hourSON DAKİKA
left-arrowright-arrow
weather
İstanbul
down-arrowup-arrow
    Duygu Merzifonluoğlu Duygu Merzifonluoğlu

    Çünkü sen aslında güle anlam veren renkten ibaretsin...

    28.08.2018 Salı | 11:24Son Güncelleme:

    18’nci yüzyılda İpekyolu’nu sık kullanan Hollandalı bir tüccar, bir gün yanına Hollandalı bir ressamı da alarak o an bulundukları şehrin bir resmini yapmasını ister. Ressam da olduğu hali ile şehri resmetmeye başlar. Kılık kıyafetinden gündelik yaşantısına, hanlarından şehir surlarına kadar, o şehri o şehir yapan tüm detayları ile beraber şehri tablosuna işler. Sonra da tablo, onu yapan ressam ve Hollandalı tüccar ile beraber kendi yolculuğuna çıkar. Zaman içinde tablo, elden ele geçer ve 1800’lerin sonunda da Amsterdam’daki Rijkmuseum’da tablonun yolculuğu sona erer.

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow


    Hollanda RijkMuseum’daki “Ankara Manzarası” tablosu ilk kez Ankara’da

    Tablonun yıllar boyu ‘Halep Şehri’ni anlattığı sanılır, taa ki 1970 yılında Türk Sanat ve Kültür Tarihçisi Prof. Dr. Semavi Eyice’nin, bu tabloyu görüp “İyi de burası Halep şehri değildir ki, burası tiftik keçileri ile ünlü Ankara şehridir. Bakınız burası Mahmutpaşa Bedesteni, burası Hacıbayram Camii... Bu resmin sağ alt köşesindeki hayvanlar da o dönemin en önemli sembollerinden biri olan Ankara keçileridir” deyinceye kadar.  

    Ankara Rahmi M. Koç Müzesi Yöneticisi Mine Sofuoğlu ile 2018 yılının sıcak bir Ağustos gününün öğleden sonrasında, bir zamanlar ‘Halep şehri’ olduğu sanılan ‘Ankara şehri’ resminin önünde duruyoruz. Ayaklarımız resimde tasvir edilen hanlardan biri olan Çengelhan’ın serin taş zeminine değiyor. Tabloda gördüğü yer ile o an üzerinde durduğu yerin, aynı yer olduğunu fark edince insan, bir nevi mekanda yolculuğa çıkmış gibi oluyor. Han’ın 18’nci yüzyılda tiftik ticaretinde çok önemli bir merkez oluşu ve adını aslında tiftik tüccarlarının, tiftikleri ve derileri çengellere asıp sattıkları için böyle anıldığı konusu ise, insanı anneannesinin çocukluğunu geçirdiği evin içindeymiş gibi hissettirmeye yetiyor. 

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Mine Hanım’ı dinliyorum: “... Resmin ön kısmında günlük yaşamdan detaylar var. Bir tarafta ahiler toplanmışlar. Hemen köşede ise tiftik keçileri var. Resimdeki insanların kimisi kırkım yaparken kimisi dokuma yapıyor. Arkada ise genel şehir manzarası veriliyor ve surlarla çevrili Ankara şehrini görüyoruz.” 

    İnsan "Ne kadar daha devam edecek der" ama...

    Resme yeniden bakıyorum. Hikaye belli. Yani resimde hiç öyle uzaktan göründüğü gibi 2 camii falan yok aslında, tıpkısının aynısı tek cami var. Biz ressamın bakış açısından düşünemediğimiz için 2 ayrı cami varmış gibi görüyoruz. Yani ressamın, bugün bizlerin cep telefonlarımızdaki dijital fotoğraflara yaptığımız türden bir davranışı, bundan yüzyıllar önce biz daha bugün iki parmağımızı uzatmaya kalkmadan kıvrak bir zeka ile yapmış olabileceğini düşünemiyoruz. Dolayısıyla da resmin ön kısmına aynı mekanın detaylarının, arka kısmına da aynı mekanın genel görünümünün resmedildiğini görünce doğal olarak anlamakta zorlanıyoruz. Aynı bu hayatta pek çok şeyi benzer bir şekilde düşündüğümüz için anlamakta zorlanışımız gibi.

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Çünkü sen aslında güle anlam veren renkten ibaretsin...

    Aslında bu şuna benziyor. İnsan hayatının bazı dönemlerinde kendini karanlıklar içinde hisseder hani. Bu karanlıklar ki penceresiz ve kapısız odalara benzer. Yani bir çıkış yok gibidir ve bir de üstüne sanki hiç bir zaman da olmayacak gibidir. Ancak bir vakit sonra karanlıklar geçer gider. O kapısız penceresiz odaların duvarları yıkılır. Oda güneş ışığından geçilmez olur. O zaman o karanlıklar hiç yaşanmamış gibi olur. İşte o karanlıklar ve aydınlıkların hali aynı bir gülün yakından ve uzaktan görünümü gibidir aslında. İnsan kendini karanlıklar içinde hissederken o günlerin kendisinin tüm yaşamı boyunca yaşamını anlamlı kılacak en önemli derinlikler olduğunu bilmez ve sürekli isyan eder. Neden der. Neden ben der. Ne kadar daha devam edecek der. Oysa yaşam, kat kat yapraklarla örülü, göz alıcı renkteki bir gül gibidir ve bu güle anlamını veren de yakından bakıldığında simsiyah gibi görünen ancak uzaktan bakıldığında güle derinliğini veren yapraklar arasındaki renklerdir. 

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    “Kainatta iki büyük yol vardır"

    Yakınlardan uzaklara.. Geçmişlerden geleceklere.. Gülden derinliğine, İpek Yolu’nun üzerindeki o güzelim ‘Ankara Şehri’nden günümüze.. Aslında neyi yeniden idrak ediyor, neyi görüyor insan böyle olunca? Bir zamanlar dünya ekonomisinin nabzının attığı bu güzergahın aktif olarak kullanıldığı o günlerin üzerinden uzun bir zaman geçmiş olsa da, bizler, yurt edindiğimiz bu toprakların siyasi belirleyici olduğu stratejik konumuna hala sahibiz. Yani Türkiye, nasıl ki bir zamanlar dünyanın en önemli ticaret yolu olarak sayılan İpek Yolu’nda, lüks tüketimden baharata, Çin İpeği’nden Ankara Sof’una kadar piyasanın belirleyici olan tüm ihtiyaçlarını karşılayan bu yolun önemli bir geçişine sahip idiyse, bugün de hala bu yolun çok önemli bir parçasına sahip.

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Bir Özbek atasözü şöyle dermiş: “Kainatta iki büyük yol vardır. Biri gökyüzündeki Samanyolu, diğeri ise yeryüzündeki İpek Yolu”. Belki de bu sözden hareketle, son günlerde de gündemde olan Çin’in ‘bir kuşak bir yol’ projesi ile bizden beklenen tamamen o zamanlardaki tarihsel rolümüze yeniden dönmektir. Yani İpek Yolu’nu geçmişte olduğu gibi yeniden hayatlarımıza adapte etmek ve belki de dünya tarihine yön verecek bir başka gerçekliğin önemli bir parçası olmak için hazır beklemektir. Yani İpek Yolu’nun yeniden canlandırılma yolculuğundan anlamamız gereken yalnızca gülü görünüşünden değil anlamından ötürü sevmektir.  

    Çünkü sen aslında güle anlam veren renkten ibaretsin...

    Bir zamanların saray kumaşı: Sof

    Ankara Rahmi M. Koç Müzesi’nde 16 Eylül’e kadar gezebileceğiniz, bu tarihin her dönemine vurgu yapabilen serginin adı ‘Sof’. Adını bir zamanlar Çin İpeği’nden hiç de aşağı kalmayan hatta ve hatta belli alanlarda daha da üstün kabul edilen Tiftik Keçileri’nin ipliklerinden yapılan kumaşlarından alan ‘Sof’ sergisi. Serginin gözbebeği haliyle ‘Ankara Şehri’ tablosu fakat tabi sergi, eş zamanlı olarak Ankara’nın bir sembolü olan Tiftik Keçisi’nin zaman içindeki yolculuğunu da gözler önüne seriyor. Bir zamanlar saray kumaşı olarak bilinen ‘Sof’ kumaşının, padişahlar ve din adamları arasında neden popüler olduğundan, bu kumaşın su geçirmez özelliği sebebi ile gemilerde nasıl yelkenli kumaşı olarak kullanıldığına kadar pek çok konuda bilgi sahibi oluyorsunuz. Tabi zaman içinde bu kumaşı o günlerdeki gibi işleyebilen kimsenin kalmamış oluşu insanı üzüyor, ancak bana öyle geliyor ki birileri her an çıkıp, biraz çaba harcayarak, ‘Sof’ kumaşını yeniden üretip bu kumaşı markalaştırabilir.

    Neden diyorum çünkü nasıl ki, Osmanlı döneminde bu kumaşlar Avrupa’nın dikkatini çekebildiyse ve İngilizler Ankara Tiftik keçilerini o dönemde Güney Afrika’ya götürüp, orada bu keçileri bizden daha fazla önemseyerek yetiştirip, sonunda ‘British Angora Goat’ sertifikası aldıysa, hatta ve hatta kendilerine bizim tiftik satışında kullandığımız ‘muhayyer’ kelimesinden bir isim türetip bir ‘Moher’ hikayesi yaratarak bu kumaşları tüm dünyaya sattıysa, o zaman kök bizde ola ola o güzelim saçı uzatmamak nedendir?

    Sonuçta bugün Vasco da Gama’nın Ümit Burnu’nu geçerek denizlere taşıdığı İpek Yolu, 500 yıl sonra tekrar karaya tekrar dönüyor. Bu da demek oluyor ki, kaybedildiği sanılan bu değerin aramıza yeniden dönüşü gibi ‘Sof’ da Tiftik Keçileri’nin üzerinde yeniden eğrilmek üzere hazır bir biçimde bizi bekliyor. Ankaralılar ve yolu önümüzdeki bir kaç hafta içinde Ankara’dan geçecekler için sergi, Ankara Kalesi’nin hemen yakınındaki Çengelhan’da sizleri kentsel bir yolculuğa çıkarmak için beklemeye devam ediyor. Diyecek tek bir sözüm var, kaçırmayın!

    Ankara’dan büyük bir keyifle bildirdim, 

    Sevgilerimle,