hourSON DAKİKA
left-arrowright-arrow
weather
İstanbul
down-arrowup-arrow

    Sülün'den mağlup olanların hikayesi...

    Sülünden mağlup olanların hikayesi...
    expand

    30'lu yaşların başındaki genç yazar Sinan Sülün, kendi kuşağını Karahindiba'ya benzetiyor: "En ufak bir rüzgârda büyük savrulmalar yaşadık."

    Papatyagiller familyasından bir bitki; Karahindiba.

    Hemen hemen herkes hayatında en az bir kere o tohumların nereye gideceğini bilmeden Karahindiba'yı üflemiştir...

    Sinan Sülün ise, dağılan tohumların peşinden gidiyor ve birbirinden farklı üç hikayeyle çıkıyor karşımıza.

    Öyle derinden yazıyor ki Sinan Sülün, Mavi Pelikan adını verdiği hikayesinde gözyaşlarımı tutamıyorum.

    Yola çıkıyorum, okumak için geç kalmışım gibi hissettiğim kitabın yazarıyla söyleşi yapmak için can atıyorum.

    Sinan Sülün'ün yazıyla tanışma hikâyesi nasıl başladı?


    İstanbul Üniversitesi'nde İktisat bölümünü kazandığımda on yedi yaşındaydım. Birçok yaşıtım gibi o zamanlar ne istediğimi bilmediğim için tercihimi mali müşavir kafası yaşayan dershanenin rehber öğretmeni yapmıştı. Bankacılık krizi daha çıkmamıştı. Takım elbiseliler iyi kazanıyordu. Rehber öğretmen bana iyi puan aldın, iktisat yaz, ya bankacı olursun ya da mali müşavir, hayatın kurtulur demişti. Meğerse onlar için hayatın kurtuluşu yüz liralık havale gönderen adamdan aldıkları yirmi liralık masraf bedelinde gizliymiş.

    Her ne kadar iktisat seçtiğim için rehberlik öğretmenine kızsam da İstanbul Üniversitesi'ne girdiğim için kendimi şanslı sayıyorum. Üniversite hayatı bana iki önemli şey sağladı. İlki devrimcilerle tanışmamı, ikincisi hayatta ne istediğimi bulmamı.

    Başucumda Kitaplar'da anlattığım gibi üniversitede eğitim yeri amfi, öğrenim yeri kantin oluyor genelde. Kantinde oturup durmadan kitap okur ve tartışırlardı. Evinde sadece Büyük Larousse olan birisi için şaşırtıcı bir dünyaydı. Beş sene boyunca kantinde sigara ve çay eşliğinde kendimi keşfetmem, içimdeki huzursuzlukla nasıl başa çıkacağımı öğrenmem, hikâyeler yazmaya başlamam hep onların sayesinde oldu.

    Hepsinin hayali bugün Gezi Parkı'nda yaşadığımız mutlu hayatın tüm ülkeye yayılmasıydı. O kadar güzel şeylere inanıyorlardı ki ben de inandım. Hayallerine ortak oldum. En önemlisi dertlerimi anlatmanın yolunu öğrendim.

    Sinan Sülün'ün onlarla tanışana kadar bir derdi yok muydu?

    İnsanlar içinde bir huzursuzlukla doğuyor bence. Bunu adlandırabilmesi ve ne yapacağını bilmesi için başka insanlarla tanışması gerekiyor. Goethe'nin bir sözü var; 'İnsan kendini ancak bir başka insanda tanır'.

    Ben de içimdeki huzursuzluğun sebebinin ne olduğunu devrimcilerden, huzursuzluğumu nasıl gidereceğimi edebiyatçılardan öğrendim. Onlarla birlikte kendimi tanıdım. Bu yüzden İktisat'ı bitirince bankacılık yapmamaya, Marmara İletişim'de okumaya ve gazeteci olmaya karar verdim.
     
    Hayvan Dergisi'ne girişin nasıl oldu?

    Yirmi bir yaşındaydım. Üniversiteyi yeni bitirmiştim. Bir arkadaşım Hayvan Dergisi'nin muhabir aradığını söylediğinde çaldım kapılarını.

    Metin abi, 'Daha önce nerde çalıştın?' diye sordu. Hiçbir yerde, dedim. Yeni mezun olduğumu söyledim. 'Hiç röportaj yaptın mı?" dedi. Hayır, dedim. 'Bir dergiye yazı yazdın mı, dosya hazırladın mı?' Yine hayır dedim. Son bir şans vermek ister gibi, 'F klavye kullanabiliyor musun?' diye sordu. Ona da hayır dedim. Adam da haklı olarak, 'Peki sen ne iş yapacaksın' dedi. Ben de 'Bir aya kadar her şeyi öğrenirim, bana bir şans verin' dedim.

    Metin abi diğer masada oturan Hatice Meryem'e baktı. Meryem gülümseyerek, "Peki," dedi "bir deneyelim bakalım." Hatice Meryem ve Metin Abi'yle Hayvan maceramız böyle başladı.

    Yirmi bir yaşında, yeni mezun biri için Hayvan Dergisi nasıl bir şeydi?


    Öküz, Hayvan ve şimdi OT.  Üçü de var oldukları zaman için klasik dergicilik anlayışını bozan dergiler. Sanatın ve hayatın her türlü disiplininden insanın bir araya geldiği bir dünyaydı Hayvan Dergisi.

    Düşünsenize Yaşar Kemal, Ragıp Duran, Aysel Gürel, Ahmet Erhan, Cem Karaca gibi alanlarında en iyi sanatçılarla, Türkiye'de emeklilik hakkını elde etmiş ilk genelev kadını Mehtap Kandemir'le, hayvan hakları savunucusu Panter Emel'le, yankesicilerle, mafya babalarıyla röportajlar yapan Mehmet Duru ile sürekli bir aradasınız. Yirmi bir yaşındaki genç için harikulade ve öğretici bir dünya.
     
    Hayvan'da muhabirlik ve editörlük yaptın. Peki ne zaman kitap yazmaya karar verdin? Patlama noktan neydi?

    Cemal Süreya hayatı dergiye benzetirken şöyle söyler, "Bir dergi gibidir hayatım, bu yüzden ölmem, batarım."  Doğrudur. Bizim memleketimizde dergiler hep batarlar. Hayvan'dan sonra birkaç dergide daha çalıştım. Yine hepsinin sonu aynı oldu.

    Sonra bari iktisat fakültesi mezunu olmanın getirdiği avantajları kullanayım dedi. Satış pazarlama alanında çalışmaya başladım. Fakat hayat beni öyle bir yere getirdi ki bir baktım işsizim, tek başınayım ve küçük bir odada var oluşumu sorguluyorum. İnsan bazen yaşarken ölebiliyormuş. Ölenler bilir. Ellerini uzatıp, beni öteki taraftan çıkaran ve Karahindiba'yı yazmaya sevk edenler yine edebiyatçılar oldu.  Sabahattin Ali'ye, Oğut Atay'a, Yusuf Atılgan'a müteşekkirim.

    Thomas Mann'ın Tonio Kröger kitabında Kröger şöyle söylüyor; İyi eserlerin ancak korkunç bir hayatın baskısı altında ortaya çıktığını, hayatını yaşayan insanın çalışamayacağını, üstelik tam anlamıyla yaratıcı olmak için ölmüş olmak gerektiğini bilmiyorlardı.

    Peki, insanlar da Karahindiba'dan sonra bana tutunacak diye düşündün mü?

    Demedim. Çünkü yazmanın nasıl bir karşılığı olacağını bilmiyordum. Belki Karahindiba aynı dertleri sahip insanları bir araya getiren, buluşturan bir kitap olabilir diye düşünüyordum. Bir öykü kitabı olarak Karahindiba'nın üçüncü baskı yapması tabii ki sevindiriyor beni.

    Ama en çok mutlu eden şey, benimle aynı huzursuzluğa sahip insanlara ulaşabilmemdi. Düşünsenize, Alevi bir kız ya da Ermeni bir çocuk kendisiyle Mavi'yle özdeşleştirip, aşık olduğu kişiyle evlenemediğini anlatan bir mail atıyor size. Ya da işsiz olduğu için sürekli babası tarafından  hor görülen genç bir adam size Adnan Çubuk'la aynı şeyleri yaşadığını söylüyor. Karahindiba'nın tohumlarının tekrar bir araya geldiğini hissediyorsunuz.
     
    Kitaba Karahindiba demek nereden aklına geldi?

    Bizim kuşağımız Karahindiba'ya çok benziyor; en ufak bir rüzgârda, büyük savrulmalar yaşayıp, hayallerimizden çok uzak yerlere düştük. Bu yüzden Karahindiba çiçeğine benzetiyorum bizleri. Ayrıca çocukluğumdan beri çok sevdiğim bir çiçekti. Anadolu'da bir inanış vardır; eğer bir insan dilek tutup, karahindiba çiçeğine üflerse ve tüm tohumları dağılırsa dileği gerçekleşirmiş.

    Kitabın ben en çok etkileyen öyküsü Mavi Pelikan'dı. Kitapla ilgili yorumlara baktığımda da insanların bu öyküde ağladıklarını okudum. Mavi Pelikan'ı nasıl kurguladın?

    Borges'in Alef adlı öyküsünün dipnotunda fantastik öykü yazmanın basit bir kuralı olduğunu söyler: Sadece bir tane olağanüstü unsura yer verin, onun dışındaki her şey bildiğimiz dünyadaki gibi olsun.

    Açıkçası ben de bunu yaptım. Her şeyin olağan olduğu bir sahil kasabasında senelerdir köylü kurnazı bir adamın yanında çalışan, annesiyle birlikte yaşayan Numan'ı Mavi adında konuşabilen bir pelikanla karşılaştırdım. İkisi birbirlerini âşık oldular. Ondan sonra gelişen olaylar aslında ötekileştirilen insanların hayatlarına tekabül ediyor.

    Bir eşcinselin, Alevi'nin ya da Kürt'ün tercihlerinden veya zorunluluklarından ötürü aşık olduğu kişiyle kavuşamadığı, hatta öldürüldüğü birçok örnek var bu ülkede. Bu hikayelerden birisini olduğu gibi anlatmaktansa fantastik bir şekilde yazmanın daha çarpıcı ve anlaşılır olduğunu düşünüyorum. Var olan aklı ve düzeni ters yüz ettiğimizde gerçeğin ne kadar yakıcı olduğunu görebiliyoruz.

    Sen mutlu bir adamsın ama yazdığın hikayeler çok hüzünlü. Bu dengesizlik yorucu değil mi?

    Bir gün bir arkadaşımın eşi bana şöyle demişti; "Ya ben seni çok karamsar sanıyordum. Ne kadar neşeli ve umutlusun."

    Ortada bir dengesizlik var mı bilmiyorum. Belki de bir denge vardır. Ben işim gereği her gün kanser hastaları ile birlikteyim. Birçok insanın cenazeden cenazeye hatırladığı gerçekle ben her gün birlikteyim. Egonun, paranın, statünün yani bütün giysilerin çıkarılıp girildiği, herkesin çırılçıplak olduğu bir dünyada yaşıyorum. Yaşamı değerli kılan şeyin sağlıklı olmak ve sevdiğimiz insanlarla bir arada olmamız olduğunu görüyorum.

    Tabii ki üzüldüğümüz, yenildiğimiz, çaresiz kaldığımız zamanlar olacaktır. Ben bu zamanların, anların hikayesini yazdım. Fakat sonunda her şey ne kadar kötü olursa olsun umutlu olmamız gerektiğini düşünüyorum. Karahindiba'da Adnan Çubuk yazar olma hayaliyle yaşarken, kimsenin başına gelmek istemeyeceği olaylarla karşılaşıyor. Fakat en sonunda ne olursa olsun hayalini gerçekleştiriyor. Necati Cumalı'nın çok sevdiğim bir sözü var; "Umut aldanabilmektir" diyor. Ben her yeni güne aldanarak başlıyorum.
     
    Kitaptan para kazanabiliyor musun?

    İş yerindeki arkadaşlarım benim zengin olduğumu düşünüyorlar. Şöyle bir mantık kuruyorlar, eğer yazdığın kitap birkaç baskı yapıyorsa tanınan birisi oluyorsun, eğer tanınan birisiysen çok para kazanıyorsun. Keşke böyle olsa. Ama hayat magazin sayfalarındaki gibi geçmiyor.

    Kimin olduğunu hatırlamıyorum ama bir yazar şöyle diyordu; kitaptan kazandığım para onu yazarken içtiğim sigaraları karşılamıyor. Benim için de içtiğim kahvenin parasını karşılamıyor. O yüzden Türkiye'deki birçok sanatçı gibi başka işler yapıyorum.  
     
    Mesleğin sana hikâye toplamak konusunda yardımcı oluyor mu?

    Bir edebiyatçı olarak hikâyesi zengin bir işte çalışıyorum. Her gün onlarca insanla, hikayeyle karşılaşıyorum. Yaptığım işin böyle bir avantajı var. Ama dezavantajları çok daha fazla. Gördüğünüz her kişiden etkileniyorsunuz. İnsanların hikayesi sizin hikayeniz oluyor bir süre sonra.

    Örneğin lösemiye yakalanan bir üniversite öğrencisini görüyorsunuz kanser kliniğinde. Sevgilisinin günlerce, aylarca yanından ayrılmadığına tanık oluyorsunuz. Sonra bir gün uygun iliğin bulunduğunu, nakil olmadan önce çocukla kızın evlendiğini öğreniyorsunuz. Bir anda hayat sizin için de güzelleşiyor. Onların mutluluğu sizin üzerinize sıçrıyor. Fakat bir hafta sonra gittiğinizde ani gelişen bir komplikasyon sonucu çocuğun öldüğünü öğreniyorsunuz. Bunu bir romanda okusanız üzülürsünüz, kitabı kapatırsınız ve bir süre sonra unutursunuz. Ama o çocukla ve kızla tanışıp, hikâyenin içine girersiniz asla unutamıyorsunuz.
     
    Yeni kitaplarında neler anlatacaksın?

    Şimdi bir roman yazıyorum. Devrimci bir gençle, burjuva bir aileye mensup akademisyen bir kızın aşk hikayesini anlatıyorum.  
     
    Okuyucularından Sinan hadi yaz da okuyalım diye istekler geliyor mu?

    Geliyor. Okuyucu normal olarak bencil oluyor. Aşktaki gibi. Ben de Oğuz Atay biraz daha geç ölseydi de daha çok kitabını okusaydım diyorum. Ama hayatın ve aşkın size ne getireceğini asla bilemiyorsunuz. Anneannemin dediği gibi; her şeyin hayırlısı olsun.
    Sıradaki Haberadv-arrow
    Sıradaki Haberadv-arrow