hourSON DAKİKA
left-arrowright-arrow
weather
İstanbul
down-arrowup-arrow
    Duygu Merzifonluoğlu Duygu Merzifonluoğlu

    Neye sahip olduğunu kaybedince anlarsın...

    15.12.2020 Salı | 15:03Son Güncelleme:

     “The Hundred” dizisi baştan sona 2 aylık bir yolculuktu benim için. Bana hatırlattığı, hayalimde canlandırmama yardımcı olduğu ve de hayat adına yeni sorgular yapmamı sağlayan pek çok şey vardı içinde. Zamanın farklı gezegenlerde farklı akışı konusu bu dizi sayesinde insanın kafasında iyice yerli yerine oturuyor. Dinler, farklı topluluklardaki farklı inançlar, 7 büyük günahın derin anlamı, insanın kendi karanlığında kaybolmadan kendi ile karşılaşamayacağı konusu, yapay zekanın neden korkutucu olabileceği, dünya dışında yer alan maden arayan uzay araçlarının gerçekte nasıl olabileceği, dünyanın sonu senaryoları, yaşam öncesi ve sonrası kuramları, ölümsüzlüğün başka bir bakış açısı ile ne olabileceği, Tanrılar ve ihtişamlı zenginlik arayışlarının bitmez bilmeyen iştahı, yaşamda kalmak için yapılması gerekenlerin ağırlığı, solucan deliklerinin zaman ve mekanı yok eden sihirli gerçekliği, görünmez olma fikrinin son derece olası bir kombinasyonu, gezegenlerarası köprü kuran kutsal sembollerle bezeli taşların sana feleğini şaşırtışı ve de yaşamın bildiğin gerçekliğinin ardında kalan gerçeküstü hali ise dizi sonrası aklımda kalan, bir takım düşüncelerdi. 

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    (Dikkat, spoiler içerir !) Her ne kadar pek çok dizinin başlangıcında alışık olduğum gibi başlarda biraz sıkılmış ve bırakmayı düşünmüş olsam da şu an devam etmiş olduğum için şanslı sayıyorum kendimi. Çünkü dizi bana dünyaca gittiğimiz sonu bir kez daha düşünmemi sağladı. Neden derseniz; bu yapım aslında Kass Morgan’ın aynı adı taşıyan kitabından uyarlanmış olan bir dizi serisiydi ve aslında yakın gelecekte olan bir nükleer savaş sonrasındaki dünyayı anlatıyordu. Bu savaş sonrası radyasyon nedeni ile insanlığın dünyadan uzaya kaçışı ve de dünya kendini temizleyene kadar geçici olarak uzay istasyonlarında yaşayışı, dizinin ilk bölümlerinde göreceğiniz hikaye oluyordu. 97 yıl bu istasyonlarda zor şartlar altında yaşadıktan sonra artık ellerindeki kaynakların tükenmesi ile beraber burada yaşayan insanlar, eski asıl evleri olan dünyaya yeniden dönmek istiyordu. Bunun üzerine gözden çıkarılabilecek, daha önce bazı suçlar işlemiş olan 100 genci bu uzay istasyonlarından dünyaya gönderiyorlardı. Böylece zamanında insanların ölümüyle sonuçlanan nükleer savaşın ardından dünyanın yüzeyini kaplamış olan radyasyonun kalktığını ve dünyanın artık yaşanılabilecek durumda olduğunu öğreniyorlardı. Ardından da istasyon serbest düşüşe geçtiği için dünyaya iniş yapmaya mecbur kalarak dünyaya düşüyorlardı. Dünyadaki bu 100 genç ise bir müddet sonra dünyada kendilerinden başka yaşayan insanlar olduğunu da öğrenerek yeni bir maceraya başlıyordu. Ve siz de insanlıktan geriye kalan bu bir avuç insanın başlarından geçen zorlu olayların üstesinden geliş biçimlerini bu sayede izlemeye başlıyordunuz. 

    Neye sahip olduğunu kaybedince anlarsın...

    Ama tabi bu seride en çok gördüğünüz şey, ne kadar çok sona gelirse gelsin, her defasında kendini zar zor da olsa iyileştirebilen, dünya oluyordu. İnsanın doğası ise her defasında kendi çıkarlarına yenik düşüyor ve her şeye yeniden başlamış olan dünyayı ne yapıp edip yeniden sonuna ulaştırıyordu. Dizinin başından sonuna kadar en istikrarlı gördüğünüz şey ise; uzun yıllardan bu yana dünyayı bir türlü paylaşamayan, iktidarın kimde olacağına asla karar veremeyen, ölümsüz olabilmek için önüne çıkan her şeyi ve herkesi gözünü kırpmadan yok eden insan doğasını tüm çıplaklığıyla görüşünüz oluyordu. Sonra da bir çıkarım yapıp, bizim bu dizideki insanlardan ne farkımız var diyebiliyordunuz… Biz de aynı orada olduğu gibi teknolojiyi daha çok insan öldürmek amacıyla silahlar yapmak için kullanmıyor muyuz? Güç dengeleri arasında ezilip giden ve dünyadaki toprak paylaşımını bir türlü kabul edemeyen insanların sayısı burada da gün geçtikçe artmıyor mu? Koskoca dünyaya gün geçtikçe ne kadar çok sığamadığımızı görmüyor muyuz biz de? Beraber yaşayamadığımızı ve bunun neden bu kadar zor olduğunu gün geçtikçe daha zor anlayacak duruma gelmiyor muyuz?…

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Diğer bir yandan ise dünya belki de bu nedenle sonuna gelmeyi seçiyor çünkü insanlık daha iyi bir dünyaya dizide de anlatıldığı gibi henüz hazır değil. Çünkü hala insanı yaşatmak için insanı öldürme fikrini savunuyor toplum. Çünkü bu dizi 100 yıl sonrasını anlatıyor olsa da ve açık bir şekilde bize yakın geleceğimizin görsel bir ifadesini sunarak, “bak dikkat etmezsen seni böyle bir gelecek bekliyor.” dese de yapabildiğimiz pek bir şey yok. Bugün bile yaşadığımız bu koronavirüs gündemi geçtikten sonra insanlığın akıllanıp akıllanmayacağı meçhul. Yok yere ölüp giden insanlar, evde hapis bir biçimde geçirdiğimiz bu günler, bize bir şey olacak mı, hadi kendimi geçtim sevdiğim insanlara bir şey olacak mı diye korku ile geçirdiğimiz bu dönemin ardından acaba nasıl bir öğretiyi tamamlamış olabileceğiz milletçe, ülkece, dünyaca ve de nasıl başlatmış olacağız bundan sonraki sonumuzu merak ediyorum…

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Neye sahip olduğunu kaybedince anlarsın...

    Ne düşünüyorum biliyor musunuz bazen? Sinemadan çıkmışız gibi olacak bu süreç sona erdiğinde ve hepimiz birbirimize bu gerilim dolu, gerçek bir hikayeden ilham alınarak yaratılmış olan bu film için ‘o neydi ya öyle’ diyeceğiz. Az önce çıktığımız sinema salonundan bir an önce kaçma isteği duyarak. Ama o an için daha vakit var. Şu an aynı sinema salonunda oturmuş aynı filmi izliyoruz. Aynı oksijeni soluyor aynı sahnelerde aynı şekilde irkiliyoruz. Kimimiz koltuktan kalkıp bir daha geri dönmemek istiyor, kimimiz “bitse de gitsek” diyor, kimimizse sinemada yasak olduğu halde sesli konuşmayı çok seviyor. Ama işte sessizlikte her şey daha da görünür olur ya bazen ve loş ışıkta aydınlıktan daha çok göze batar ya hani her hareket, öyle bir haldeyiz. Farklı duyularımızı geliştiriyoruz, her gün biraz daha… Su gibi, bir taşın etrafından geçerek yolumuza devam etmeye çalışıyoruz. Eğimimize doğru akarken kendimize kattıklarımız bizi büyütsün istiyoruz, büyütsün ki bu süreç geçip gittikten sonra bunun gibi bir dönem daha yaşamasın insanlık. Düzlüğe çıkana kadar yapacağımız şey bu, bu süreçten alabileceğimiz tüm dersleri almış olarak çıkabilmek. Sinema salonunda oturan herkes gibi kurallara uyarak filmin bitmesini beklemek. Herkes gibi beklemek, herkesle beraber beklemek. Tek yapmamız gereken bu; her şey gibi bunun da geçeceğini bilerek, sinemada olduğumuzu unutmadan, filmin bir sonu olduğunu ve o bittiğinde eve gideceğimizin farkında olarak filmin içine girmeye çalışmak. Acaba film bana ne anlatıyor, filmde geçen hangi cümleyi duymam için bu film şu an bana gösteriliyor ve bittiğinde neyi anlamış olmalıyım diyerek filmi izlemek ve etrafında olan biteni farklı bir biçimde değerlendirmek, bence yapmamız gereken tek şey bu. 

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Neye sahip olduğunu kaybedince anlarsın...

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    O zaman “The 100” gibi insanlığın hangi düzeyden hangi düzeye ne şekilde geldiğini müthiş bir kurgu ile anlatan, dünyanın sonuna nasıl gelinebileceğini hatırlatan diziler de, içinde olduğumuz bu Koronavirüs gündemi de amacına hizmet etmiş olur. Bugünlerde hepimiz bir çok komplo teorisi ile karşı karşıyayız. Bir bilinmezliğin içinde yüzer gibi, karanlıkta yolumuzu bulmaya çalışıyoruz. O nedenle bu dünyanın ilk gününden beri dünyada olanlar, dünyanın bugüne kadar geçirdiği aşamalar ve de yakın bir gelecekte dünyanın karşı karşıya olduğu mutlak veya muhtemel son denilen dönem konusunda biraz daha derin bir biçimde düşünmeye ihtiyacımız var belki de.. Pek çok sorunun cevabı bize ancak öyle gelecek. Çok büyük bir bütünün çok çok küçük parçaları olduğumuzu eğer gerçekten idrak edebilirsek.