrınızı dindirecek birşeyler almaya gelmişsiniz gibi hissediyorsunuz kendinizi.
Ancak ağrı kesici için biraz beklemelisiniz. Zira sizden önce gelen, yaşına da hörmet edeceğiniz hanımefendi dükkanın bekleme masasına oturmuş dinleniyor. Adeta 100 yıldır eczacı beyefendinin ilaçlarını hazırlamasını bekliyor.
Ezcümle, bastan beri bahsettigim bu "mesleki eğitim" ya da o havalı "flaneur tavır" bahane.
Yorucu bir haftanın ertesinde, haftasonu miskinliğini üzerinizden atabilirseniz kentin tam ortasında, Haliç'te tüm kent meydanlarından ve ulaşım merkezlerinden çok rahatça ulaşabileceğiniz bir "vahayla" karşılaşıyorsunuz.
Müze güler yüzü, eşsiz kolleksiyonu ve her türlü yeme içme imkanı ile sizi adeta kent merkezinde uzun saatler geçirebileceğiniz bir yaşam alanı olarak kucaklıyor.
Burası insanlığın endüstriyel mirasının aynası olmasının yanında içerisinde kana kana içeceğiniz bir tarih barındırıyor.
Özellikle çocuğunuza anlatacağınız, hayatla ilgili öğreteceğiniz "herşeyin" burada "yapılmışı var!"
Üstelik oldukça da hesaplı. Öğrenci girişi 6 TL. Bizim gibi tam; 12,5 TL.
Dolaşmaktan yoruldunuz ve soluklanmak için müzenin kafelerinden birine oturdunuz; çay 1 TL, sandviç 2,5 TL.
Hala görmediyseniz hemen bu hafta çoluk çocuk gitmenin tam zamanı.
Unutmadan, 19 Nisan "Bisiklet Günü", önümüzdeki hafta da bisiklet haftası.
Meraklıysanız müzenin koleksiyonunda ilk dönemden itibaren dünyada çok nadir bulunan ve sergilenen bisikletler var.
Bakalım, belki önümüzdeki hafta sonuna da onları yazarım.
İyi pazarlar...