hourSON DAKİKA
left-arrowright-arrow
weather
İstanbul
down-arrowup-arrow
    Duygu Merzifonluoğlu Duygu Merzifonluoğlu

    Bazı hayatların kendi kırık döküktür ama ilhamı tamdır

    05.08.2020 Çarşamba | 09:54Son Güncelleme:

    İçinde, mutlaka dışarı çıkması gereken bir şeyler tutmasını ve onu dışarı çıkaracak yer aramasını iyi bilirim. Kuma pislemeye alışkın olan kedilerin, kum bulamayınca mermer zemini patileri ile eşelemesine benzer bir histir. Yapmak zorunda olduğunu bildiğin şeyleri yapman gereken şekilde yapamama hali seni bu yaşamdaki varlığına karşı daha da sorumlu hissettirir. Sonunun ne zaman geleceğini bilemediğin sınırlara doğru sürüklenirsin. Nasıl olacağını asla kestiremediğin yakın bir geleceğe hızla gittiğini bilir ancak bir yandan da sabit bir biçimde yerinde saydığını hissedersin. Seni durdurabilecek kimse yoktur etrafta. Önünü sen bile kesemeyeceksindir. Öyle çaresizsindir. İşte o an kendini bilinmezliğin içindeki mutlak huzura bırakırsın ve sonra da kendinden dışarı çıkarsın..

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Bunun gibi hisler yaşadığını düşünüyorum Fikret Mualla’nın.
    İçindeki çalkantının dur durak bilmediği zamanlarda, kendi tedavisini yine kendinde ve de sanatında bulduğu anlarda..
    Kendini kaybettiğini hissettiği, ona yakın olan etrafındaki tüm sesleri uzaktan duyduğunu düşünmeye başladığı anlarda..
    Basit olan her şeyin fazlaca kafa karıştırdığı, geçmiş ve şimdinin birbiri içine girdiği tanımsız zamanlarda..

    Fikret Mualla’yı ve de onun yaşamında bolca iz bırakan geçmişini düşündüğümde hissettiklerim buna benzer şeyler.

    Ne yalan söyleyeyim, yazmasam içimde kalırdı. Özellikle de beni Fikret Mualla’nın hayatı üzerine bu denli düşündürdükten sonra. Çünkü Fikret Mualla’nın anlatıldığı ve benim de en çok altını çizip, bazı cümlelerinin yanına bolca yıldız koyduğum sayfalardı, Utku Varlık’ın kitabı ‘Zero Hipotez Fragmanlar’ın 185 - 188 sayfaları. O nedenle hissettiklerimi yazmayı seçtim.

    Bazı hayatların kendi kırık döküktür ama ilhamı tamdır

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    ***

    İlginç bir geçmiş kaydı Fikret Mualla’nın. Aslında her şey o doğmadan onun için seçilen ismi ile başlıyor. Anne babası, daha çocukları doğmadan çocuklarını kız bekledikleri için, ona Mualla adını koyuyorlar. Daha Fikret Mualla anne karnındayken, onun cinsiyetini henüz bilmezken. Doğduktan sonra ise, çocuklarının erkek olduğunu öğrenip Mualla’nın önüne Fikret adını ekliyorlar. Böylece de adı Fikret Mualla Saygı oluyor. Yani pek çok kişinin bildiğinin aksine Mualla aslında Fikret Mualla’nın soyadı değil ikinci adı, hatta ilk adı.

    Fikret Mualla futbola deli divane tutkun bir delikanlı. Galatasaray Lisesi’nde okuduğu zamanlarda futbolcu olmayı düşlüyor. Dayısı da futbolcu olduğu için bu düşe fazla uzak değil. Ancak kaza işte, bir maç sırasında birden sağ ayağını kırıyor ve de topal kalıyor. Bu kazanın izini ömrü boyunca bedeninde taşıyacak oluşunun yanı sıra futbolcu olma düşünden de mecburen vazgeçmek zorunda kalıyor.

    Sonrasında Fikret Mualla için farklı bir dönem başlıyor. Hiç hesapta yokken okulda kaptığı İspanyol gribini fazlaca düşkün olduğu annesine bulaştırıyor ve böylece de annesinin ölümüne çok genç bir yaşta sebep olmuş oluyor. Ömrü boyunca da bu suçluluk duygusunu haliyle bir türlü üzerinden atamıyor.

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Bazı hayatların kendi kırık döküktür ama ilhamı tamdır

    Yaşadığı tüm bu olumsuzlukların ardından Fikret Mualla, Galatasaray Lisesi’ndeki öğrenimini yarım bırakıyor ve mühendislik okumak için İsviçre’ye gidiyor. Bir süre mühendisliği anlamaya çalışsa da resmin aslında mühendislikten daha çok ilgisini çektiğini fark etmesi üzerine mühendisliği bırakarak resme devam ediyor.
    Bu yıllar 1920’li yıllar.

    Sonrası bildiğiniz hikaye, Fikret Mualla’nın Fikret Mualla olmak için var gücüyle çalıştığı yıllar.

    ***

    Utku Varlık’ın kitabında anlattığına göre Fikret Mualla, 30’lu yıllarda moda tarihine geçecek kadar uzun bir palto giyermiş. Modelini kendi çizdiği ve de Tokatlıyan Pasajı’ndaki ünlü terzi Peltekis’e diktirdiği bu palto, bir tek kendinde olan ve başka kimsede de eşi benzeri olmayan bir paltoymuş. Özelliği ise yakasız oluşu ve de düğmelerinin gırtlak altından başlayıp sıra halinde yere kadar iniyor oluşuymuş. Bu palto sayesinde Fikret Mualla, kendisini dışarıda olan düşman dünyaya karşı sımsıkı koruduğuna inanırmış. Paltosunun sağ kolunun altında ise resimlerini sakladığı yassı bir kılıf taşırmış. Bu sayede de gece gündüz, yaz kış resimlerini dış etkenlerden koruyabilirmiş. Utku Varlık kitabında bu kılıf için “tüm sermayesi bunun içindeydi, tezgahı buydu, ömrü buydu, dünyası buydu.” diye yazmış. Ardından da “Bir yaşantı ne kadar karmaşık olabilir? Ya da bir kişi içinde kaç karakter saklayabilir? Maskelerinin sayısı !” şeklinde soru işaretleri ve de ünlemlerle biten cümlelerle devam etmiş. Çünkü, Fikret Mualla’nın yaşamı süresince geçirdiği krizler nedeniyle akıl hastanelerinde kaldığı zamanlar da hesaba katılarak, tüm yaşantısında onu yönetecek nevrozun artık karakteri haline geldiği düşünülürmüş. Utku Varlık, Fikret Mualla’nın yaşadığı ruhsal sarsıntıların, onu günlük yaşantısında kavgacı, küfürbaz, sarhoş, çekilmez bir adam haline getirdiğini anlatırken bir yandan da Alfred Adler’in “yaşantısından kaynaklanan gerçek dönüşümün önemli bir bölümü onu bir hayal dünyasına itiyordu.” sözü ile Fikret Mualla’nın içinde olduğu ruh çıkmazını açıklamaya çalışmış.

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Bazı hayatların kendi kırık döküktür ama ilhamı tamdır

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Zor bir durum..
    İnsanın bazen kendi yaşadığı şeyleri kendine bile anlatamadığı anlarda etrafındaki insanlara anlatmaya çalışması ve sonuçta da anlatamaması oldukça zor bir durum.. Anlatamadığı için de anlaşılamaması daha da zor bir durum.. Hissedip tanık olduğu şeylerin farklı gerçekliklere bağlı olduğunu öğrendikten sonra normal olmaya, sıradan kalmaya çalışması çok çok daha zor bir durum.. Her şeyin dışardan son derece dengede görünmesine karşın, içeride çok yoğun bir dengesizlik hali taşıyor olması da öyle.. İçindeki dalgaların her saniye daha da büyüyüp, sahilde olan her şeyi yutup yok edişinin üzerine dışarıda tepkisiz kalmaya çalışması da aynı şekilde..

    Dünyada olmak zor gelir ve neden dünyada olduğunu bir türlü kestiremez insan sanırım böyle anlarda. Bildiği ne varsa unutmuş gibi olur. Aklını toparlayamaz. ‘Beni ben yapan şeyler’ dediği türden şeyler dört bir yana saçıldığı için kendini dağılmış hisseder. O yüzden de her şeyi bir araya toparlamak zorlaşır. Neyin nerede olduğunu bilmeden yaşamak zorlaşır. Çaresiz hisseder insan. Özellikle de ne yapacağını bilemediği ve bilinmezlikte kaybolduğunu hissettiği böyle zamanlarda..

    Yaşamının sonlarına doğru, gecenin bir yarısı panikle uyanıp telefon ahizesini kaldırıp, telefona yanıt veren bayana “Matmazel ben kimin, lütfen bana anlatır mısınız, kimin ben?” diye sorular sorup ardından kim olduğunu öğrenmeye çalışırmış Fikret Mualla.. İnsanı tuhaf bir iç sarsıntısına sürükleyen ne gerçek ve de ne ağır hislerle dolu bir anekdot değil mi?

    ***

    Fikret Mualla’nın 1930’lu yıllarda İstanbul’a döndüğü zamanlarda geçen anılarından biri aynı zamanda benim de okurken en çok ilgimi çeken anılarından biri oldu. Fikret Mualla, İstanbul’da yaşadığı zamanlarda, para kazanmak için sahne kostümlerinden kitap resimlemeye, portre desenlerinden karikatürlere kadar pek çok alanda çalışmalar yapıyormuş. Bir yandan resimler de yapıyormuş ancak resimleri ne yazık ki fazla ilgi görmüyormuş. O günlerde sanatsever Salah Cimcoz kendisine Moda’daki konağında bir yer tahsis etmeyi teklif etmiş. Fikret Mualla da bu teklifi kabul ederek bu konağa yerleşmiş. Burada bir yandan çalışmalarına devam ederken bir yandan da Cimcoz’un üç çocuğuna resim dersi vermeye başlamış. İşte kırılma noktası burada gerçekleşiyor. Bu üç çocuktan biri ilerde Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün eşi olacak olan Emel Hanım’mış ve Emel Hanım da ilgili olanlar bilir, ölümünün ardından 26 yıl yaşadığı Fransa’dan sevgili Fikret Mualla’nın kemiklerinin yurduna geri gönderilmesini sağlayan kişidir.

    Ne enteresan değil mi? Bir zaman önce atılmış olan tohumların ne zaman toprağı delerek çıkacağı ve de ne şekilde size geri ulaşacağı hiç belli olmuyor. Ancak bir şekilde bu bağlantı mutlaka gerçekleşiyor. Siz bu yaşamda olsanız da olmasanız da bir zamanlar yolunuzun kesiştiği, bir müddet ruhlarınızın yan yana gittiği kimseler bir zamanlar sizin hayatınızda var olmuş oluşunu bir şekilde mutlaka belli ediyor. Size olan borcunu er ya da geç ödüyor ve evrenin terazisini yeniden dengeye getiriyor.

    ***

    Utku Varlık, Fikret Mualla’yı anlattığı bölümde “Varoluşundaki, onu resim yapmaya iten olgular hakkında hiçbir şey bilmiyoruz.” diye yazmış. Çok haklı, her şeyi bilmeye imkan yok ancak bir yandan da bilinen çok önemli bir şey var, o da Fikret Mualla’nın yaşamındaki her türlü zorluğa rağmen yaşamını sanatında mutlu anlatmış oluşu. Yaşamın hızla akan ancak en güzel olan yanlarını, en mutlu yerlerini resmetmiş oluşu. Mutlu olmak, özgür olmak, gerçekte yaşayamadığı bir hayatı gerçek yapabilmek için yaratmayı seçmiş oluşu. Belki de o nedenle resim yapmaya bu denli tutkun oluşu. Yaşadığı tüm kötü anıları unutmak için kendine başka bir gerçeklik yaratmış ve bu sayede de yaşamdaki gizli huzuru bulmuş oluşu. Belki de Fikret Mualla’nın yaşamının tek anlamı, onun nevrozunun onu sürüklediği ve kimsenin göremediği ancak mutlaka görmesi gereken bir gerçekliği bize taşımasıydı. Ve de bize hatırlatması.. Hayatın geçici olduğunu ve bu geçiciğin içindeki en kalıcı şeyin de şu an içinde olduğumuz anı yani şimdimizi dolu dolu yaşamamız gerektiğini bilmek olduğunu..

    Lao Tzu ne der bilirsiniz;

    “Üzüntülüyseniz ‘geçmişte’, endişeliyseniz ‘gelecekte’ ve huzur içindeyseniz ‘şimdiki zamanda’ yaşıyorsunuz demektir.”

    Huzur sizinle olsun..