hourSON DAKİKA
left-arrowright-arrow
weather
İstanbul
down-arrowup-arrow
    Uğur Hakan Hacıoğlu Uğur Hakan Hacıoğlu

    Esin Aydıngöz: “Kuracağınız Dengenin Asıl Belirleyicisi Öncelikleriniz”

    11.09.2022 Pazar | 15:13Son Güncelleme:

    Son yıllarda yurtdışında ülkemizi başarıyla temsil eden müzisyenlerimizden biri olan Esin Aydıngöz ile gerçekleştirdiği projeleri, müzikal kariyerini ve geleceğe dair planlarını konuştuk.

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Çocukluğunuzda annenizin ksilofon, dedenizin de küçük bir org hediye etmesiyle müzikle küçük yaşlarda yollarınız kesişti. Geriye dönüp baktığınızda bu kesişimin ilk yıllarında ailenizden gördüğünüz ilgi ve desteği nasıl değerlendirirsiniz?

    Esin Aydıngöz: Müziğe olan ilgim tamamen annem ve babam sayesinde büyüdü – çünkü hem bana müziği oyunlarla öğreten dünya tatlısı öğretmenler buldular, hem gittikleri bütün konserlere beni de götürdüler, hem de okul çağım gelince beni sahne sanatlarına çok önem veren okullara (Eyüboğlu Koleji ve Bilfen Koleji) gönderdiler. Bu sayede piyanonun yanında koro, müzikal tiyatro ve orkestra deneyimlerim de oldu ve en mutlu anlarımda hep müziğin de olduğunu fark ettim.

    Müziğe küçük yaşlarda başlamada aile faktörü sizce ne kadar önemli?

    E.A.: Küçükken dünyayla olan tek bağımız ailelerimiz olduğu için bence aile faktörü çok önemli. Özel dersler ve hobileri destekleyen her türlü aktivite hem finansal hem de zamansal olarak büyük fedakârlıklar gerektiriyor. O yüzden ailemin müziği sevmesi ve benim bu yolda ilerlememi desteklemesi benim en büyük şansımdı!

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Müzik, disiplinli çalışmayı talep etmektedir. Bu talebe karşılık kendinizi nasıl motive ediyorsunuz? Müzisyenlerin kariyer basamaklarında yükselirken disiplinli çalışmaları bu yükselişi sizce ne denli etkilemektedir?

    E.A.: Çocukken bu disiplinden pek hoşlanmıyordum ve her çocuk gibi ben de piyano çalışmak ya da konservatuvara gitmek yerine arkadaşlarımın doğum günü partilerinde eğlenmek istiyordum – ama büyüyüp de 10.000 saat kuralını öğrenince, aslında bu disiplini küçük yaşlarda edinerek kendime ne kadar büyük bir iyilik yaptığımı fark ettim. Sevdiğiniz ve gerçekten tutkulu olduğunuz işi yapınca, disiplin kendiliğinden geliyor aslında – çünkü hep daha iyi olmak istiyorsunuz, en iyi olmak istiyorsunuz. Yeni şeyler öğrenerek, pratik yaparak veya üreterek geçirdiğiniz her an kendinize yaptığınız bir yatırım olduğu için, motivasyonunuz hayallerinizden geliyor ve emeğinizin karşılığını er ya da geç mutlaka alıyorsunuz.

    Bireysel kariyerinizin ilk yıllarında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi yarı zamanlı piyano bölümü, okul korosu ile Aya İrini konseri, Disney’in Mulan 2 filmindeki bir şarkının Türkçe dublajı için seslendirme, Hisar Okulları’nın ilkini düzenlediği Liseler Arası Müzik Yarışması’nda “Tomorrow” adlı bestenizle “en iyi beste” dalında kazandığınız ikincilik ödülü ve 2012 yılında aynı yarışmaya tekrar katılıp, bir kayak kazasında kaybedilen okul arkadaşınız Aslı Nemutlu’nun anısına sözlerini yazıp bestelediğiniz “Dear Snowflake” adlı şarkıyla “en iyi beste” ödülünü kazanmanız dikkat çekiyor. O yıllarda müzik ile ilgili hedefleriniz nelerdi? Güncel olarak baktığımızda o yıllarda hedeflediklerinizle şu anda ulaştığınız noktayı nasıl değerlendirirsiniz?

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    E.A.: Bu bahsettiğiniz örnekler hep ilkokul, ortaokul ve lise yıllarımdan. O zamanlardaki en büyük hedefim Berklee’de öğrenci olabilmek ve sonrasında Disney ile çalışmaktı. Ne mutlu ki ikisine de ulaşabildim. Zamanla bu hedeflere yenileri eklendi: Broadway müzikalleri yazmak, Cirque du Soleil 2howları için besteler yapmak, kadın bestecilere ve kariyerlerinin başındaki müzisyenlere yeni kapılar açmak, dünyanın en seçkin konser salonlarında çalınmak üzere eser siparişleri almak ve bana ilham veren müzisyenlerle projeler yapmak! Bunların bir kısmı da gerçek olmaya başladı. 16 yaşındaki Esin, şimdiki Esin ile gerçekten çok gurur duyardı – hem büyük hayaller kurmaya devam ettiğim için, hem de seviyemden üstün gördüğüm fırsatlar için de korkusuzca başvuru yapıp bir kısmını elde edebildiğim için.

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Tabii o yıllarda kıymetli eğitmenlerden müzik, solfej ve müzik tarihine yönelik dersler alarak kendinizi geliştirme fırsatı buldunuz. Eğitmenlerinizle unutamadığınız bir anınız var mı?

    E.A.: Sıradan bir cuma günü Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nde Arzu Temizer ile piyano dersi yapıyorduk ve kapı çaldı. Görsel sanatlar bölümünde okuyan bir öğrenci dersimizi resmetmek için izin istedi. Öğretmenim de ben de hem çok şaşırdık, hem çok sevindik. Bizim için normal olarak nitelendirilecek bir anın, bir sanat eserine dönüşmesi fikri çok özeldi! O öğrencinin ne adını hatırlıyorum, ne yüzünü – ama yaptığı resim hala anneannemlerin evinde duruyor!

    Bunun dışında Madlen Saydam, Ercivan Saydam, Mete Sakpınar, ve Aydın Esen ile birçok unutulmaz dersimiz oldu. Spesifik anılardan ziyade daha çok yanlarında kendimi ne kadar özgür, mutlu ve güvenli hissettiğimi hatırlıyorum – çünkü beni bir kalıba sokmak yerine, sevdiğim eserleri çalmam veya sevdiğim tarzlarda yazmam için cesaretlendirdiler ve ufkumun genişlemesini sağladılar. Her biriyle çalışmak bir ayrıcalıktı.

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Eğitim ve kariyeri bir arada sürdürebilmek için kurulacak dengede sizce nelere dikkat edilmelidir?

    E.A.: Eğitim aslında kariyerin özü – o yüzden ikisini ayırmayı çok da doğru bulmuyorum ama bence eğitim sırasında eğitime öncelik verilmeli. Ben Amerika’da okuduğum ve okurken Amerika’da çalışma iznim olmadığı için öğrenciliğim sırasında tamamen okula odaklanmıştım. Çift ana dal ve yan dal yapıyordum, bir yandan da katılabildiğim ne kadar koro, orkestra, performans, ders dışı resital, workshop vs. varsa hepsine katılıyordum. Müziğin güzelliği, sırf hocalarınızdan değil, aynı zamanda beraber müzik yaptığınız diğer müzisyenlerden de sürekli bir şeyler öğrenebiliyor olmanız! Kuracağınız dengenin asıl belirleyicisi öncelikleriniz – Bunları bazen önem, bazen ise teslim/konser tarihine göre sıralamanız gerekiyor. Bitmeyen bir Tetris gibi 24 saate sığdırmaya çalışıyorsunuz her şeyi…

    Lise yıllarında bir yaz okulu programıyla başlayan Berklee College of Music ile sonrasında akademik kariyerinizin devamında yollarınız yine kesişti. Oradaki eğitiminizin bireysel kariyerinize katkılarını nasıl değerlendirirsiniz? Türkiye ile Amerika’da müzik eğitimi hususunda sizce ne gibi farklılıklar var?

    E.A.: Berklee’deki eğitimim tek kelimeyle rüya gibiydi. Kendimi daha çok geliştirdiğim ve bunu yaparken de bu kadar eğlendiğim bir başka fırsat karşıma çıkar mı bilmiyorum. Berklee bir okul olmasına rağmen aslında müzik endüstrisinin küçük bir modeli de aynı zamanda. İlk hatalarınızı burada yapmanız ve onlardan ders çıkarmanız çok büyük bir avantaj. Bütün okulun müzisyenlerden oluşuyor olması da bir başka değer çünkü okulda öğrenciler arasında ciddi bir iş birliği dönüyor. Music Business öğrencileri kendilerine şarkıcı/söz yazarı arkadaşlar edinip onlar için turneler ayarlamaya başlıyor. Besteci öğrenciler en iyi anlaştıkları ve yeteneklerine en çok güvendikleri ses mühendislerini yakalayıp albümler kaydetmeye başlıyor – farkında olmadan bir yandan eğitim görüp, bir yandan hayata atılıyorsunuz. Eşi benzeri olmayan bir ortam. Bana olan katkılarını yazarak bitirmem mümkün değil. Amerika’da genel olarak daha yenilikçi bir ortam ve geleceğe yönelik bir müfredat var. Bu biraz da buradaki uluslararası öğrenci profilinden kaynaklanıyor. Bir de farklı kültürlerin ve etnik enstrümanların sentezi ilginç füzyon tarzlarını ortaya çıkarıyor.

    Amerika’da geçirdiğiniz günleri Boston ve Los Angeles olarak ikiye ayırdığımızda her iki noktada müziğe bakış açısı ve yaklaşım konusunda ne gibi tecrübeler edindiniz?

    E.A.: Her iki şehirde de sanata çok önem veriliyor. Konserler, müzikaller, operalar, müzeler, sergiler hep dolu – ve her iki şehre de dünyanın her yerinden insanlar geliyor: Boston’a okumak için, Los Angeles’a ise eğlence sektöründeki hayallerini gerçekleştirmek için. Dolayısıyla Boston da LA de ileri derecede açık görüşlü. İkisinin en büyük farkı ise Boston’un öğrenci şehri, Los Angeles’ın ise edinilen teorik bilgilerin pratiğe yansıdığı ve insanların dünyaya açıldığı bir dönüşüm alanı olması.

    Film müziği besteciliği başlı başına bambaşka bir çalışma alanı… Bu alanla yollarınız nasıl kesişti?

    E.A.: Lisede yaptığım enstrümantal besteleri duyan arkadaşlarım hep “aaaaa bu film müziği gibi” diyorlardı. Ben de acaba bunu bir kariyere dönüştürebilir miyim merakıyla fikir edinebileceğim harika bir şirket buldum: Jingle House. Ne mutlu ki benim stajyer / gözlemci olarak onları ziyaret etmeme izin verdiler ve bu sayede oradaki bestecilerin nasıl bir gün içerisinde inanılmaz reklam müzikleri yaptıklarına tanık oldum. Aynı bestecinin bazı günler rock, bazı günler jazz, bazı günler ise etnik Türk ezgileriyle dolu jinglelar üretmesi çok hoşuma gitti ve teknik olarak her gün aynı işi yapsalar da ne kadar farklı müzikler üretebildiklerini ve ne kadar eğlendiklerini gördüm. Reklam müzikleri her ne kadar ilgimi çektiyse de ben işin biraz daha sanatsal kısmında olmak istediğimi fark ettim ve Berklee’de film müziği okumaya karar verdim.

    Temmuz ayında Berklee College of Music’in Film Müziği bölümünün başkan yardımcısı oldunuz. Eğitim aldığınız bir okulda kendi tecrübelerinizi aktaracak olmak size neler hissettiriyor?

    E.A.: Anlatılmaz yaşanır dediğimiz durum bu olsa gerek. Berklee’de öğrenci olmak benim için o kadar büyük bir hayal ve hedefti ki… Bunun gerçek olduğuna inandığımda neredeyse mezun oluyordum. Şimdi böyle bir lider rol ile mezuniyetimden yalnızca beş sene sonra Berklee’ye geri dönmüş olmak gerçekten çok güzel; ancak kendi kariyerime de aynı hızda devam etmek istiyorum ki hem öğrencilere daha iyi örnek olabileyim hem de vereceğim tavsiyeler güncel olsun.

    Hislerime gelirsek eğer… Her gün bir sonraki projeyi nasıl yetiştireceğimin derdinde olduğum için durum değerlendirmesi yapacak vaktim olmuyor ama Mart ayında Berklee’den bu teklifi aldığımda birkaç hafta kendime gelemedim- çünkü sanırım ilk defa kendime kendimle gurur duyma izni verdim. İşin en heyecanlı tarafı ise, altı ay çalıştıktan sonra her dönem bir ders alma hakkı kazanacak olmam. Kendimi geliştirmeye devam edebileceğim için çok mutluyum.

    Disney ile çalışmalarınız son yıllarda oldukça dikkat çekti. Disney ile daha önceden ortak projelerde çalışmış biri olarak bu tecrübenin size katkılarından bahseder misiniz?

    E.A.: Disney ile çalışmak projeye dahil olan bütün ekip için büyük keyif, çünkü ortaya çıkan işler hem görsel olarak, hem de işitsel olarak unutulmaz oluyor ve her yaştan insana hitap ediyor. Üzerinde çalıştığınız projelerin daha büyük kitlelere ulaşacağını ve çok profesyonel bir ekip ile çalışıyor olduğunuzu bilmek de büyük motivasyon. Herkes var gücüyle çalışınca tabii ki ortaya büyülü sonuçlar çıkıyor. Bu projeler sayesinde yolumun kesiştiği insanlar ve bu projelerin getirdiği tatmin duygusu paha biçilmez.

    Üstelik çalışmalarınızı başka platformlarda da duyabilmek mümkün… Netflix’te yayınlanacak olan ve yönetmenliğini Tim Burton’ın üstlendiği Wednesday serisinde aranjör olarak çalıştınız. Sinema ve müzik arasında karşılıklı bir bağ kurmanın kariyerinizdeki etkilerini nasıl yorumlarsınız?

    E.A.: Film müziği yazmak demek empati kurmak demek. Sahneleri izlerken ve bestelerken bilgilerinizden çok sezgilerinizi kullanıyorsunuz ve karakterlerin hislerini notalara döküyorsunuz. Her filmde ve karakterde kendimden anılar ve parçalar buluyorum. Yazdığınız hikâye ile az da olsa kendinizi bağdaştırabilmeniz lazım ki ortaya çıkan müziğin hissettirdikleri daha gerçek olsun! Her yönetmenin ve yapımcının çalışma şekli ve kurduğu iletişim tarzı az biraz farklı. Benim birincil görevim onların vizyonunu hayata geçirmek. Dolayısıyla başkalarının tercihlerine ve yaratıcı süreçlerine uyum göstermeyi ve onların belirlediği sınırlar içinde üretmeyi öğrendim- ve bu konuda hızlandım.

    Her üretim sürecinin içerisinde bir de gözlem meselesi var. Günümüzde insanların kendilerini gözlemleme, gelişimlerini görebilme noktasında ellerinde önemli bir alan olarak sosyal medya var. Üstelik profesyonelleşme ya da yeni olanakların açılabilmesi adına da birçok fırsatı içerisinde barındırıyor. Bu bağlamda sosyal medyayı müzisyenler adına artı değer olarak değerlendirebilir miyiz?

    E.A.: Kesinlikle! Bulduğum çoğu işi sosyal medya üzerinden buldum. Ya bana sosyal medya üzerinden ulaştılar ya da bana sosyal medyada çizdiğim imaj sayesinde güvendiler. Disney ile çalışıyor olmamın en büyük sebebi ise LinkedIn üzerinden bulduğum bir yöneticiye Facebook üzerinden attığım bir mesajın doğru zamanda tam da benim gibi birine ihtiyaçları varken okunması! Sosyal medyanın gücü müzik gibi sosyal ilişkilerin önemli olduğu sektörlerde gerçekten baş döndürücü.

    Yakın gelecekte ilgililerle buluşacak yeni projeleriniz, çalışmalarınız var mı?

    E.A.: Tabii ki! Şu anda Touchy-Feely ismindeki bir aşk filmine müzik yapıyorum. Aynı zamanda Netflix’te yayınlanacak iki farklı dizinin besteci ekibindeyim. Biri “Prensesler de Pantolon Giyer” isimli bir kitap serisinin animasyon versiyonu, diğeri de “The Witcher” video oyunu ile bağlantılı bir mini seri. Onun dışında Tayvan’da yapılacak bir Disney konseri için aranjmanlar yapıyorum ve 49. İstanbul Müzik Festivali için yazdığım eserlerimi bir albüm olarak çıkarmaya hazırlanıyorum. 26 Ağustos’ta üçüncü sezonu yayınlanmaya başlayan ve Apple TV’nin en sevilen dizilerinden birisi olan SEE’nin de besteci ekibindeydim!

    Son olarak söyleşimizin okurlarına ne söylemek istersiniz?

    E.A.: Söyleşimizi okuduğunuz için çok teşekkürler! Umarım sizin de hayalleriniz gerçek olur – ve sizin söyleşilerinizi de okuma fırsatımız olur!