hourSON DAKİKA
left-arrowright-arrow
weather
İstanbul
down-arrowup-arrow

    Gürer Aykal: Notadan başka bir şey duymuyorum

    Gürer Aykal: Notadan başka bir şey duymuyorum
    expand

    Dünyanın sayılı şeflerinden Gürer Aykal, 80. yaşını özel bir konserle, sahnede kutluyor. Aykal, “Müziği ses değil nota olarak duyarım hep. Başka da bir şey duymadım hayatımda” diyor. Milliyet'ten Seray Şahinler'in röportajı...

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Müzikle geçen, müzikle var olan bir hayat onunki… İlk eğitimini Köy Enstitüsü’nde müzik öğretmenliği yapan babasından alan, Ahmed Adnan Saygun, Ulvi Cemal Erkin gibi Türk müziğinin öncülerinin öğrencisi olan, Türkiye’de ve dünyada yüzlerce konsere imza atan şef Gürer Aykal’dan bahsediyorum. Hayatını ve sanatını anlatmaya sayfalar yetmez elbette fakat bu söyleşinin çıkış noktasını Aykal’ın 80. yaş kutlamaları oluşturuyor. Aykal, 80. yaşında çalışmaya, üretmeye, paylaşmaya, ilham vermeye devam ediyor. Sanatçı yarın, kurucusu olduğu Borusan İstanbul Filarmoni Orkestrası ile “Gürer Aykal: 80. Yaş Günü” konserinde sahnede olacak. Konserde Ahmet Adnan Saygun’un “1. Piyano Konçertosu” ile Prokofiev’in bir ve iki numaralı “Romeo ve Juliet Süiti”nden bölümler seslendirilecek. Bu vesileyle Gürer Aykal ile buluştuk ve neredeyse 70 yıla yayılan müzik yolculuğunu konuştuk.

    Gürer Aykal’ın müzik serüveni nasıl başladı?

    Babam müzik öğretmeni. Ondan miras kulağım var. Müziği ses olarak değil nota olarak duyarım hep. Başka bir şey duymadım hayatımda. Babam bunu çok erken yaşlarda fark etti. Dört-beş yaşındayken gamlar yaptırırdı bana. O yıllarda müzik öğretmenleri kamplara çağırılırdı ve kendilerinden daha iyi isimler tarafından eğitilirlerdi. Müzik müfettişleri Türkiye’deki müzik öğretmenleriyle o günün koşullarında müziğe, sanata yatkın öğrencileri keşfederlerdi. Babam da Necdet Remzi Atak’ın öğrencisiydi. Diyarbakır’da okulumuza geldiler. Akordeonla ses soruyorlardı. Bana sıra geldiğinde bütün sesleri notasıyla söylemiştim. Çok hoşlarına gitti. Halil Bedii Yönetken, “Ankara Marşı”nın yazarıdır. Çok mutlu oldu. Annem ve babamdan Ankara Devlet Konservatuvarı’na getirilmemi istediler. 11 yaşındayken trenle Diyarbakır’dan Ankara’ya geldik. Orada sınava girdim. Sonra öğrendim ki Ulvi Cemal Erkin benim kulağımı fark etmiş. Ve Atatürk’ü tanıyan, ona keman çalan Necdet Remzi Atak’ın öğrencisi olarak keman bölümüne başladım.

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Müzik eğitimi aldığınız dönem, Cumhuriyet’in sanat politikalarının yeşerdiği ve bu alanda üretimin zirve yaptığı yıllar... Hocalarınız bu ülkünün birer temsilcisi. Bu, nasıl yansıdı sanatınıza?

    Atatürk’ün Cumhuriyet’in kuruluşunda öğrencileri Avrupa’ya eğitime göndermesi, “Sizi birer kıvılcım olarak gönderiyorum, alevler olarak geri dönmelisiniz” sözü çok önemlidir. Gidenlerin görevi orada gördüklerini uygulamaktı. Cumhuriyet’in en önemli kazanımlarından biri bilimi ve bilimsel eğitimi rehber almasıydı. Ankara Devlet Konservatuvarı’nda verilen eğitim, bu öğretmenlerin gördükleri ve gördüklerinden damıttıklarıydı. Atatürk ile çalışan birinin öğrencisine neler kazandırdığını düşünebiliyor musunuz? Diyarbakır’dan geliyorsunuz, konservatuvara giriyorsunuz. Orkestralar, üniversitede konser vermek üzere, Cumhuriyet’in sesini duyurmak üzere görevlendirilmiş Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası var. Ben böyle yoğuruldum. Keman bölümünde okurken iyi bir eğitim alıyorsunuz ama bu eğitim orkestra yönetmek, eser yazmak için yeterli değil. Saygun’dan müziğin içini öğreniyorsunuz. Bestecinin ne olduğunu size anlatan bir eğitim sistemiyle eğitiliyorsunuz ve Cumhuriyet’in size kazandırdıklarını artık geri vermenin yolu açılıyor.

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Bugünkü müzik eğitimini, orkestraları, bestecileri nasıl görüyorsunuz peki?

    Çok iyi şefler, besteciler yetişiyor. Besteciler bir ülkenin geleceğidir. Benim Türk eserlerine verdiğim değeri artık söylememe gerek yok. Yaşamım Türk bestecilerin sesi olmakla geçti. Konservatuvarlar tabii ki daha çok olmalı. Özellikle de Cumhuriyet’in 100. yılına girerken… Bizim hesabımıza göre 40 kentimizde orkestra, 20 kentimizde opera ve bale olacaktı. Ama olmadı.

    Geriye dönüp baktığınızda geçen zamanı nasıl görüyorsunuz? Unutamadığınız anlar, kırılma noktaları var mı?

    Evet. 1969’da belediye bünyesindeki İstanbul Şehir Orkestrası’na davet ettiler. Kompozisyon bölümünde okuyordum. Orkestra şefliği eğitimim yoktu ama küçük orkestralarım vardı. Onları yönetiyordum. Beni Şan Sineması’nda gerçekleşecek konsere çağırdılar. Heyecanımı düşünebiliyor musunuz? O sıralar Türkiye’de plakalar değişmiş, İstanbul’un plakası da 34 olmuştu. Benden de Mozart’ın “34. Senfonisi”ni istediler. O konser ilk gözağrımdır. İdil Biret de dinleyici olarak gelmişti. Hayatımda böyle bir şey yaşamadım. Berlin’de, New York’ta yönettiğim orkestralar onun tadını veremez. Tabii Adnan Saygun hocamın senfonisinin ilk çalınışını hiç unutamam. Konser saatini unuttuğum, bir gün erken gittiğim günler de oldu.

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    “Anadolu’ya her zaman gitmemiz gerekiyor”

    En büyük motivasyonunuz nedir?

    Orkestra, şef sahneye çıkmadan önce akord etmeye başlar ya, işte o benim motivasyonumdur. O sesi duyarım. Hatta bazen de kızarım. Dedim ya bir kulağım var diye, işte hiçbir şeyi affetmiyor. Notadan başka bir şey duymuyorum. Çocuk konserleri yapmayı, Anadolu turnelerini çok severim. Oradaki insanların Beethoven’ı nasıl dinlediğini bir bilseniz. Yaşamımda aldığım en güzel kritiği anlatayım: Nemrut Dağı’nda Vivaldi’nin “Dört Mevsimi”nin repertuvarda olduğu bir konser verdik. Konser sonrasında bir muhabir dinleyenlere “Ne anladınız” diye sordu. “Bu sesler ulvi sesler, huzur duyduk” dediler. Bundan güzel bir eleştiri olmaz. Anadolu’ya her zaman gitmemiz gerekiyor.

    Sıradaki Haberadv-arrow
    Sıradaki Haberadv-arrow