hourSON DAKİKA
left-arrowright-arrow
weather
İstanbul
down-arrowup-arrow

    “Görünen kadar görünmeyenin de değerli olduğu…”

    “Görünen kadar görünmeyenin de değerli olduğu…”
    expand
    KAYNAKBetül Memiş / Cnnturk.com

    “Ben oyuncuyum / Eski Yunan’dan beri… / Sizi güldürmek ödevim / Zaman zaman ağlatmak… / Acılarım yok / Size sattım / Perde kapanmasa görecektiniz…” Deniz Yüce Başarır’ın “Perde Kapanmasa Görecektiniz” adlı kitabına ilham olan ve ismini veren şair, tiyatro, sinema ve seslendirme sanatçısı Kâmran Yüce ve onun “Gölge” adlı şiiri… Kitap, Yıldız Kenter, Müşfik Kenter, Şükran Güngör ve Kâmran Yüce’nin kurduğu Kent Oyuncuları’nın 1959 - 1986 yıllarını odağına alırken, bir nevi o dönemin Türkiye tarihine de ışık tutuyor…

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    “… Sanatın özgürlüğü, bir idealden ibaret değildir. Başarı şansı çok düşük olmasına rağmen sanatçı olma arzusu bu kadar yaygınsa, bunun nedeni bu mesleğin dar uzmanlıktan bağımsız çalışma şansı sunması ve sanatçıya, tıpkı film kahramanları gibi, işini ve hayatını kendine özgü anlamlarla donatma imkânı vadetmesidir,” der İngiliz sanat tarihçisi, fotoğrafçı, küratör Julian Stallabrass (İletişim Yayınları / Sanat Hayat dizisi, çeviri Esin Soğancılar) “Çağdaş Sanat: Bir Tarihçe” adlı kitabında ve ekler:

    “Aynı şekilde sanat izleyicileri için de, fikirlerle, formlarla ve malzemelerle ortaya konan o amaçsız oyunu özgürce değerlendirme imkânı vardır; sanatçının niyetini vahiy inmişçesine okumaya yeltenmekten ziyade, eserden kendi deneyimleriyle bağlantılı düşünce ve duyguları çıkarma özgürlüğüdür bu…”

    “Görünen kadar görünmeyenin de değerli olduğu…”

    Bu defa giriş taksimimizi dolaylı değil, direkt Stallabrass’ın cümleleriyle sarkıtmak istedim. Sanat uzunca bir süre Aristoteles’in belirttiği gibi algılanmış ve öykünmeci bir indirgeyişle ele alınmışsa da günümüzün sanatına ve emekçilerine selam olsun! Madem girizgâhı sanattan sarkıttık o vakit, Türkiye’de ömrünü sanata adayanlar haritasına da bakmakta fayda var. Bellek tazelemek isteyenlere iyi bir rota kitabı:

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Usta tiyatrocu Kâmran Yüce’nin özel arşivi, kızı Deniz Yüce Başarır tarafından açılarak Kenter Tiyatrosu’nun ve Türkiye tiyatrosunun tarihini aydınlatan bir kitaba dönüştürüldü (İBB Yayınları’ndan çıkan, 368 sayfalık) “Perde Kapanmasa Görecektiniz”… Deneyimli yayıncı Deniz Yüce Başarır kitapta, Kent Oyuncuları’nın, nam-ı diğer Kenter Tiyatrosu’nun (1959-1986) tarihini tanıklıklar, belgeler ve fotoğraflarla anlatırken, satır aralarında da küçük bir kız çocuğunun, yani kendi geçmişinin duygularına da yer veriyor.

    Günümüz Türkiye tiyatrosunun mihenk taşlarından biri olan topluluğun hikâyesini, ilk kez bu kadar kapsamlı şekilde aktaran bu özel çalışmayı okurken, adeta bir zaman tünelinde tadında bir yolculuğa çıkacaksınız… İsmini, Kâmran Yüce’nin “Gölge” adlı şiirinin bir dizesinden alan bu arşiv çalışmasını okumanız bittiğinde ise güzergâhınızı Harbiye, Halaskargazi Caddesi, No: 9’a çevirerek yılların heybetiyle çatısı altında binbir hikâyeye ve şahsına münhasır sanatçılara ev sahipliği yapan Kenter Tiyatrosu’nu ziyaret etmenizi salık veririm!

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    “Görünen kadar görünmeyenin de değerli olduğu…”

    Kapısından içeri girdiğinizde, sağlı sollu duvarlara asılmış, vaktinde sahnede endam eden sanatçıların fotoğraflarına bakınıp merdivenlerden aşağı salınırken, Dionysos’tan bugüne tiyatronun efsununa kapılacaksınız. Ve ‘an’ dedikleri yüzyılın sakinleştirici yalanını, bu kez sahiden de içinizde hissederek yaşayacaksınız… Ama öncesinde gelin kitabın yaratıcısı Deniz Yüce Başarır’la öznesi tiyatro olan röportajımıza bir göz atın! (Es notu: D. Y. Başarır fotoğrafları: Başar Başarır’a ait.)

    Yazıya ve güne iyi gelir niyetine de fona, Leonard Cohen’in 92 menşeili “The Future” albümünün “There is a crack in everything” diye nidalanan şarkısı “Anthem” alırsanız, yavaştan röportajımıza başlayabiliriz.

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    “60’ların o zarif ruhunu hissetsinler”

    · Sondan başlayalım isterim, bu sebeple de bugünlerde us’umda dolaşan Fransız bilim insanı, biyolog Prof. Barbara Demeneix’in, “Bugün normal bir beyne sahip olmamızın hiçbir yolu yok” cümlesiyle soruma geçiş yapmak isterim: Pandemide yaşam ve sanat mesainizde neler oldu / oluyor; yaşadığınız veyahut şahit olduğunuz ‘normal/anormal’ durumlardan, o durumlardaki hissiyatınızdan, kısaca sürecin yansımasından bahseder misiniz?

    Ben pandemiyi kendimi çalışmaya vererek geçirdim, geçiriyorum. Tam pandemi öncesi “Ben Okurum” podcast’ini üretmeye başlamıştım. Yüz yüze storytel stüdyosunda yapıyorduk söyleşileri, hemen yöntemi değiştirdim, evden telefonla yapmaya başladım. Seslendirmeleri de pandemi öncesi stüdyoda yapıyordum… Süreçle birlikte evin küçük bir bölümünü stüdyoya çevirdik. Ve ben harıl harıl çalışmaya başladım. Pandeminin ilk kışı böyle geçti. Tabii bolca ev işini de anmadan olmaz. Her zamanki kurtarıcımız kitapları saymıyorum bile, onu tahmin edersiniz zaten.

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Pandeminin ikinci kışı ise yazarak geçti daha çok. “Perde Kapanmasa Görecektiniz” bir pandemi ürünüdür. İki yıl boyunca en çok özlediğim şey, dostlarıma sarılmak ve tiyatroydu sanırım… Tiyatro salonları fena halde gözümde tüttü. Ben çevrimiçi tiyatroya pek alışamadım o dönemde. Çok güzel örnekleri de vardı elbette, mesela National Theater harika yapıyor bu işi, ama bana o salondaki tadı vermiyor yine de. Neyse bu yıl yeniden tiyatroya gidebiliyoruz. Korka korka, maskenin verdiği sıkıntı hissiyle ama yine de oyuncularla aynı mekanı paylaşmak, nefeslerini, heyecanlarını hissetmek bana iyi geliyor.

    · İtalyan yazar Eugenio Borgna, “Melankoli” kitabında; “Kuşkusuz ki umut, sadece bir duygu değil, insan olma halinin yapıtaşlarından; varoluşsal yapıtaşlarından biridir. Köklü bir felsefi temeli olan umut, yanılsamaların ve serapların boş ve uçup kaçıcı alanlarında kan kaybetmez (tükenmez); o, Jürgen Moltmann’ın belirttiği üzere olmayana değil, henüz olmayana yönelir.” derken, Galli yazar Raymond Williams ise, “Gerçek radikallik, umutsuzluğu ikna edici bir şekilde açıklamakla değil, umudu mümkün kılmakla olur.” diye nidasını verir. İki üstadın tanımlarının yamacına, bugün bulunduğumuz ekosisteme ve yaşam alanlarına dair siz ne söylemek istersiniz?

     Dünyayı fena halde hor kullandık ve bu hoyratlığı hiç ara vermeden sürdürüyoruz. Doğanın kıymetini bilemedik, ne yeşilin ne denizin ne havanın… Aynı acımasızlığı mimariye de sanata da şehirlerimize de yaptık. Yani bizden önceki neslin yarattığı eserlere de layıkıyla sahip çıkabildiğimizi söylemek pek mümkün değil. Özellikle Türkiye’de. Geçmişten gelen tüm güzellikleri kolayca yok ettik. Sandık ki, her şeyin yenisi makbuldür. Evet, insanlık yıkıcı. Ama yaratıcı olan insanlar da var, doğaya sahip çıkan, içinde yaşadığımız dünyayı korumak, kollamak için çaba sarf eden, yeni güzellikler yaratmak için kolları sıvayan. O zaman umut da var. Sonra gençler var, ben onların duyarlığına çok güveniyorum.

    “Görünen kadar görünmeyenin de değerli olduğu…”

    · Gelelim “Perde Kapanmasa Görecektiniz” adlı çalışmanıza. Hafıza ve arşiv sorunlarıyla boğuşan T.C. insanına adeta derin bir atlas ve derya deniz bir ansiklopedi kıvamındaki bu çalışmanın doğuşunu ve meramını anlatır mısınız? Sizi masaya oturtup geçmişi yeniden su yüzüne çıkarmanızı salık veren itici güç neydi?

    “Perde Kapanmasa Görecektiniz”, Kenter Tiyatrosu’nda açılacak yeni dönemin heyecanıyla ortaya çıktı. Artık o bina, İBB Şehir Tiyatroları’nın bir sahnesi olacak. İstedim ki, oraya gelecek yeni seyirciler, o tiyatronun ne kadar büyük emeklerle, ne büyük sevgiyle inşa edildiğini bilsinler, 60’ların o zarif ruhunu biraz da olsun hissetsinler ve o sahnede oynanan oyunlardan, o kuliste hazırlanan oyunculardan haberdar olsunlar. Bununla da yetinmesinler, tiyatronun bir ekip işi olduğunu, sahnede görünen kadar görünmeyenin de değerli olduğunu hissetsinler. Yer göstericiler vardı o binada.

    Gişe memuru vardı biletleri seyirciye zımbalayarak veren. Her oyunun bir dekoratörü vardı. Afişler vardı, her biri birer sanat eseri niteliğinde, bir grafik sanatçısının elinden çıkan. Sadece rol dağılımını içermeyen bir edebiyat dergisi gibi özenle, dolu dolu hazırlanan bir dergisi vardı o topluluğun. İstedim ki, bu ülkede tiyatro yapmanın ne denli zor bir iş olduğunu herkes bilsin. Sahneden seyirciye doğru akan o tutkuyu herkes hissetsin. Ve Kent Oyuncuları’nın 60’larda yakaladığı o aşk, o ‘biz’ olma hali, bugüne de yansısın, ekip olmanın değerini hatırlatsın…

    “Görünen kadar görünmeyenin de değerli olduğu…”

    · 1959-1986 yılları arasındaki sanattan ve (kitapta adı geçen insanlardan) hayatlardan, biz okuyucular ve özellikle “2022 insanları” olarak payımıza düşeni nasıl almalıyız veyahut alıyoruz?

    Zarafet kelimesinin anlamını hatırlayabiliriz. Birbirimize yeniden özen göstermeye başlayabiliriz. Ekip olmanın, paylaşmanın, destek olmanın, çaba harcamanın, çok çalışmanın, yılmadan mücadele etmenin değerini hatırlayabiliriz. Ve sanatın gücünü…

    “Baştan başa dolaşıyorlar ellerinde megafonla”

    · Kitabın sayfalarında geziyorken, çokça tebessüm edip, incesinden gözyaşı döktüğümü belirtmeliyim; eyvallah! Geçmişten geleceğe bir mektup gibi de okudum bu çalışmayı. Bu minvalde de bir okuyucu olarak beni bu şekle getiren çalışmanın sizdeki tezahürü nasıldı; masa başına oturduğunuz ilk halet-i ruhiyyenizle, sonunda kitap artık ‘tamamım’ dediğinde, yani bitiş müziği çaldığındaki hemhalinizi nasıl tariflersiniz? O duraklarda neler yaşadınız?

    Çok gözyaşı döktüm yazarken. Çok deştim hafızamı. Acı, tatlı birçok anı yeniden kuşattı beni. Unuttum sandığım birçok olay hayaletlerini savurdu üstüme. İçindeyken görmediğim, çocukluğuma denk geldiği için gerektiği kadar ölçemediğim birçok değerli özelliği, bir yetişkin olarak, yoğun bir çalışma hayatından, insanlardan, kurumlardan, ayrılıklardan, başlangıçlardan geçmiş orta yaşlı bir kadın gözüyle gördüğümde fark ettim. Babamla kavuştum.

    Babamı daha çok özledim. Hepsini, Yıldız Teyzeyi, Müşfik Amcayı, Şükran Amcayı daha iyi anladım. Gözümde canlandırdım onları, daha iyiye ulaşmak için kavga ederlerken, karşılıklı demlenirlerken, ilk okuma provalarında, bir oyunun ilk gecesinde, aynanın önünde makyaj yaparken… Yoğun bir dört ay geçti. Hazırlık aşamasıyla birlikte bir yıl… Bir geçmiş zaman tüneline girdim. Hâlâ çıkmaya çalışıyorum.

    · ‘Sonsöz’ ve ‘başlarken’ kısmını ayırırsak, kitap 10 bölümden oluşuyor; içerikleri oluştururken öncelikleriniz ve hazırlık aşamasında kullandığınız enstrümanlar nelerdi? Yazım yolculuğunuzda kafanızda ve fonunuzda ne/ler vardı?

    Kent Oyuncuları’nın hikâyesini kronolojik bir çizgide anlatmayı tercih ettim. Ama bu çok da düz bir çizgi değil elbette. Başlıklar bir kronolojiye dayanıyor ama benim duygularımın, bugünün sanat dünyasının babamla ilişkime dair küçük anıların girmesiyle birlikte dalgalanmalar var. Günümüze de uğruyor, arada zamanda atlamalar da yaşıyoruz.

    Kitabın ana izleğini alt başlıktan da anlaşılabileceği gibi, babam Kâmran Yüce’nin arşivi belirledi. Fotoğraflar, gazete kupürleri, ilanlar, afişler ve en çok da Kent Oyuncuları dergisi. Eşim Başar Başarır arşivi büyük bir titizlikle elden geçirdi ve düzenledi. Ben de babamın çıkardığı o dergileri yeniden okudum baştan sona. Ayrıca, dönemin tiyatrocu ve sinemacılarının anı kitaplarını da gözden geçirdim. Kent Oyuncuları’yla yolu kesişmiş önemli bazı oyuncularla röportajlar da yaptım. Haldun Dormen, Genco Erkal, Göksel Kortay, Mustafa Alabora, Sema Özcan, Güler Ökten, Gül Onat, Mehmet Birkiye gibi… İşin belgesel tarafında objektif olmak ama kuru bir anlatım benimsemek yerine, kendi anılarımın girdiği yerlerde duygularımı ve kalemimi serbest bırakarak, okuyucuyu içine çekecek bir anlatım dengesi tutturmak önceliğimdi.

     

    · Yazarken sizi en çok etkileyen hangi anı / yer idi ve aslında anılar deryasında artı - eksi tablosunda bugünün bakışıyla “Z Raporu”nuzdan ne çıkar?

    Zor bir soru. Birçok anı beni çok etkiledi doğrusu. Ama ille birini anlatmak gerekirse, aklıma ilk, Göksel Ablanın (Kortay) anlattığı Diyarbakır’da turnede olan olay geliyor. Otobüslerle geziyorlar ülkeyi ve çok yoruluyorlar tabii. Aylarca turnedeler. Artık ekip iflas ediyor. Diyarbakır’dan Ankara’ya otobüsle gidip, hemen oyun oynamak istemiyor. Bir gece daha kalalım Diyarbakır’da ve bir oyun daha oynayalım, ertesi gün uçakla gidelim diye ikna etmeye çalışıyorlar Yıldız Kenter’i. Babam işbaşında tabii. Yıldız Teyzem diyor ki, seyircinin haberi yok, dolmaz tiyatro. Dolar, diyor bizimkiler. Babam, eline megafon alıp, bir arabayla sokak sokak dolaşarak duyuru yapmayı teklif ediyor. Sonunda gerçekten de Bülent Koral ile ikisi şehri bir baştan başa dolaşıyorlar, ellerinde megafonla. Salonu da dolduruyorlar. İşte ben bu insanları seviyorum. Egolarından sıyrılabilen, birbirlerine destek olabilen insanları…

    “Görünen kadar görünmeyenin de değerli olduğu…”

    “Bu yüz yüze, nefes nefese olma halidir”

    · Röportaja hazırlık aşamasında araştırma yapıyorken, gözüme ilişen Mario Perniola’nın (İletişim Yayınları / Kemal Atakay çevirisi) “Sanat ve Gölgesi” adlı kitabından şu tanımlar manidar oldu. Perniola’ya göre zamanımızda sanat, özerkliğini yitirerek piyasaya ve kitle iletişimine kaynar. “Bugün özel bir güçle kendini gösteren bir saflık var: Sanatı kitle iletişim araçlarıyla, bilgiyle, modayla rekabet ilişkisi içine sokarak, bütünüyle hayatın içinde eriten bir saflık. Bu bakış açısında sanat kendine özgülüğünü bütünüyle yitirir: Sanatın mesajlarını, yalnızca kendi kendinin tanıtımını yapmaya yönelik olması dışında, reklamlarınkinden ayırt edemeyiz.” Üstadın bu tanımının güzergâhında, siz geçmişten bugüne (kitabınızın özelinde) tiyatro ve sanatın rotasını nasıl değerlendiriyorsunuz? Ve pandemi sonrası sanatı icra edenleri nasıl bir yaratım içinde öngörüyorsunuz?

    Kent Oyuncuları’nın rotasından söz etmek gerekir sanırım burada. Onlar, Türkiye’den ya da dünyadan tiyatro edebiyatının iyi örneklerini sahnelemeyi tercih etmişler hep. Hocaları Muhsin Ertuğrul’un bir düsturunu benimsemişler, bir ağır oyun bir komedi… Bu dengeyi korumaya çalışmışlar. İşin edebiyat kısmını hiç ihmal etmemişler. Mesaj vermeye çalışan metinler değil hiçbir zaman onların tercihi. Bu ilke, onları özellikle 70’li yıllarda televizyonun sıkı bir rakip olmaya başlamasıyla bayağı zorlamış. Evet, tiyatro, Perniola’nın da dediği gibi kitle iletişim araçlarıyla bir rekabet içindedir.

    Tüm sanat dalları öyle… Bana sorarsanız, kaçınılmaz bu. Ama tiyatronun kendine özgülüğünü koruduğunu düşünürüm ben. Çünkü kitle iletişim araçları söz konusu olduğunda asla aynı mekânda nefes almaktan söz edemeyiz, tiyatroda oyuncu seyirciyi etkiler temelde, ama tersi de geçerlidir, her akşam başka bir seyirci vardır o salonda, dolayısıyla aslında oyuncu da her akşam başka bir performans sergiler. Bu çok güçlü bir iletişim ve karşılıklı, tiyatroyu özel kılan da bu yüz yüze, nefes nefese olma halidir bana sorarsanız. Pandemi birçok meslek dalını olumsuz etkiledi ama sanatçıları çok fena vurdu.

    Tiyatrocular, müzisyenler pek yalnız bırakıldılar. Ama salonlar yeniden açılıyor, birçok yeni oyun seyirciyle buluşuyor. Hayat devam ediyor. Sadece pandemi değil onları zorlayan, ekonomik koşullar da… Ama tiyatrocular mücadeleci insanlardır. Biz sanatseverler de onları yalnız bırakmayacağız. Bırakmayız değil mi?!

    “Görünen kadar görünmeyenin de değerli olduğu…”

    · Kitapta yazdığınız ve aslında babanızla sizin geçmişinizi de oluşturan tüm o anılar, detaylar, insanlar; babanız da dahil bir yemek masasında yeniden buluşsanız; siz bugünkü hemhalinizle, onlar ise sizin hatırladığınız halleriyle; o buluşma masasında ne söylemek isterdiniz (bugünden düne)?

    “Sizi seviyorum” demek isterdim. “Farkında değildim, ama bu kitabı yazarken iyice anladım ki, sizin hikâyeniz beni çok etkilemiş. İyi günleriniz kadar kötü günleriniz de… Varlığınız kadar yokluğunuz da.” Bir de sorardım: “Neydi bir arada tutan sizi? Peki, neydi ayıran ve sonra tekrar birleştiren?” Pişmanlıkları var mı diye de sorardım… Sorularım çok… Özlemim de büyük.

    · Son olarak bugünlerde her sabah sizi yataktan kaldıran nedir? Mesela okuduğunuz, izlediğiniz, seyrettiğiniz veya dinlediğiniz, size iyi gelen neler var, bizler de payımıza düşenden nasiplenelim isterim?!

    Üretmek için kalkıyorum yataktan. Bana en iyi gelen şey, üretmek. “Ben Okurum” beni çok motive ediyor, okuduğum kitapları yeniden okumak, sevdiğim yeni kitapları dinleyenlerle ve dostlarla paylaşmak çok iyi geliyor bana. Kitaplarla ilgili bir işse yaptığım değmeyin keyfime! Son zamanlarda okuduğum ve sevdiğim birkaç kitap ismi de vereyim madem öyle: Georgi Gospodinov’un “Zaman Sığınağı”nı okudum, bayıldım. Sasa Stanisic’den “Köken” de son zamanlarda pek sevdiğim romanlardan.

    Edip Cansever’in Alev Ebuziyya’ya mektuplarını içeren “İki Satırdır”ı da bir şiir kitabı gibi okudum, çok düşündürdü ve duygulandırdı beni. “The Tragedy of Macbeth”, en etkilendiğim filmlerden oldu. Görsel yönetmenine hayran oldum. Tüm oyuncular çok başarılıydı ama cadıları oynayan Kathryn Hunter’ı sahnede seyretmem lazım muhakkak. Bak, böyle büyük yetenekler de beni her sabah yataktan kaldıracak kadar motive ediyor. Andrew Garfield’e de bayılıyorum mesela son zamanlarda. En son “Tick, Tick… Boom” diye bir filmde izledim, öyle tatlı bir oyunculuğu var ki, gözüm üstünde onun da bundan sonra.

    Sıradaki Haberadv-arrow
    Sıradaki Haberadv-arrow