hourSON DAKİKA
left-arrowright-arrow
weather
İstanbul
down-arrowup-arrow
    Duygu Merzifonluoğlu Duygu Merzifonluoğlu

    Yaşamak dediğin 3 gözlü 5 burunlu 7 dudaklı küçük bir dev belki...

    03.05.2018 Perşembe | 14:48Son Güncelleme:

    Angelo ve Beatrice’nin iki kişilik solo sergisini gezerken bunları hissettim. Hem anları, hem hatırlanmayı, hem hatırlamayı, hem yaşamı, hem varoluşu, hem yok oluşu hem de görünenlerin belki de göründüğü biçimle uzaktan yakından bir alakasının bile olmadığını. Angelo Brescianini ve Beatrice Gallori’nin iki kişilik solo sergisi...

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Kimlerde ne halleriniz kayıtlı bilmiyorsunuz.
    Hangi kıyafetinizle, hangi saç boyunuz ve hangi mimiğinizle o insan tarafından hatırlanıyorsunuz onu da bilmiyorsunuz.
    Bazı insanlar tarafından hatırlanıyor musunuz onu da bilmiyorsunuz.
    İnsanların sizi, sizden habersiz kendi zihninde çektiği fotoğraflarınıza erişim kabiliyetiniz sınırlı.
    Ama yine de işte bu yaşamın tüm zigzaglarına rağmen, bu yaşam için elinizden geleni yapıyor, ulaşabildiğiniz en iyi kıyafetleri giymeye çalışıyor, kendinize bakıyor, sevdiğinizi sevdiğiniz kimselere söylemeye çalışıyor, bu yaşamda bir şekilde var olmaya çalışıyorsunuz.
    Bu yaşamın içinde bir yerlerde başınıza gelecek olan şeylerin size hangi idrakları getireceğini bilmek konusu. Bu konu size mayın tarlasında yürümeye çalışmak gibi geliyor bazen ve aklınıza geldiği vakit bu fikrin üzerinde kah duruyor kah durmuyor sonra da geçip gidiyorsunuz.
    Bir şeylerden geçip gidiyorsunuz.
    Hepimizin günün belli saatlerinde yaptığı gibi.
    Geçip geçip gidiyorsunuz.
    Aynı bu yaşamdan geçip gittiğimiz gibi.

    Yaşamak dediğin 3 gözlü 5 burunlu 7 dudaklı küçük bir dev belki...

    Biliyorsunuzdur Aria Sanat Gallerisi (Aria Sanat Galerisi’ni, Floransa’da yaptıkları Burhan Doğançay’ın solo sergisinden ve hem Floransa’da hem Londra’da yaptıkları İrfan Önürmen’in solo sergisinden hatırlayacaksınızdır.) Floransa ve Londra’dan sonra bir kaç ay önce İstanbul’da da açıldı. İlk önemli sergisini de Angelo Brescianini ve Beatrice Gallori’nin iki kişilik solo sergisine ayırdı. Serginin Küratörü Allessandra Frosini’ydi ve “E-motion Capture” başlıklı sergi için sergi davetiyesinde şu cümleleri kurmuştu:

    “İki sanatçının da motion capture animation ile hayat bulan eserleri, gerçekliğin arkasında saklı olan kargaşanın arayışıdır. Eserler, barındırdığı güçlü duygusal çağrışımların ortaya çıkardığı varyasyonların, plastik parçalarda gerçekleştirilmesini hedefleyerek Kinetik/Devinimsel sanatın kıvılcımlarını ateşler.”

    …Ateşler çünkü bu dünyada görünenin ötesindeki görünmeyeni görebilmek içindir aslında tüm kavga.

    Angelo ve Beatrice’nin eserleri ve çağrışımlar üzerine..

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow


    Angelo Brescianini ve Beatrice Gallori’nin iki kişilik solo sergisi İstanbul’da

    Şimdi senin içini açsak. Kapalı bir fermuarı baştan aşağı indirir gibi, derini boylu boyunca başından ayak ucuna kadar açsak ve sen bu duruma şaşırmasan. Canının hiç acımayacağını bilsen tüm bunlar olurken ve kendi içini biz açtıkça sen izlesen.

    O fermuar açıldığında içeride ne görürdün? Senin her gün gördüğün o tanıdık bedenin dış kıyafetini çıkarsak, içerden ne ve kim çıkardı yani? Ve sen o şeyi ne kadar tanıyor olurdun? Beatrice için “Gözümüzün önünde hayat bulan formları yansıtır” diyor Frosini, ancak bana göre Beatrice, fermuar açıldığı an insan bedeninde gördüğü hareketli hücreleri, heykel ve resim karışımı, kendi yarattığı 3 boyutlu maddesel an kaydedicilerine sabitleyebilmiş bir yaratıcı.

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Çünkü Frosini, Beatrice için “hücresel hareketlerin oluşturduğu tekrar eden desenlerden etkilenir” derken benim aklım fermuar açıldığı vakit ortaya çıkan kimliğe - veyahut kimliksizliğe - takılıyor ve bir yerden sonra da başka bir şey düşünemez oluyorum. Gerçek ve gerçeğin ötesi dediğimiz şeydeki anlamı kavrama kaygısı belki de bana içerde taşınan görülmemiş kimliklerin dışarı kaçışını düşündürüyor ve haliyle de merak ediyorum. Gerçek olduğumu nasıl ispatlarım kendime? Çimdik atsam inanır mıyım? Ne yapsam inanırım ne yapsam inancımı yitiririm? Ne beni gerçekliğime getirir?

    Yaşamak dediğin 3 gözlü 5 burunlu 7 dudaklı küçük bir dev belki...


    Tabii ki de "ölüm" 

    Angelo için “bilinç üzerine yapılan sorgulamaları ve varlığın belirsizliklerini paslanmaz çelik plakalar ya da damarlı metaller üzerine yaptığı mermi atışlarıyla inceliyor” diyor Frosini, bense şimdi işin yoksa git ve bekle diyorum. Bir kurşun geçirmez camın, bir çelik plakanın önüne geç ve sakince bekle. Silah atılsın. O cam, o plaka, o levha o mermiyi tutsun. Sen de orda dur. Aynı hizada. Orda durmaya devam et. Silah, mermi, levha ve sen aynı hizada kalın. Sonra da hiçbir şey olmamış gibi yap. Olacak iş mi? Şimdi sen sanıyor musun ki plakaya takılan mermi sana ulaşmadı.

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Bana değmez bu olay, benimle ilgili değil bu olay diyenlerin yanılgısı gibi değil mi bu bakış açısı? Mermi sana ulaşmamış gibi olsa da sesi ve manevi kütlesi bedeninde değil mi şimdi söylesene bana? Sende. Çünkü bağlıyız birbirimize. Seni yaralayan beni de yaralar. Aynı Angelo’nun mermi tutan plakalarının yaptığı gibi. Sana gelen bana da gelir ve benden sekip başka yere gitmez bende de kalır. Artık bir öğrenelim şunu değil mi?

    Bir şeyin yok olma ihtimali ile karşı karşıya geldiğinizde aklınız başınıza gelir.

    Yaşamdayken ölümle karşı karşıya gelme deneyimi insanı yaşama daha çok bağlar mı? Daha çok ‘bırakın beni yaşayacağım’ dedirtip Mevlana’nın o güzelim sözünü gerçek edip, hayatının altını üstüne getirtip, altının güzelliğini cümle aleme göstertir mi? Bu yaşamı sorgulatan bu yaşam dürtüsü, insandan dışarı ne çıkartır? Kalın, asla mermi geçmeyecek plakalara silah atmak mı yoksa o levhanın arkasında merminin geçemeyeceğini bilerek beklemek isteyen miyiz bu hayatta?

    Derin mevzular ve Angelo’nun yaşamın son noktası gibi görünen ancak içinden yaşam hevesi fışkıran, bu içinde mermilerin hapis olduğu eserlerinin yanında, Beatrice’nin yaşamın ilk anındaki ve belki de tüm anlarındaki kayıtlarının, havada asılı duran sözlerin, seslerin ve görünmedik izlerin olduğu anları temsil eden akışkan eserleri. Her iki sanatçı da insanı, yaşama ve yaşamın biricikliğine itmeyi daha iyi anlatamazdı belki de. Bu iki yaratıcının, olmazı olur kılan meraklının eserlerinin bende bıraktığı çıkarımlar ise sanırım şöyle:

    Büyüyorsan, dönüştürüyorsan utanmadan çatlayacaksın bu hayatta. Çatlatacaksın dışındaki o kabı. Yeni bir oluşum için bir şeylerin yok olmasına izin vereceksin. Bir şeylerin izi kalacak. Ruhunda, zihninde, hatta belki de bedeninde ömrünün sonuna kadar bu izleri taşıyacaksın. Hem de gururla taşıyacaksın. Çünkü onların hepsi yaşamın izleri. Senin bu yaşamda olduğunun izleri. Çünkü yaşamdasın ve yaşadığın elbet belli olacak bir yerlerinden. Yaşamın izi kalacak üzerinde. Ve yaşamın mucizeviliğini, her an damarlarında taşıdığını hep hatırlayacaksın. Aynı hücrelerin devinimi gibi. Aynı yaşamın biricikliği gibi. Aynı yaşam ta kendisi gibi.

    Sonuç?

    Tiyatroda yüzüne ışık al denilen bir tabir vardır hani. Işığı alırsan karanlıklar içinde görünür olursun çünkü. Yaşamda da aynı tabir var bana göre ancak tek bir farkla; "ışık al" yerine "yaşam al" yüzüne, bedenine, orana burana her yerine alabildiğin kadar yaşam al. Yaşam al ki yaşamda kal. Yaşam al ki görünebilir ol. Yaşam al ki yaşayabil. Yaşam al ki dönüştürebileceğin herşeyi yaşama dönüştürebil.

    Yaşam almaya gidebileceğiniz, yaşamla derinlemesine ilişkili olan bu sergiyi gezebileceğiniz son tarih 18 Haziran. Gidin ve hücrelerinize yaşamda olduğunu dolaylı yoldan yeniden hissettirin.