Zihin Yorulunca Kalp Susar
Endişe, aslında beynin bizi korumak için icat ettiği bir mekanizma. Fakat dozunu kaçırdığında, sanki içimizdeki alarm sistemi bozuluyor. Sürekli çalan bir sireni kim dinleyebilir ki bir süre sonra? Her an tetikte yaşarken, kalbimizin güzellikleri fark edecek gücü kalmıyor. Bir arkadaşın kahkahasını, rüzgarın yüzümüzdeki serinliğini, akşam yemeğinde bir lokmanın tadını... Hepsi sanki bulanık bir camın arkasında kalıyor.
Kontrol Etmeye Çalıştıkça Kayboluyoruz
Endişenin en acı tarafı, bizi kontrol ettiğine inanırken aslında onun bizi yönlendirmesi. Ne kadar çok “kontrol etmeye” çalışırsak, o kadar çok ipler elimizden kayıyor. “Her şeyi düşünürsem başıma kötü bir şey gelmez” diye kandırıyoruz kendimizi. Oysa hayat, planladığımız gibi gitmediğinde bile akmaya devam ediyor. Belki de “her şeyin kontrolümde olmadığını kabul etmek” en büyük özgürlük.
Bir Mola Vermek Gerek
Bir gün, kendi kendime şöyle dedim: “Endişe etmeden bir gün geçirmeyi dene.” Olmadı. Ama o gün, fark ettim ki, önemli olan endişeyi tamamen susturmak değil, onunla birlikte yaşamayı öğrenmekti. Kulağında sürekli çalan bir müziği kısmak gibi... Belki tamamen kapatamıyorsun ama sesini biraz azaltabiliyorsun.
Bazen sadece derin bir nefes almak, telefonun ekranını kapatmak ya da sessiz bir sokakta yürümek bile işe yarıyor. Hayatın hâlâ orada olduğunu, nefes almanın bile başlı başına bir mucize olduğunu hatırlatıyor insana.
Belki de Cevap: Evet, Ama Böyle Değil
Evet, belki endişe hep bizimle olacak. Çünkü insanız. Ama hayatı sadece endişe üzerinden yaşamak? İşte o mümkün değil. Çünkü endişe, yaşamak değil; yaşama hazırlanmaktır. Ve bazen, fazla hazırlanırken asıl oyunu kaçırıyoruz.
Bugün kendime bir söz verdim: yarını düşünmeden bir fincan kahve içeceğim. Sadece o anın sıcaklığını, kokusunu, huzurunu hissedeceğim. Belki sen de denersin. Belki o zaman, hayatın sadece korkulacak bir şey olmadığını fark ederiz:
Bazen sadece yaşanması gerektiğini.
Zihin Yorulunca Kalp Susar
Endişe, aslında beynin bizi korumak için icat ettiği bir mekanizma. Fakat dozunu kaçırdığında, sanki içimizdeki alarm sistemi bozuluyor. Sürekli çalan bir sireni kim dinleyebilir ki bir süre sonra? Her an tetikte yaşarken, kalbimizin güzellikleri fark edecek gücü kalmıyor. Bir arkadaşın kahkahasını, rüzgarın yüzümüzdeki serinliğini, akşam yemeğinde bir lokmanın tadını... Hepsi sanki bulanık bir camın arkasında kalıyor.
Kontrol Etmeye Çalıştıkça Kayboluyoruz
Endişenin en acı tarafı, bizi kontrol ettiğine inanırken aslında onun bizi yönlendirmesi. Ne kadar çok “kontrol etmeye” çalışırsak, o kadar çok ipler elimizden kayıyor. “Her şeyi düşünürsem başıma kötü bir şey gelmez” diye kandırıyoruz kendimizi. Oysa hayat, planladığımız gibi gitmediğinde bile akmaya devam ediyor. Belki de “her şeyin kontrolümde olmadığını kabul etmek” en büyük özgürlük.
Bir Mola Vermek Gerek
Bir gün, kendi kendime şöyle dedim: “Endişe etmeden bir gün geçirmeyi dene.” Olmadı. Ama o gün, fark ettim ki, önemli olan endişeyi tamamen susturmak değil, onunla birlikte yaşamayı öğrenmekti. Kulağında sürekli çalan bir müziği kısmak gibi... Belki tamamen kapatamıyorsun ama sesini biraz azaltabiliyorsun.
Bazen sadece derin bir nefes almak, telefonun ekranını kapatmak ya da sessiz bir sokakta yürümek bile işe yarıyor. Hayatın hâlâ orada olduğunu, nefes almanın bile başlı başına bir mucize olduğunu hatırlatıyor insana.
Belki de Cevap: Evet, Ama Böyle Değil
Evet, belki endişe hep bizimle olacak. Çünkü insanız. Ama hayatı sadece endişe üzerinden yaşamak? İşte o mümkün değil. Çünkü endişe, yaşamak değil; yaşama hazırlanmaktır. Ve bazen, fazla hazırlanırken asıl oyunu kaçırıyoruz.
Bugün kendime bir söz verdim: yarını düşünmeden bir fincan kahve içeceğim. Sadece o anın sıcaklığını, kokusunu, huzurunu hissedeceğim. Belki sen de denersin. Belki o zaman, hayatın sadece korkulacak bir şey olmadığını fark ederiz:
Bazen sadece yaşanması gerektiğini.