Yunanistan’ın borçlarını ödemesi konusunda “şahin” davranan Almanya, yakın geçmişte kendisinin borç batağından nasıl “kurtarıldığını” unuttu mu? Alman iktisat tarihçisi Albrecht Richtl’in dediği gibi, “borç meselesine gelince, Almanya’dan batakçısı yok” mudur gerçekten?
Gelin, 20.yüzyıl Avrupa tarihinde Almanya’nın unuttuğu, unutturmayı tercih ettiği kritik bir dönemeci hatırlayalım:
Almanya, İkinci Dünya Savaşı’ndan çok büyük borçlarla çıktı. Bunların bir kısmı, Birinci Dünya Savaşı’nı sonlandıran Versailles Antlaşmasından kalan borçlar. Almanya, daha doğrusu Batı Almanya “namus belası”na bu borcu üslendi. Borcun bir kısmı da, çoğu ABD şirketlerinden Alman hükümetine ve şirketlerine açılan krediler.
Bir tarafa 16 milyar, diğer tarafa 16 milyar, toplam 32 milyar Mark borcu vardı Almanya’nın. Ve bu GSMH’nin %200’ü seviyelerindeydi.
Sadece on yıl sonra, 1950’lerin ortasına gelindiğinde borç, GSMH’nin %20’sine inmişti.
Peki bu nasıl oldu?
Almanya’da resmi söylem, bunun “Alman çalışkanlığı+Amerikan yardımı” ile gerçekleşen bir “mucize” olduğudur.
Tabii ki, Almanların arkasında 100 yıllık bir sanayi tecrübesi ve disiplini var. Ama sadece çalışkanlıklarının bu müthiş borç yüküyle baş etmeye yettiği doğru değil.
50’li yılların başında, aslında, başta Almanya olmak üzere Batı Avrupa ekonomisi çökme noktasında. Bu Amerika için bir kabus, ya işsizlik ve yoksulluğun pençesindeki Avrupalı kitleler, kendilerini Sovyet komünizminin rüzgarına kaptırırlarsa!
İşte bu ihtimale karşı ABD, büyük bir kurtarma operasyonu başlatıyor. Fikir babası Amerikan dışişleri bakanının adıyla bilinen, meşhur Marshall planı. Bu planın bir ayağı, zor durumdaki Avrupa ülkelerine doğrudan Amerikan yardımı.
Ama planın bir ayağı daha var:
Almanya’nın alacaklıları, yine Amerika’nın “ikna gücü” ile, Londra’da masanın etrafına oturuyorlar.
Son derece sert tartışmalarla geçen ve zaman zaman kopma noktasına gelen bir konferans düzenleniyor.
Almanya’nın en saygın bankerlerinden, daha sonra yaklaşın otuz yıl Deutsche Bank’ı yönetecek olan, Hermann–Josef Abs’ın başkanlık ettiği Alman heyeti, borcu mümkün olduğu kadar indirmeye, vadesini uzatmaya çalışıyor. En büyük alacaklılardan İngiltere ise, en kısa zamanda parasının tümünü tahsil etmeye...
Arayı bulan, masanın devrilmesini engelleyen Amerikalılar oluyor.
Çünkü Amerikalıların önceliği, Batı Almanya’nın Sovyet Bloku karşısında sağlam bir müttefik olarak kalmasını sağlamak.
27 Şubat’ta başlayıp 8 Ağustos 1952'ye kadar süren pazarlıklar sonucu Almanca’da “Londoner Schuldenabkommen” diye bilinen “Alman Dış Borcu konusunda Londra Anlaşması” diye bir uzlaşmaya varılıyor.
Bu anlaşmayla:
- Almanya’nın 32 milyar Mark olan borcunun %60’tan fazlası “traşlanıp” yaklaşık 15 milyar Mark’a indirildi
- Borcun vadesi 30 yıla uzatıldı
- Borcun ödenmesi Almanya’nın ticaret fazlası vermesi koşuluna bağlandı
- Borç taksitleri de Almanya’nın ihracat gelirinin %3'üyle sınırlandı
- Borcun bir kısmının ödenmesi de, iki Almanya’nın (o günlerde hiç olmayacağı düşünülen) birleşmesi koşuluna bağlandı
Marshall Planıyla Almanya’ya gelen doğrudan yardım topu topu 1,4 milyar dolardı. Almanya ekonomisine esas cankurtaran simidini atan işte bu anlaşma oldu.
Bu anlaşma, özellikle de, geri ödemelerin, Almanya’nın dış ticaret fazlası vermesi koşuluna bağlanması, ülkenin 50’li ve 60’lı yıllarda gösterdiği müthiş ekonomik mucizenin anahtarıydı, çünkü alacaklarını kurtarmak isteyen ülkeleri Almanya’dan ithalat yapmaya zorluyordu. Böylece ünlü “Wirtschaftswunder”ı finanse eden, ihracata dayalı Alman sanayisi kendine hazır pazarlar buldu.
Bugün Almanya, haklı bir gururla, “biz Yunanistan dahil bütün ülkelere, İkinci Dünya Savaşı’ndan kalan bütün borçlarımızı ödedik,” diyor. Doğru, ama ödenen işte bu “traşlanmış” borçlardı.
Şimdi şu üstteki fotoğrafa bir bakın: Sağ alt köşede, Alman borcunu “traşlayan” anlaşmayı imzalayan, dönemin Almanya Başbakanı Konrad Adenauer.
Peki, ortadaki kara kaşlı bey kim dersiniz? O da, Londra’da, masanın alacaklılar tarafında oturan Yunanistan’ın maliye bakanı...
Kaderin cilvesi mi dediniz?
Yunanistan’ın borçlarını ödemesi konusunda “şahin” davranan Almanya, yakın geçmişte kendisinin borç batağından nasıl “kurtarıldığını” unuttu mu? Alman iktisat tarihçisi Albrecht Richtl’in dediği gibi, “borç meselesine gelince, Almanya’dan batakçısı yok” mudur gerçekten?
Gelin, 20.yüzyıl Avrupa tarihinde Almanya’nın unuttuğu, unutturmayı tercih ettiği kritik bir dönemeci hatırlayalım:
Almanya, İkinci Dünya Savaşı’ndan çok büyük borçlarla çıktı. Bunların bir kısmı, Birinci Dünya Savaşı’nı sonlandıran Versailles Antlaşmasından kalan borçlar. Almanya, daha doğrusu Batı Almanya “namus belası”na bu borcu üslendi. Borcun bir kısmı da, çoğu ABD şirketlerinden Alman hükümetine ve şirketlerine açılan krediler.
Bir tarafa 16 milyar, diğer tarafa 16 milyar, toplam 32 milyar Mark borcu vardı Almanya’nın. Ve bu GSMH’nin %200’ü seviyelerindeydi.
Sadece on yıl sonra, 1950’lerin ortasına gelindiğinde borç, GSMH’nin %20’sine inmişti.
Peki bu nasıl oldu?
Almanya’da resmi söylem, bunun “Alman çalışkanlığı+Amerikan yardımı” ile gerçekleşen bir “mucize” olduğudur.
Tabii ki, Almanların arkasında 100 yıllık bir sanayi tecrübesi ve disiplini var. Ama sadece çalışkanlıklarının bu müthiş borç yüküyle baş etmeye yettiği doğru değil.
50’li yılların başında, aslında, başta Almanya olmak üzere Batı Avrupa ekonomisi çökme noktasında. Bu Amerika için bir kabus, ya işsizlik ve yoksulluğun pençesindeki Avrupalı kitleler, kendilerini Sovyet komünizminin rüzgarına kaptırırlarsa!
İşte bu ihtimale karşı ABD, büyük bir kurtarma operasyonu başlatıyor. Fikir babası Amerikan dışişleri bakanının adıyla bilinen, meşhur Marshall planı. Bu planın bir ayağı, zor durumdaki Avrupa ülkelerine doğrudan Amerikan yardımı.
Ama planın bir ayağı daha var:
Almanya’nın alacaklıları, yine Amerika’nın “ikna gücü” ile, Londra’da masanın etrafına oturuyorlar.
Son derece sert tartışmalarla geçen ve zaman zaman kopma noktasına gelen bir konferans düzenleniyor.
Almanya’nın en saygın bankerlerinden, daha sonra yaklaşın otuz yıl Deutsche Bank’ı yönetecek olan, Hermann–Josef Abs’ın başkanlık ettiği Alman heyeti, borcu mümkün olduğu kadar indirmeye, vadesini uzatmaya çalışıyor. En büyük alacaklılardan İngiltere ise, en kısa zamanda parasının tümünü tahsil etmeye...
Arayı bulan, masanın devrilmesini engelleyen Amerikalılar oluyor.
Çünkü Amerikalıların önceliği, Batı Almanya’nın Sovyet Bloku karşısında sağlam bir müttefik olarak kalmasını sağlamak.
27 Şubat’ta başlayıp 8 Ağustos 1952'ye kadar süren pazarlıklar sonucu Almanca’da “Londoner Schuldenabkommen” diye bilinen “Alman Dış Borcu konusunda Londra Anlaşması” diye bir uzlaşmaya varılıyor.
Bu anlaşmayla:
- Almanya’nın 32 milyar Mark olan borcunun %60’tan fazlası “traşlanıp” yaklaşık 15 milyar Mark’a indirildi
- Borcun vadesi 30 yıla uzatıldı
- Borcun ödenmesi Almanya’nın ticaret fazlası vermesi koşuluna bağlandı
- Borç taksitleri de Almanya’nın ihracat gelirinin %3'üyle sınırlandı
- Borcun bir kısmının ödenmesi de, iki Almanya’nın (o günlerde hiç olmayacağı düşünülen) birleşmesi koşuluna bağlandı
Marshall Planıyla Almanya’ya gelen doğrudan yardım topu topu 1,4 milyar dolardı. Almanya ekonomisine esas cankurtaran simidini atan işte bu anlaşma oldu.
Bu anlaşma, özellikle de, geri ödemelerin, Almanya’nın dış ticaret fazlası vermesi koşuluna bağlanması, ülkenin 50’li ve 60’lı yıllarda gösterdiği müthiş ekonomik mucizenin anahtarıydı, çünkü alacaklarını kurtarmak isteyen ülkeleri Almanya’dan ithalat yapmaya zorluyordu. Böylece ünlü “Wirtschaftswunder”ı finanse eden, ihracata dayalı Alman sanayisi kendine hazır pazarlar buldu.
Bugün Almanya, haklı bir gururla, “biz Yunanistan dahil bütün ülkelere, İkinci Dünya Savaşı’ndan kalan bütün borçlarımızı ödedik,” diyor. Doğru, ama ödenen işte bu “traşlanmış” borçlardı.
Şimdi şu üstteki fotoğrafa bir bakın: Sağ alt köşede, Alman borcunu “traşlayan” anlaşmayı imzalayan, dönemin Almanya Başbakanı Konrad Adenauer.
Peki, ortadaki kara kaşlı bey kim dersiniz? O da, Londra’da, masanın alacaklılar tarafında oturan Yunanistan’ın maliye bakanı...
Kaderin cilvesi mi dediniz?