Parlayan Yıldızların Sessiz Çöküşü: Şöhretin Ardındaki Psikolojik Travma
Bir dönemin göz alıcı yıldızları… Gözlerimizi kamaştıran danslar, dillerimize dolanan şarkılar, ekranlardan taşan enerjiler… Sonra bir gün bir bakıyoruz ki o isimler artık yok. Kimi unutulmuş, kimi trajik bir biçimde hayata veda etmiş. Bergen, Yıldırım Gürses, Güllü … Listeyi uzatmak mümkün. Hepsinin ortak noktası, bir döneme damga vurmuş ama sonrasında ya sessizleşmiş ya da trajediyle anılmış olmaları. Uzman Klinik Psikolog Dilruba Anbalay'a bu yıldızların psikolojik yolculuğunu ve yaşadıkları zorlukların hayatlarına yansımalarını sorduk...
– Şöhretin kaybolması, bir sanatçının psikolojisinde nasıl bir sarsıntı yaratıyor?
Işığın çekilmesi bir sessizlikten ibaret değildir; sinir sistemine, kimliğe ve ilişki dünyasına yayılan katmanlı bir sarsıntıdır. Şöhret, insanın değer duygusunu görünürlüğe bağlayan güçlü bir mıknatısa dönüşür. Alkış, reyting, trend listeleri ve sürekli bildirimler, beynin ödül devrelerini olağanüstü sıklıkta uyarır; kişi farkında olmadan “ben kimim?” sorusuna sahnedeki performansıyla cevap vermeye başlar. Bu, klinik dilde kimliğin daralmasıdır: Benliğin geniş, çok sesli bir orkestra olması gerekirken tek bir enstrümana—“star” rolüne—kilitlenmesi. Zamanla sinir sistemi yüksek uyarılma düzeyine alışır; görünür olunmayan günler huzur değil, yoksunluk gibi hissedilir. Ben buna tanınma toleransı diyorum: Tanınmamanın doğal hali, bedende yoksunluk semptomları üretmeye başlar.
– Bu çöküş genellikle bir anda mı olur, yoksa yavaş yavaş mı gelişir?
Kırılma çoğu zaman büyük bir skandalla değil, küçük ve ısrarlı eksilmelerle başlar: Telefonların daha seyrek çalması, yapımcıların “sonra konuşalım” demesi, akışların ve algoritmaların başka yüzlere dönmesi. Dış onay akışı yavaşladıkça, kontrol duygusu aşınır; “çalışıyorum ama seçilmiyorum” hissi, öğrenilmiş çaresizlikle el ele verir. Bir yandan da adalet duygusu kanar: “Bunca emeğin karşılığı bu mu?” Bu denklemde en acıtıcı olan, görünmezliğin yalnızca mesleki değil varoluşsal bir yokluk gibi hissedilmesidir. Şöhret yıllarında kalabalıklaşan çevrenin sessizce dağılması, araçsal bağlarla gerçek bağların ayırt edilmesini geciktirir; geriye çoğu kez kesif bir yalnızlık kalır.
– Medya ilgisi azaldığında ya da kayıplar yaşandığında, sanatçılar hangi duygusal evrelerden geçiyor?
Trajedinin eşiğinde tablo daha da ağırlaşır. Erken ve ani kayıplar, şiddet içeren olaylar ya da medyanın sert diliyle örülen linç atmosferi, basit bir üzüntü değil, karmaşık yas üretir. Toplumsal anlatı, kişiyi bir trajedi etiketine indirger; defalarca dolaşıma sokulan görüntüler ve başlıklar, yakınlar için travmayı yeniden etkinleştirir. Burada yalnız kaybedenin değil, geride kalanların da psikolojisi konuşulmalıdır: Suçluluk ve “keşke” cümleleri, ilişkisel kopuşların en inatçı izlerindendir. Bergen’in hikayesindeki şiddet, Kerim Tekin ve Barış Akarsu’nun ani kayıplarında hissedilen sarsıntı, Defne Joy Foster’ın aramızdan gidişinde medyanın iştahlı merakı… Hepsi, bireysel acının kamuya teşhir edildiği bir coğrafyada yasın nasıl zorlaştığını gösterir.
– Türkiye’deki medya düzeni ve sektör yapısı, bu kırılganlığı nasıl besliyor?
Türkiye bağlamında tabloyu özgül kılan başka kırılganlıklar da var. Magazinleşmiş mahremiyet, yasın ve krizin teşhir edilmesini neredeyse ritüele çevirir; başlıklar, “eski ihtişam” ile “bugünkü düşüş” arasına bir utanç perdesi gerer. Sektörel güvencesizlik ve telif sorunları, psikolojik güvenlik ağını inceltir; gelir dalgalanması, kaygıyı ve kaçınma davranışlarını besler. Kadın sanatçılar söz konusu olduğunda, yaş, beden ve ilişki üzerinden kurulan toplumsal yargılar içselleştirilmiş bir utanç katmanı yaratır. 90’lar ve 2000’ler kuşağında “bir hitlik” kültürüyle tek parça ya da tek rolde donup kalanlar içinse, yenilenememek yalnızca mesleki değil varoluşsal bir tıkanmaya dönüşür.
– Klinik açıdan, “rol kaybı” yaşayan bir sanatçı nasıl bir süreçten geçiyor?
Klinikte bu geçiş, çoğu kez rol kaybının yarattığı boşlukla görünür olur. “Ben sahnedeyken vardım; şimdi kimim?” sorusu, geceleri uykuyu, gündüzleri iştahı ve dikkati kemiren bir uğultuya dönüşür. Bedende uykusuzluk, çarpıntı ve ağrılarla seyreden bir uyum savaşı sürer. Bazen de kaçınma döngüleri belirir: Kısa yoldan “yukarı çıkış” vaat eden maddeler, riskli projeler ya da kendini sabote eden ilişkiler… Hepsinin ortak paydası, duyguyu düzenlemeyi değil, hissi geçici olarak susturmayı hedeflemesidir. Dış dünyanın “bir zamanların yıldızı” etiketi, utancı canlı tutarken; kişi özünde yas tutmaktadır—geçmişteki kendisine, o düzenin ritmine, o görünürlüğe. Bu yasın üstüne bina edilen her aceleci dönüş projesi, çoğu kez içteki kırılmayı derinleştirir.
– Bu karanlık döngüden çıkış mümkün mü?
Mümkün; ama dönüş, ışığın şiddetini artırarak değil, ışığın kaynağını değiştirmeyi öğrenerek olur. Terapide önce yasın meşruiyetini kurarız. Yol düz değil, dalgalıdır; inkar, öfke, pazarlık ve çöküş, kabulün kıyısında gidip gelir. Danışanın “ünlü ben” ile “bugünkü ben”i yan yana koyması, iki yaşam çizgisinin ortak değerlerini bulması, kimliği yeniden çok sesli hale getirir. Büyük sahnenin yerine küçük ama sürdürülebilir sahneler açmak—bir atölye, bir usta-çırak ilişkisi, sınırlı bir konser dizisi, bağımsız bir dijital üretim hattı—beynin ödül sistemini yineler ama bu kez öngörülebilir ve içsel kaynaklarla besler. Travma öyküsü olanlarda, anıların tetikleyicilerle güvenli biçimde işlenmesi ve bedenin eşlik etmesi (nefes, duyusal topraklama, ritim) sinir sistemine yeni bir denge öğretir. Utançla çalışırken, iç eleştirmenin sesiyle mesafe koyarız; “Görüldüğüm için değerli değilim; değerli olduğum için bir zamanlar görüldüm” cümlesi, imge ile özü barıştıran bir eşiktir. Finansal gerçeklikle itibar ideallerini karşı karşıya getirmek yerine, ikisini aynı masaya oturtan pragmatik planlar—ölçek küçültme, ritim kurma, telif ve arşiv düzenleme—öz saygıya sessiz ama kalıcı bir destek sağlar.
– Peki biz okurlar, medya izleyicileri olarak bu döngüde nasıl bir sorumluluk taşıyoruz?
Bu hikayenin bir de okura ve medyaya düşen payı var. Trajediyi merakla değil, merhametle izlemek; başlığı tıklanır kılmak uğruna bir insanın yasını ve utancını teşhir etmemek; arşiv görüntüsünü “hüzünlü nostalji” olarak değil, hala yaşayan insanlar için bir tetikleyici olabileceği bilinciyle kullanmak… Bazen en iyi destek, sessiz ve saygılı bir tanıklıktır. Çünkü kamuoyu, yalnızca yıldızları parlatmaz; düşüşlerinin tonunu da belirler.
– Son olarak, şöhretin geçiciliği üzerine ne söylersiniz?
Son söz şu: Şöhret, varoluşa eklenen geçici bir ışık efekti olabilir; kimliği görünür kılar ama kimliği kurmaz. Işık söndüğünde kalan, insanın ilişkileri, emek ritmi ve değerleridir. Bir döneme damga vurup sonra unutulan ya da trajik biçimde aramızdan ayrılanların hikayesi, bize alkışın değil, kişinin kendine tuttuğu şefkatli ışığın kalıcı olduğunu hatırlatır. Gazete sayfasında bu satırlar biter; ama bir insanın iyileşme olasılığı, küçük sahnelerde, gündelik ritüellerde, özenle kurulan bağlarda sürer—gösterişsiz, istikrarlı, onarıcı.