hourSON DAKİKA
left-arrowright-arrow
weather
İstanbul
down-arrowup-arrow
    Duygu Merzifonluoğlu Duygu Merzifonluoğlu

    Ben olmasam da yokluğum var..

    06.04.2020 Pazartesi | 14:49Son Güncelleme:

    Bir kaç yıl evvel bir inzivaya katılmıştım. Bir dağın tepesindeydik. Yazın ortasıydı. Hep beraber yeni bir deneyimin peşindeydik ve öğretinin bizi nereye sürükleyeceğini merak ediyorduk. Kendimize yakınlaşmak, dünyayı hiç görmediğimiz gibi görmek ve imkansızı keşfetmek istiyorduk. O nedenle de söylenenleri harfiyen yapıyorduk. 24 saat aç kaldığımız da oldu, saatler boyunca konuşmama orucuna girdiğimiz de. O günlerden birinde bir ödev verilmişti bize. 40 küsur kişiydik. Geniş bir arazideydik. Herkes kendine bir köşe bulacaktı ve bu köşe, kimsenin kimseyi izleyemeyeceği, birbirinin ne yaptığını görüp bilemeyeceği bir köşe olacaktı. Dört saatimiz vardı. Bu dört saat içerisinde tuvalete gitmemiz serbestti ama kimseyle katiyen konuşmayacaktık. Kimseyle en ufak bir iletişimimiz bile olmayacaktı ve bulunduğumuz ağacı bir zorunluluk olmadıkça da terk etmeyecektik. O dört saat içerisinde yalnızca kendimizle olacaktık. Biz ve oturduğumuz yerin bize gösterdiği kadarıyla doğa ile baş başa..

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    O dört saatin ilk saatinin oldukça hızlı geçtiğini hatırlıyorum. Bir ağacın altındaydım. Gölgede oturuyordum. Önümde bir karınca yuvası vardı. İçindeki karıncalar sürekli hareket halindeydiler, bense öylece duruyordum. Bir müddet yemek taşıyışlarını izledim. Ardından da görünür farklılıklarının olup olmadığını.. Sonra neleri taşıdıklarını.. Birbirlerine nasıl yardım ettiklerini.. 3-5 karıncanın bir minik çekirdeği, sevdikleri birinin tabutunu taşır gibi sımsıkı tutup da nasıl taşıdıklarını.. İkinci saate girdiğimizde karıncalardan biraz sıkılmıştım. Artık bana ilginç gelmiyorlardı çünkü izlenecek bir şeyleri kalmamıştı. O nedenle gökyüzünü izlemeye başladım. Kuşları, güneşi, yer değiştiren bulutları.. Sonra birden gökyüzünün tam ortasından geçen bir fermuar olduğunu hayal etmek istedim. Göğün bir ucundan bir ucuna, boydan boya tüm gökyüzünü kaplayan bir fermuar olduğunu.. Sonra da bir ucundan tutup bu mavi perdeyi açtığımı.. Bu perdenin arkasında nelerin olabileceğini düşünmek beni heyecanlandırdı. Mavi gökyüzüne baktığım halde başka şeyler görüyordum.. Ay, sonsuz evren, gerçekte nasıl olduğunu gidip de göremediğimiz gezegenler, gök taşları, meteor yağmurları, büyük ayı ve kara delikler sıra ile gökyüzü dolduruyordu. Görünenin ötesini görmeye başlamıştım. Gidip görmediğin ancak var olduğunu bildiğin bazı gerçeklerin, görünmüyor olsalar dahi orada olmadıkları anlamına gelmediğini ilk orada o an idrak ettim. Üçüncü saate girdiğimizde ise artık oturmaktan rahatsız olmaya başlamıştım. Ayağa kalkmak, gezinmek, kimseyi görmesem bile etrafta adım atmak istiyordum. Bir köşede öylece oturup kalmak istemiyordum. Herşey beni huzursuz etmeye başlamıştı. Geçirmekte olduğum 4 saate tahammül edememeye başlıyordum. Altında oturduğum ağaç bir tarlaya bakıyordu. Tarlayla aramda ise bir tel örgü vardı ve herşeyi bu tel örgünün arkasından izliyordum. Bunu farkettiğim an yerimden kalktığımı ve tel örgülere ellerimi geçirdiğimi hatırlıyorum. Sanki ‘beni buraya kim hapsetti?’ der gibi tel örgüyü tutup ileri geri sallıyordum. Ancak etrafta - varlığını hissettiğim - kimse yoktu ve kimse de o yüzden bana cevap veremiyordu. Bir yanı başkasının arazisi olduğu için telle ayrılmış koskocaman bir arazide, dört yanı açık bir doğa parçasının içinde kendimi hapis hissediyordum. Kendimi kendime hapis hissediyordum çünkü o ana kadar hiçbir zaman o kadar uzun süre böylesine sessiz ve yalnız kalma zorunluluğunda olmamıştım kendimle. Dört saat sona erdiğinde o dört saate dair anladığım şey şu oldu: ‘kendimi hapseden bendim’ ama kendime değil, ben olduğunu sandığım ancak ben olmayan başka bir ‘ben’e.

    Bugün sonunun ne zaman geleceğini bilemediğim bu karantina günleri için de aynı şeyleri hissediyorum. Görünen başka bir şey, o görünenin ardında sabit bir biçimde duran şeyler ise varlığından hep haberdar olduğumuz bambaşka şeyler. Aynı fermuarla açılan o gökyüzü gibi, bazen olmayacak şeyleri yapabilmek için önce o olmayacak şeyleri düşünmek gerekiyor. Başka türlü insan, gezegenleri, ayı ve yıldızlarla dolu sonsuz evreni öğlen vakti aydınlığında göremiyor.

    Unutmadan, bu inzivanın ardından hayatımda ne değişti derseniz.. İstanbul’a geri döndüğümde, artık bazı şeylerin eskisi gibi olmayacağını biliyordum. Önce, zamanla alışamam dediğim herşeye zaman içinde nasıl alışmış olduğumu farkettim. Zamanla her şeye alışıldığını ve insanın hayatında istemediği bir takım şeyleri bile, nasıl da istermiş gibi kabul ettiğini görmeye başladım. Bu dünyada insan olmayı deneyimlemenin çok da kolay bir şey olmadığını, ancak toplum olarak öyleymiş gibi olduğunu düşünmeye zorlandığımızı anlamaya başladım. Beden - ruh - zihin ayrımının farkına varılması gerektiğini ve insanın ancak bu şekilde yüksek bir bilince geçebildiğini idrak ettim. Bildiğim ve doğru olduğuna inandığım bir çok gerçeklik böylece biçim değiştirdi. Bunun üzerine ben de hayatımı değiştirmek - ki aslında o günlerde en çok istediğim fakat bir yolunu bulup da yapamadığım şey buydu - durumunda kaldım. Sevmediğim ve bana iyi gelmeyen şeyleri - önce varlığını kabul edip artık görmezden gelmeyerek - hayatımdan sıra ile çıkarmaya başladım. Kendini diğer insanlardan bilinçli olarak ayrıştırmanın, daha doğrusu kendini ait hissetmediği yerlerden ve kimselerden uzaklaştırmanın aslında ne kadar da basit olduğunu gördüm. Çünkü bu durum aynı sosyal medyada bağlantı içerisinde olunan kişileri takip etme düzeneği gibiydi. O kişileri ancak ben istersem görebileceğimi ve onları takip etmekten vazgeçersem de görüş alanımdan son derece hızlı bir biçimde çıkabileceklerini fark ettim.

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Dünyam gün geçtikçe değişmeye ve istediğim biçimde genişlemeye başladı. Bakış açım gelişti ve daha da zengin olmaya başladı. Çünkü artık beni sınırlandırdığını düşündüğüm bir çember içinde değildim. Onun yerine beni daha renkli ve yaratıcı olmaya iten mekanlar ve kişilerden oluşan bir çember içindeydim. Azınlıkta hissettiğim bir yapıdan çoğunlukta hissettiğim bir yapıya doğru geçiş yapmaya başlamıştım. Böylece beni kendim ve yaşamım üzerine sorgulatmayan, beni geliştirmediğine inandığım ve bana hiçbir şey öğretmediğini düşündüğüm, yaşam enerjimi tümüyle benden alıp giden herşey ve herkes hayatımdan uzaklaşmaya başladı. Bunun üzerine kendi kendime söylediğim şey şu oldu:

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    ‘Benim artık eskiden ne yaptığımı hatırlamama gerek yok. Onun yerine yarın ne yapacağıma karar vermeme gerek var.’

    Aynı şekilde bu süreç - sonunun ne zaman geleceğini belki bir müddet daha bilemeyeceğimiz evde geçen bu karantina günleri - bize, neye sahip olduğumuzu anlamak için belki de en nihayetinde önce o şeyi kaybetmemiz gerektiğini gösteriyor. Ve tabi yarın ne yapacağımıza daha hızlı karar vermemiz gerektiğini de.. Her öğreti gibi de biraz sıkması, can acıtması gerekiyor ki günün birinde yaş almış bilge bir kadın veya adam olduğumuzda, bugünlerin üstesinden nasıl gelebilmiş olduğumuzu anlatabilir durumda olabilelim torunlarımıza.

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Amerikalı Psikiyatrist Dr. M. Scott Peck bir kitabında, Benjamin Franklin’in ‘Acı veren şeyler öğretir’ cümlesini eski bilge insanların başlarına gelen sorunlardan korkmayıp, aksine onların getirmekte olduğu rahatsızlığı kutsadıkları ile açıklar. Böylece kendileri ile ilgili o güne kadar görmedikleri ve öğrenmedikleri bir şeyi görüp öğrenebilecekleri bir fırsat elde ettikleri için. Aksi halde hayat önceki gibi aynı biçimde devam eder ve böylece de değişim ve gelişim hiç gerçekleşmeyebilirdi. Şimdi ise kesin olan şudur ki, her şey normale döndüğünde hayat eskisi gibi devam etmeyecek ve ‘normal’ bütünüyle değişmiş olacaktır.

    Not: Başlık ‘Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın “Bilgisayarla Konuşmalar” şiirinden alıntıdır.