hourSON DAKİKA
left-arrowright-arrow
weather
İstanbul
down-arrowup-arrow
    Duygu Merzifonluoğlu Duygu Merzifonluoğlu

    ‘Yalanların yaşayamayacağı bir sıcaklık derecesi’

    21.04.2020 Salı | 16:00Son Güncelleme:

    Sanırım şu son bir kaç yılda en iyi gözlemlediğim şey şu oldu; insan kendine yalan söylemeyi bıraktığı noktada, birden kendi için uygun olan hayata geçiş yapıyor. Ama tabii diğer yandan, nesiller boyu sürdürülmüş ‘yalan dünya’ kurguları içinde ‘en büyük yalan’ı görmek de mesele. Görmek istemeyi tercih etmek ise ondan daha da büyük bir mesele..

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Sabahın ilk saatleri, sporumu yapmışım, kahvaltım bitmiş, kahvaltıdan kalan çayımı elime almış koltuğa geçmişim. Bir kitap alıyorum elime, bir müddet bölünmeksizin kitabın içinde ilerliyor, arada da çayımdan bir yudum alıyorum. Telefonum sessizde, ama ışığı yanıp sönüyor. Mesaj üzerine mesaj geliyor. İlgilenmiyorum. Ardından CNN’den Koronavirüs haberleri gelmeye başlıyor. Türkiye’de son durum nasıl, dünya nereye doğru gidiyor iki satır halinde telefon ekranında yazıyor. Öyle olunca da gözüm telefon ekranına kayıyor. Kopya çeker gibi okumaya başlıyorum. İyiye gidiyor muyuz, hiçbir şey yapmadan çok şey yaptığımız bu günler, bir işe yarıyor mu merak ediyorum. Tabii haliyle habere bakacağım derken kitaptan da kopmuş oluyorum. Bu arada çayım soğumuş. Kitabın arasına bir kalem sıkıştırıp, içeri kendime bir kahve yapmaya gidiyorum. Kahve yaparken aklıma maydonozlar geliyor. Telefonumu elime alıp market listesine maydonoz yazıyorum.

    Akşamüstü, hangisi daha iyi, daha iri, daha güzel dokunamayarak uzaktan seçeceğim meyve sebzelere bir kaç şey daha eklenmiş oluyor. Sonra elimde kahvem salona geri dönüyorum. Görüntülü bir arama geliyor. Artık normal aramalar eski moda. Kıyafet kodunun sıradan bir eşofman üstü olduğu, herkesin makyajsız ve en doğal halini görebildiğin bu internet üzerinden yapılan görüntülü aramalarda herkes evinde, ışığı yüzüne en güzel aldığı yerden sana kendini gösteriyor. Herkes uzaktan parıl parıl parlıyor. Koku yok. Dokunma yok. Sıcaklık yok. Ama yakınlık var. Özlem var. “Ben görmeden de çok sevebilirim”ler var. Uzun mesafe ilişkilerin de insana öğrettiği bazı şeyler pek tabii var. Özlemeyi öğreniyorsun. Özlemenin gerçekte ne olduğunu, hazzı ertelemenin aslında ne kadar da çok lezzet doğurduğunu, sabrı ve sınanmayı öğreniyorsun. İçindeki karanlık ile tanışmayı, zehirli düşüncelerle savaşmayı ve aslında geçilmez denilen sınırların kim tarafından çizilmiş olduğunu öğreniyorsun. Beklemeyi ve beklemenin insanı nasıl dervişliğe götürüp muradına erdirdiğini daha iyi anlıyorsun.

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Telefon ekranlarında artık Vizontele’de izlerken kahkahalarla güldüğün, Cem Yılmaz’ın ‘Zeki Müren de bizi görecek mi?’ repliği kadar absürt bir gerçeklik içinde yaşıyorsun. Bir bebek koltuğundaymış gibi telefon olarak masaya oturtuluyor, tuzluğa, çaydanlığın kulbuna ya da ekmek sepetine dayandırılarak ayakta tutuluyor ve gerçekte olmadığın masalarda gerçekleşen yemeklere, kahvaltılara ya da çay saatlerine sanal olarak katılıyorsun. Sırayla ne yapıyorsun, günlerini nasıl geçiriyorsun anlatıyorsun. Son izlediğin filmleri, okumakta olduğun kitapları, son denediğin yemek tariflerini anlatıp, Koronavirüs üzerine son öğrendiğin komplo teorilerini ve kimlerin ‘evdekal’ çağrısına uymayıp evden çıkış yaptığını bir bir anlatıyorsun. Günün belli saatlerinde kendini “Star Wars” filmindeki ‘direniş’ timi gibi hissediyorsun. Sessiz ama derinden ilerliyor, her çalan zilde “saklandığımız üssü kim buldu?” dercesine yerinden fırlıyorsun. Savaş meydanına çıkmadan çelik yeleğini giyip kaskını takar gibi maskeni ve eldivenini takıyor, sonra da kapı arkasına kendinin %90’ını gizleyerek kapıyı açıyorsun. Fazla konuşmuyorsun, göz göze de gelmiyorsun. Gelen kargo kutusunu içeri alıyor, hızlıca dezenfekte ediyorsun. Sonra gidip ellerini 1 değil 2 hatta 3 kez bol sabunla yıkayıp, aynada kendine şöyle bir bakıyorsun.

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Koruma altında olduğunun huzuru ile kolonyaya uzanıyorsun. Sonra yeniden içeri gidiyorsun. Sarma sarıyor, yoğurt mayalıyor ve ekmek pişiriyorken bir farkediyorsun ki aslında istediğin ve sevdiğin her şeyi yapabileceğini hem de her gün yapabileceğini görüyorsun. İyiden iyiye alışılmış bu yeni gerçeklikte bolca öğreniyorsun. Her şeyi tek başına yapmayı, her şeyi yapabilmek için gereken tek şeyin aslında yeterli zaman olduğunu, her gün daha iyi anlıyorsun. Bol bol denemenin ustalığa giden tek yol olduğunu her geçen gün daha iyi anlayarak hayatı daha da iyi öğreniyorsun. Bu süreç mecburi fiziki mesafenin aksine bazı kimseleri sana daha da çok yakınlaştırıyor ve bazı kimseleri de senden tamamen uzaklaştırıyor. Yüz yüze görüşemezken, aynı masada oturup göz göze gelemezken, nasıl oluyor anlayamıyorsun ama aslında içten içe hissediyorsun. Zamanım yok dediğin her şey için artık zamanın var. Öyle olunca farkediyorsun ki bu hayatta bazı insanlar senin eksik cümlelerini taşıyorlar. Bazıları ise o paragraftaki çıkması gereken fazlalıklar. Yavaş yavaş, bilgece eliyorsun hayatındaki fazlalıklarını. Bir heykeltraş gibi yontuyorsun sivri kenarlarını. Her geçen gün daha da pürüzsüzleştirmeye çalışıyorsun doğrularını. Yalanların yaşayamayacağı bir sıcaklık derecesindesin. ‘Bir yalanın içinde yaşamak’ ne anlama geliyor artık daha da iyi biliyorsun. Arada bir gardrobuna gidip kıyafetlerine bakıyorsun. Onlara baktıkça, bugüne kadar kendini tanımladığın sıfatları, gittiğin yerleri, yediğin yemekleri ve bugüne kadar yan yana gözüktüğün tüm insanları bir bir düşünüyorsun.. Sonra daha da ileri gidiyor, bu hayatta olsun istediklerini, olanları, olmayanları, iyi ki olmuş ve olmamışları teker teker düşünüyorsun… Ardından öyleymiş gibi göstermek istediklerini ama gerçekte öyle olmayanları düşünmeye, düşündükçe de bulmaya çalışıyorsun “en büyük yalan”ı. Sende herhangi bir yalan olup olmadığını, bugüne kadar hiç karşılaşıp karşılaşmadığını, üstesinden gelip gelemediğini, hangisiyle nerede ne zaman tanıştığını, beyazını, pembesini, siyahını, artık yalanların kaç cinsini tanıyıp ne kadarını biliyorsan hepsini düşünüyorsun.. Kendine sorar gibi içten içe dünyaya, insanlığa ve bildiğin tüm gerçeğe soruyorsun.. Aynı, pamuk prensesi öldürmek isteyen cadının aynasına bakıp ‘benden daha güzeli var mı bu dünyada?’ diye soruşu gibi kendine soruyorsun gardrobun önündeki aynaya bakıp..

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    ‘Bilmediğim ve artık bilmem gereken bir yalan var mı bu dünyada?’

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    ***

    Hallac-ı Mansur’u bilirsiniz. Ünlü bir sufidir. M.S. 922’de Bağdat’ta kırbaçlanıp, derisi yüzülüp ardından da taşlanarak öldürülmüştür. Ölüm sebebi ise ulu orta, tanıdığı tanımadığı herkese “Enel Hak / Ben Tanrıyım” demesi ve bu sözünden de geri dönmemesidir. Çünkü Mansur, İskenderiye Okulu filozoflarıyla tanıştıktan sonra, onların görüşlerini benimsemiş, o andan itibaren de kendi inandığı doğruları tam olarak inandığı biçimde insanlarla paylaşmak konusunda bildiği yolu izlemeyi seçmiştir. Ona göre parça bütüne aittir ve çokluk, bütünün farklı biçim ve nitelikteki yansımalarından ibarettir. “Gerçek sır” ise, Tanrısallığı insanın içinde görebilmesindedir. O nedenle Mansur, “kendini bilen, Tanrı’yı bilir.” der. İşte o nedenledir ki, Sufizm’de Hallac-ı Mansur çok önemli bir simgedir ve Sufi olacak kimselere de verilen en önemli örneklerden biridir. Bazen en büyük hatanın, bazı sırları açıkça söylemek, asla ve asla hazır olmayanlara bu sırları vaktinden evvel açık etmemek, aksi halde istenmeyen sonuçlara sebebiyet verebileceğini hiç unutturmamak için. (Kaynak: Gizli Sırlar Öğretisi, Ergun Candan)

    Geçenlerde sosyal medyada bir kaç gün üst üste bazı paylaşımlar gördüm. Ruhsal uyanış üzerine. Binlerce insana bu karantina günlerinin gerçekte ne olduğu, ‘uyanış’ın nasıl başlayacağı ve yapılması gerekenler üzerine çok çeşitli yorumlar anlatılıyordu. Ve doğal olarak bu yorumları dinleyen, okuyan insanların aklına da bir dolu soru geliyordu. Kendi kendime o paylaşımın ardından şunu düşündüm. Dünyanın büyük bir yüzdesi henüz daha ‘uyanış’ kelimesinin ne olduğunu bilmezken, insanlara melekler, yüksek benlikler, kozmos, kabile ruhu, sevgi içimizde, şifa, kanallık, frekans yükseltme, titreşim düşürme, toprak ana, kendi karanlığı ile yüzleşerek aydınlığa geçmek gibi tabir ve kalıpları anlatmak son derece fantastik geliyor olmalı. Bana öyle gelirdi çünkü yıllar öncesinde ilk duyduğumda ben de öyle hissetmiştim. Dolayısıyla bu konularla uzaktan yakından alakası olmayan insanları korkutup, yanlış şeyler düşünmelerine sebebiyet vermemek adına bana göre daha farklı bir yol izlenmeli. O nedenle bilginin gerektiği kadarını gereken kişi ile bilgece paylaşmak bir bilgelik konusudur. İnsan, ancak öyle gerçekler üzerinden giderek, kanıtlayabildiklerini kanıtlayarak, bildiği doğruları yıkıp yerine yenilerini koyarak, adım adım geçmişin aslında ne kadar eksik bilindiği üzerine saptamalar yapabilir ve ancak öyle dünyanın geçirdiği evreleri yeniden düşünerek bugünü daha iyi anlayabilir. Dolayısıyla, her olayı ‘uyanış’ başlığı altında değerlendirmek ne kadar doğru bilmiyorum. Hatta bu olay, onun bir parçası dahi olsa, bilgiyi sunuş yöntemi bakımından insanlarda kafa karışıklığına neden olabilir. Bunun sonucunda da insanlar, hiç istenmeyen bir şekilde analitik bir bakış açısından uzaklaşarak yoğun bir mistisizm'in içinde kaybolmaya başlayabilirler.

    James Redfield, hayatı tanımlayan 9 anahtar ile açılan gizemli bilgileri anlattığı “The Celestine Prophecy” isimli kitabının bir yerlerinde, kitaptaki karakterlerden birine yetişkinlerin dünyalarındaki gerçekleri çocuklara nasıl açıklayacaklarını sorar. O da şunun gibi bir cevap verir. (Kendi cümlelerimle anlatıyorum.)

    “Her çocuk gerçekliğin ağır yükünü taşıyabilecek kadar güçlü değildir, dolayısıyla gerçeğin peşine düşmedikçe çocuklar, çabuk büyümeye zorlanmamalı ve çocukluklarının zevkini çıkarmaya devam etmeleri için onlara zaman tanınmalıdır.”