İkisi de gezgin ikisi de Rizeli

İkisi de gezgin ikisi de Rizeli
expand

Güven İslamoğlu ve Özcan Yüksek’in hayatları “gezgin” olmakla kesişti, ama başka ortak noktaları da var. Onlarla; Rizeli olmalarından başlayarak, vermeye çalıştıkları mesajlara, çekim hazırlıklarına, Türklerin tatil alışkanlıklarına, teknoloji ile ilişkilerine birçok konuyu konuştuk.

Haberin Devamıadv-arrow
Haberin Devamıadv-arrow

Her Yerde Bir Haber Var Yapımcısı Güven İslamoğlu ve Atlas Genel Yayın Yönetmeni Özcan Yüksek ile dereden tepeden en çok da Rize'den konuştuk. Yazın kapımıza dayandığı bu günlerde onlardan siz cnnturk.com okurları için tatil tavsiyeleri de aldık.

 

Nasıl başladı bu uzaklara gitme, uzakları insanlara getirme ve gösterme merakınız? Kaç yıl oldu?

Güven İslamoğlu: En çok gezen adam…

Özcan Yüksek: En çok gezen değilse bile CNN TÜRK’ten daha eski başladım ben diyebilirim. Eminim Güven daha çok gezmiştir benden. Atlas’tan evvel demek zorundayım, ben de çocukken de gezerdim demek istemiyorum ama, babam beni gezdirmiştir, Anadolu’da, fotoğraflarım vardır şuradan buradan. Ama bunun şimdi yaptığım işle bağlantılı olduğunu zannetmiyorum.

Atlas Dergisi 1993 Nisan’ında çıktı ve amacı insanları bir yerden bir yere götürmek, sadece gezi amaçlı değil öğrenme amaçlı keşfetme amaçlı öyle başladı. Keşfetme ruhu ve heyecanıyla devam ediyor.

Güven İslamoğlu: Herkes bana “Gezgin” diyor da benim bir handikapım var. Atlas ekibi güzel yerlere gidiyor,benim gittiğim yerlerin %60’ı kimsenin pek gitmek istemeyeceği yerler. Her Evde Bir Haber Var yerleri rasgele seçiyorduk.Neresi çıkarsa bahtımıza.Tabii güzel yerlere de gittik ama o Her Yerde Bir Haber Var ile oldu.

Her Evde Bir Haber Var’ı yaparken ilk programda rastgele bir yer çektik. Çektiğimiz yer Bozöyük’ün bir köyüydü. Hayatımda gidip de görmek istemeyeceğim bir yer. Ama program nedeniyle gördüm. Eskiden gezen bir adam değildim. Haber nerdeyse oraya giderdim. Doğuda haber var, orada haber var, burada haber var. Nerede haber varsa gidiyordum. Şansımıza Kopenhag'da Galatasaray-Arsenal maçına gibi yurt dışı işler de düşüyordu. 15 gün kaldım. Güzel bir gezi oldu. Ama iyi işler de yaptık. En keyifli işlerimden biriydi. Geziye Her Evde Bir Haber Var'la başladık, 5 sene oldu. Ondan önce dediğim gibi seçme şansım yoktu. Neresi olursa gidiyordum. 2004'te Her Evde Bir Haber Var'a başladık. Hayatımda bilmediğim görmediğim şehirleri ve köyleri gördüm, insanları tanıdım. Çok garip gelecek belki ama hayatımda ilk tatilimi 14 yaşında yaptım. Erdek’e gitmiştim. Üniversite yıllarında dolaşmaya başladım. Rizeliyim. Tatilimi hep Rize’de geçirirdim.

Özcan Yüksek: Ben de Rizeliyim. Bunun herhalde bu şeyle bir ilgisi yoktur. (gülüşmeler)

Güven İslamoğlu: Bence var aslında…

Başka bildiğiniz Karadenizli ya da Rizeli bir gezgin var mı?

Özcan Yüksek: Ama dünyanın neresine giderseniz gidin bir Rizeli vardır.

Güven İslamoğlu: Var var…

Çok gezdikleri için olabilir mi belki?

Güven İslamoğlu: Rize çok kasvetli bir yer. 60 gün güneş görmediğiniz oluyor. Belki güneşin peşinden dünyaya dağılıyoruz.

Özcan Yüksek: İş için de gidiyorlar. Orada çok ekonomi yok, gidince dönmek de zor oluyor, uzak bir yer çünkü. Böyle bir sosyolojik değerlendirme yapmış olalım.

Güven İslamoğlu: Denizin olmadığı, ağacın olmadığı yerde Rizeli bulamazsın. (gülüyor)

Bu yolculuklar siz iki özel insanın ruhsal yolculuklarını nasıl etkiledi? Eskiye göre daha sabırlı, ya da daha bilge biri oldular mı bu sayede?

Özcan Yüksek: Aslına bakarsanız, Atlas Dergisi'nde ve şahsen de öyle… Yolculuk çok önemli bir metafor. Bütün mitolojilerde masallarda kahramanlar hep böyle bir yolculuk esnasında yaşarlar. Canavarı orada yeniyorsunuz, orada dövüşüyorsunuz, orada kaybediyorsunuz. O yolculuk ilk insanın bulduğu anlatım şekli. Bunu biz bir dergi olarak yapıyoruz. Bu her şahsın kendi içine ve dışına yolculuk olarak çok eskiden beri başlamış. Mağara devrinde yaşayan insanın başlattığı bir şey… Aslında da konunun kendisini de bir yolculuk içinde anlatmaya çalışıyoruz. Bu yolculuğu anlatırken olayların kendisini bir coğrafyanın üzerinde de görüyoruz. Kendi iç coğrafyamızın üzerinde yansımalarını da anlatıyoruz. Sizin sorduğunuz soru Atlas'ın bir yöntemi diyebilirim. Bize de o şekilde yansıyor. “İnsan insanı yolculukta tanır” sözü gerçekten öyledir. Yolculuk büyük bir amaç için yapıldığı için amacı korumak için o yolda duyguyu korumak lazım. Ne olursa olsun. Dünyanın en yaramaz insanı da olsa o ruhu korumamız lazım. Bu işi devamlı yapan insan onu korur. Bu ruhu kazanan insan bunu daha iyi yapabilir, diyebilirim.

Güven İslamoğlu: Atlas Dergisi'nden farkımız onlar dolaşıyor. Bir çok şey görüyorlar. Güzel kareleri çekiyorlar. En iyi kareleri bulunca iş bitiyor. Biz konuyu anlatmak için yüzlerce plan çekmek zorundayız. Konuları birbirine bağlamak gerekiyor. Bazen zamanımız olmadığından çekimlere sondan başlayıp başa gittiğimiz oluyor. Kapanış anonsuyla başladığımız işler oldu. Kurgu işin içine girince biraz yorucu oluyor. Herkes, “Gittin, gördün, yaşadın” diyor. Tamam da, ben o tempoda onu yaşayamıyorum hissedemiyorum. Atlas ekibi 4 gün yürüyor. Doya doya yürüyor. Benim o kadar vaktim yok.Hızlı çalışmak zorundayım.İleride bu işi bıraktığımda bir karavan alacağım, gittiğim yerlere tekrar gidip  gezeceğim.Tadını alamadım.

Özcan Yüksek: Bir çölde 2 gün harcamışlar. Biz “orada bir hafta kalalım” deriz. İlham verebilecek bir yer önceden de bilemeyebilirsin. Onu değiştirmemiz gerekir. Tabii ki haftalık TV programının sıkıntısı bizde yok, o yüzden avantajlıyız diyebiliriz. Bize bazen bir mevsim de yetmiyor. İki-üç mevsim çekmemiz gerekiyor. Özellikle Türkiye açısından bakıldığında… Fotoğrafçı dört mevsim gitmiyor belki ama iki-üç mevsim çekim yapması gerekiyor.

Güven İslamoğlu: Aynı yere sonbaharda gidersin, yazın gidersin elinde mal vardır, birleştirir gene paket yaparsın. Sadece stok yapmak için 2-3 saatini harcıyorsun. Bu da gün kaybı oluyor. Gün kaybı demek bize çok zorlayıcı bir etken oluyor. 3 gün çekip geliyorsun bir de bunun 2 gün montajı var. 2 gün montaj ve düşünme aşaması neredeyse 8 gününü alıyor. Özel hayat falan kalmıyor. Editörüm yok, programın yönetmeni yok. Araştıranı da benim, yapımcısı da benim, yönetmeni de. Bütün bu organizasyonu ben yapıyorum. O biraz zorlayıcı oluyor. Avrupa'da böyle bir şey yok. Discovery'de kamera arkasını izliyorum, şok geçiriyorum. Adamlar kamera arkasında 6 adamla çalışıyor. Sesçisi, prodüktörü, yönetmeni.. Diyorum ki bizde buna benzer bir şey yapıyoruz, tamam o kadar kaliteli olmuyor, ama Türkiye çapında idare ediyor. En azından yarısı olsa o adamların yeter bize. Akşam nerede kalacağım, nerede yemek yiyeceğim? Diyelim ki bir gece fazla kalacağım. Ertesi gün uçak var mı yok mu? Hangi otelde kalacağım? Tüm lojistik işleri de benim düşünmemem lazım. İnsanlar TV'de izledikleri zaman 'Hımm bu hafta kötü olmuş.' diyebiliyor. Ama en kötü iş bizim günlerimizi alıyor.

Dünyayı da aşkı da kaybediyor mu insanlar? Cinistan kitabınızda bu konulara bir gönderme var gibi Özcan Bey...

Özcan Yüksek: Evet orada gittiğim bir aşk tapınağı vardı. Dünyanın en meşhur yerlerinden biri. Dünya'nın 7 harikasına da onu kattılar: “Tac Mahal”. Babür imparatorlarından biri, Cihan Şah'tı galiba, Karısı ölüyor “Mümtaz” karısının adı. Onun ölümüne çok üzülüyor. On binlerce mücevherlerden oluşan duvarlardan bir tapınak yapıyor. Hindistan'ın en çok turist alan yerlerinden biri, sevgililer geliyor. Fotoğraf çekiliyor. Ben o zaman ''Acaba…” dedim “Bu mabet ölen bir aşkın mabeti mi, yoksa aşk ölmedi mi?'' diye bir soru sormuştum kendi kendime. Çünkü daha evvel Atlas'ta bir masal anlatmıştım, aşkın neden ölmüş olabileceğini çok iyi anlatan. Biraz uzun sürebilir burada. Ama okuyanlar bunu bilirler. Kurbağa-Prens masalı vardı. Genelde şöyle bilinir: Prenses kurbağayı öper, kurbağa prense dönüşür ve evlenirler. Böyle bilinir. Halbuki bu aşkın bittiğini gösteren masalın aklımızda kalmış şekli bu. Gerçekte prenses kurbağayken kurbağayı öpmez. Ülkenin bir yerinde artık kurbağanın ısrarına çok sinirlenir, kız kurbağayı alır duvara çarpar. Kurbağa ölür ve prens çıkar ortaya, kız prense aşık olur ve evlenirler. Masallar hep bir şeyler anlatır. ''Aşk ölmüş müdür?''  meselesine bağlamak için önemli. 'Aşk Nedir?'in masalıdır bu. Her erkek ilk tanıştığında karşıdaki genç kız için; kurbağa kadar soğuk, çirkin ve iticidir. Belirli zaman gerekir onun prense dönüşmesine. Aslında o bir prenstir. Ama onu kurbağa olarak görür. Kurbağa olarak değil prens olarak görecek olan da yine kızdır. Onu öldürmesi lazımdır. Masalda hatırlarsınız, prensesin düşürdüğü altın topu çıkarır. ''Ben onu kurtarırım ama benimle yemeğe çıkarsan'' şuraya buraya şeklinde. Bugünkü flört dediğimiz şeyi ona teklif eder. Kabul eder, çıkartır ve prenses daha sonra ondan vazgeçer. Sözünde de durmaz. O ısrarların bir yerinde 'Yeter!' der. Duvara vurduğu an kurbağa ölür ve prense dönüşür. Bitmesinin sebebi aşkın belli bir doğası var. Doğayla ilgili bir şey. Yani zamanı var. Kadının, bütün o aşktaki nazı doğasından kaynaklanan bir şey. O süreyi hızlandırdığınız an, facebook gibi, o duygu oluşmuyor. Ben, daha kurbağayken öpüyorlar demiştim. Ve prens hiçbir zaman dönüşmüyor. Tıpkı hızlandırılmış domates, karpuz gibi. Tadı, rengi olmayan bir şey gibi. Aşkın bir doğası var işte zamanın belirlediği zaman var. 9 ay 15 gün o da bir zaman mesela doğum gibi. Tamamen Ay'ın Dünya'nın etrafında dönmesi Dünya'nın Güneş'in etrafında dönmesi gibi. Bütün biyolojimizi belirleyen zaman anlamında söylüyorum. Biz sebzeleri bile öyle üretmişken kendimizi de öyle üretmiş oluyoruz. Ona bağlantılı olarak söylemiştim ben. Onu kanıtlamak kolay bir şey değil.

Bu kadar çok uzaklara giden iki kişi olarak soruyoruz; Kitapların son sayfasındaki gibi; Uzaktaki yakın var mıdır? Ve tüm cevaplar içimizde midir?

Özcan Yüksek: Bazen en yakınımızdaki şeyi bulmak için gideriz uzağa. Aslında kendimizi götürürüz zaten… Venedik'te dolaşırken.. Öyle değil midir? Ben çok yaparım onu. Mesela Petersbug’da dolaşıyorsa aslında her şeyin bir planı vardır. İstanbul şehir planı da vardır. Gezdiğim şehirlerin de planını aklımda tutarım hep. Hiçbir şekilde sıfırdan hayat başlamıyor. Biraz kendini götürmüş oluyorsun. Genelde yolculukların bir kısmı eskiden, Orta çağdaki yolculuklar iş yolculuğu yapmak için gelirlerdi. O dönemin filozofları ve sufiler, o yolculuk sırasında bir yerleri görmekten ziyade kendini tanımak için gelirlerdi. O yüzden kendisine yakın olmak için uzaklaşırlardı. Zaman zaman biz de öyle yaparız, kötü hissettiğimizde alır başımızı gideriz, öyle değil mi Güven?

Güven İslamoğlu: Roma yolunda yürürken Romalı askerleri hayal ederim. Taştan yollar yapılmış dağın tepesine… Bazen yolu adımlarım, o askerlerin tek sıra gidişini, aralarında ne konuştuklarını hayal ederim. Bazen o fısıltıları duyar gibi olurum, bu benim çok hoşuma gider. Yanımdaki kişi bunu hissetmeyebilir ya da ekrana yansıttığımızda insanlar “bize iki Roma taşı göstermiş” diyebilir. Amacım insanlara onu hissettirmek. Her şeyin bir hikayesi var, bunlarda bu hikayeden bize kalanlar. Belki de benim hayalimdeki gibi yürümüyorlar ama bu benim hayalim. “İki tane taş var, milattan önceden kalma” türünden ansiklopedik bilgilerle anlatmak farklı ya da içinden geldiği gibi değişik sözlerle anlatmak farklı. Bazen anıt mezarlara giriyorum. O mezarlara girerken hep düşünüyorum; insanlar oraya nasıl gömülmüşler? Ne düşünmüşler? Öldüğüm zaman da ben öyle yerlere gömülmek isterim. Öyle bir mezar görmüştüm, Likya mezarı… Mağaranın içine pencere açmışlar. Öyle bir yere yapmış ki muhteşem bir manzarası var. Likyalılar zaten genellikle ev şeklinde yapıyorlar mezarlarını. Orada otururken diyorsun ki 'Burada yatılır abi…' (gülüyor) O yüzden onu hissetmek gerekiyor…

Özcan Yüksek: Bende bazı konularda eski yolları araştırdım. İpek yolu, ama aslında Mevlana'nın geldiği yoldur ya da Selçukluların geldiği yoldur. Eski yollar hep kıymetli, aslında hep böyle gerçeğe giden yol doğruya ve iyiye giden yol gibi. Bazen o yollar insanda değişik etki yaratır. O yüzden severiz. Belediyenin kazdığı yol bizi etkilemez. Ama ıssız bir yerden geçen kimsenin geçmediği yol hep merak ettiğimiz, bilmediğimiz dünyalara götüren bir yol gibi gelir bize.
Güven İslamoğlu: O yollar iki tane çalıyı kesip yapılmış yollar değil. Bayağı mühendislik eseri . 100 yıl sonra burada asfalt kalmaz. Ama adamlar öyle bir yol yapmış ki 2000 yıldır duruyor. Ve hala da üstünden araba geçebilecek kadar sağlam . Adam nereden geçirmiş; Antalya'dan girmiş, dağların en güzel yerlerinden Konya'ya yol yapmış. Ben o insanlara gıptayla bakıyorum. Bazen onlara şükranlarımı sunduğum da oluyor.

Atlas Dergisi’nde ve Her Yerde Bir Haber Var programındaki konulara-çekimlere nasıl karar veriyorsunuz? Hazırlık aşamasından ve çekim sürecinden bahseder misiniz?

Güven İslamoğlu: Her Yerde Bir Haber Var'da ne yapacağız diye bir sıkıntımız yok. Mail geliyor, bazen dergileri karıştırıyoruz. Eski dergileri karıştırıyoruz. Yerel muhabirlerle konuşuyorum. Zaten yılda 40 program yapıyorsam 10 tanesi gezi hikayesi oluyor. Ama herkes beni gezen adam olarak biliyor. Halbuki çoğu insan hikayesi. Açıkçası insan hikayeleri, çok fazla hazırlık aşaması gerektirmiyor. Rota belirlemek, doğaya çıkmak daha uzun iş. Geziler daha uzun, insan hikayeleri o kadar zor değil. Bazen bir fotoğraftan program çıkartabiliyoruz. Gezi çok zor oluyor. Yerel rehberlerle çalışıyorum genellikle onlar bana rota çıkartıyor. O plana bağlı çalışıyorum. Tek başıma hiç keşif gezisine çıkmadım. Devamlı gidilmiş yerlere ve o bölgenin yerel rehberlerine gittim.

Özcan Yüksek: Biraz daha planlı diyeyim. Aylık olmamızın getirdiği avantaj var. Daha kalabalık bir kadromuz var. Bazen mevsim gezisi yapabiliyoruz. Bazen bunun 2-3 gün araştırması gerekebiliyor. Fakat her seferinde, neyi işlersek işleyelim bir yere dayalı olması gerekir. Bir coğrafya olması lazım. Harita üzerinde nokta olması lazım. Ya da bir kaç gezici nokta olması lazım. Çok keyif alıyoruz Anadolu ağırlıklı olarak. Bir kaç yabancı konuk koyuyoruz. Bu yabancıların bazıları yine Türkiye'nin üzerinde yaşamış olabiliyor. Çerkezler, Altaylar olabiliyor. Bir şehir, bir doğa konusu, bir macera konusu koyabiliyoruz. Yürüyüş, tırmanış... Dergi ilk çıktığı zaman, yeni bir dergi olduğu için pek çok kanyonu ilk kez geçtik. İnsanlar ilk kez o kanyonun içini gördüler. Karadeniz'de özellikle. Bunun bizde fotoğraf çekilmesi kadar yazı da önemli. Özellikle arkeoloji konuları genelde o arkeolojik yerin kimse başkanı ya da onun görevlendirdiği kişi yazıyor. Ben yazmıyorum yeni bir şey olsun diye. Daha çok aktüel bir yazı olması için. Böyle diyebilirim.

Güven İslamoğlu: Aslında bizim de arkeolojik danışmana ihtiyacımız var. Ama o danışmanı bulma şansımız yok. İyi ki internet var. Uzun işleri pas geçiyoruz çünkü bütçe sorunumuz var. Daha kısa işler bizim için cazip. Öneri getirenlere ne göreceğimiz konusunda sorular soruyorum. Görsel malzeme istiyorum. Bazen çok güzel fotoğraflar geliyor. Oraya gidiyoruz etraf çöplük, rezalet. (gülüşmeler)

Hem dergide hem televizyonda konuları belirlerken bir dergi çıkartma ya da televizyona program yetiştirmenin yanı sıra insanların bazı konulara daha duyarlı olma ve yok olan, soyu tükenen ya da kaybolan değerleri ön plana çıkarma kaygıları da var… Biraz bahseder misiniz?

Özcan Yüksek: Bizim derginin trajik bir yanı var. En son bir fotoğrafçımızla konuştuğumu yazdım köşemde. Artık bizim elimizden ülkeyi alıyorlar. Bizim fotoğrafçılarımız diyorlar ki “Eskiden gittiğimiz yerlerde 4-5 tane güzel fotoğraf çekebiliyorduk. Şimdi 1 tane çekebiliyorum.” Artık o doğal, bozulmamış, eşsiz, bugüne kadar kalmış doğa özellikle son 1-2 yıldır elimizden alınıyor. Yok oluyor. Biz bir tarih dergisine dönüşüyoruz giderek. 1 yıl önce çektiğimiz bir vadi, daha sonra bir bakıyoruz yok. 2 hafta evvel Antalya Elmalı’da sedir ağaçlarını çektim. Bir okur telefon numaramı almıştı. Orada tanışmıştım onlarla. Bugün telefonda ağlayarak anlatıyordu okur, dünyada sadece orada kalmış, 500 yıl yaşayan sedir ağaçlarını kesiyorlar. Dolayısıyla son 3-4 yıldır böyle bir ağıt dergisine dönüştük. Onu koruma arayışına gittik. Dergi de elden gidecek çünkü. Dergi açısından da önemli. Doğa da gidiyor aynı zamanda. Okurlarımızı aktif bir şekilde hem doğayı hem kültürü korumak anlamında hem kalabalık bir okur kitlesi var hem de bilinçli bir okur kitlesi var. Belki dünyada başka bir yayın organının yapmadığı bir şeyi biz yapıyoruz, biz bir dergi değiliz yalnızca, biz okurlarımıza, ''bunlara sahip çıkıyoruz'' dedik ve onları korumaya çalıştık. Artık ilk sayfalarda devamlı dozerlerin yıkmaya çalıştığı ağaçlar,  greyderlerin girdiği dereler… Bütün vadilere hidroelektrik santraller yapılıyor. Yaşamı yok edecek seviyede. Avrupa'da ya da Dünya'da yapılan örneklerinin çok çok üstünde. Ve bunlara bakmakla görevli olan yetkililer bu işlere bakmadığı için ya da başka şeylere baktığı için. Çevre bakanı kendi çevresini düşündüğü için, çevreyi düşünmediği için. Bunlarla çok sık karşılaşıyoruz. Ürkütücü boyutlarda… Olmayacak şekilde bir kampanyaya dönüşmüş durumda. Hasankeyf ya da İzmir Kuş Cenneti'yle başladığımız şeyin bugün halen devam ettiriyoruz. Sarıkeçililer örneğin, 1000 yıllık bir kültür. Bu ülke onlar yürüdüğü için kurulmuş. Yürüyerek gelmiş insanlar. Burada yaşayan insanlar da var ama şu an da konuştuğumuz dilin ait olduğu kültür. O kültür sadece Sarıkeçililer'de yaşıyor. Göçebelik var ama onlar develeriyle göçüyorlar. Onları yürütmüyorlardı. Hafta sonu Sarıkeçililerle birlikte Atlas okurları, Buğday Derneği, Doğa Derneği var. Başka derneklerde vardı muhtemelen. Onlarla birlikte yürüdük. Bu kültürü yaşatmak adına.

Güven İslamoğlu: Aynı şey, aynı kaygı bizim için de geçerli. Öyle bir yere geldi ki medya, İbrahim Tatlıses'in hayatı ardıç ağaçlarından daha önemli. Onun hayatı, ailesiyle ilişkileri. İnsanlar için bu ağaçlardan daha önemli. İnsanlar şu an da onu umursamıyor. Gün geldiği zaman sıkılınca yeşil alan arıyor. Hemen gidiyor TEM otoyolunun kenarında mangal yapıyorlar. Arabayı alıp yeşilliğe çekiyorlar. Onu bile mahvediyorlar. Düşünsenize AB'ye girmek istiyorsunuz. Adamlar 80 yıl önce buraya gelip madenlerimizi her şeyimizi araştırmışlar zaten. Bizi keşfetmişler önceden. O dönemden korumaya almışlar. Tarihin Arka Sayfası'nda izlemiştim, İnönü'nün kızı bir mektup ortaya çıkarmış. Atatürk dolaşmış Afyon'a, Konya'ya gitmiş, müzeleri görmüş. Hemen telgraf yollamış Meclis'e, ' Şöyle şöyle yerleri gördüm. Buraların mutlaka korunması gerekir. Buralara acil para çıkartın, buraların korunması lazım' demiş. Bunları 1930'larda demiş. Biz şimdi her şeyi mahvediyoruz. O yüzden de bir işi yaparken hepsinin bir mesajı  var. İskoçya'ya gittiğimde ormanlarını gördüm. Baktım karnıbahar gibi. Bu ne biçim orman diye sordum. Sanayi Devrimi sırasında tüm ormanlar kesilmiş. Sonradan ekmişler. Doğal ormanları kalmamış. Hepsi yapay. Biri uzun biri kısa marul tarlası gibi. O kadar kötü ki. Bizim ülkemizde doğal ormanlarımız var, onları koruyamıyoruz. Kim farkında? Kimse değil. Kim tepki gösterir? Kimse … İşte Atlas Dergisi ve bazı insanlar bunu göstermeye çalışıyor. Koskoca Orman Bakanı bile görmemezlikten geliyor. Diyorlar ki bakana: “Kaz dağlarında Ardıç ağacı kesilmiş”, Bakan diyor ki: “Yerine yenisini dikeriz”. Ardıç ağacının nasıl üretildiğini bilmiyor. Ardıç ağacı öyle üretilen bir ağaç değil. Ardıç, kuşun midesine girecek, pisliğiyle çıkacak, uygun bir ortamda yetişecek. Bakan açıklama yapıyor ama ardıç ağacının nasıl yetiştiğini bilmiyor. Geçen Karadenizliler bana ödül verdiler. “Bu ödülü bana niye verdiniz?” dedim. İşte 'Karadeniz'e yaptığınız katkılardan dolayı' dediler. Ne katkısı yaptık ki? Yol geçti, sahil kalmadı…

Soyu tükenen kaybolan değerler deyince aklıma geldi… Siz 2 Karadenizliye sormayı çok istiyorum. Karadeniz yeşiliyle ünlüdür… Sizin çocukluğunuzdaki Karadeniz nasıldı? Şimdi neler değişti?

Güven İslamoğlu: Çocukken Karadeniz'de bir manzara görmüştüm anlatayım size. Her gittiğim konferansta da anlatırım. Şimdi kalmadı o manzara. Bundan sonraki Karadeniz çocukları o manzarayı göremeyecek. Şimdi sahil düşünün uçsuz bucaksız bir sahil. Çakıl taşlı bir sahil, günbatımında upuzun bir sahil düşünün. Denizde dalga var ve hamsi karaya çok yaklaşıyor. Çok yaklaştığı zaman büyük bir dalgayla hamsiler karaya vuruyor. Hamsi karaya vurdukça yanmaya başlıyor. İnanılmaz bir yakamoz oluşuyor. Sahil yanıyor, anlatamam size o manzarayı görmeniz lazım. Dünyanın hiçbir yerinde yoktur öyle manzara. Hamsi bir tek Karadeniz'de var. Öyle bir sahil olacak. Gün batımı tam böyle sahile doğru batacak. Ve o manzara. Sonra istavrit hamsiye saldırır, bu sefer deniz fokurdamaya başlar. Hem denizde hem karada inanılmaz bir manzara... Şimdi yok. O sahilden otoban geçiyor. O yüzden ben yaşadığım Karadeniz'i şimdi ki çocukların yaşayamadığı için üzülüyorum. Ama varolanı korursak hiç olmazsa bundan sonrakilerin bir şeyler yaşama şansı var. Ben Ardeşenliyim. Ardeşen'in kapısından içeri girmem. Ardeşenliler bana çok kızar. Ardeşen dediğin doğudan bir ili al, getir sahile koy. O hale gelmiş. Dağ köylerinde taş evler var. İnanılmaz taş evler. Adam onun taşını 700-800 metre aşağıdan dereden yukarı taşıyarak yapmış.

Özcan Yüksek: Bayağı dertliymişsin yaa.

Güven İslamoğlu: Çok dertliyim. Gördüğümü artık insanlar göremeyecek. O yüzden de var olanı bari koruyalım diyorum. O da yok işte. Bir sürü inşaat şirketi var. TV'lerde boy boy reklamları var. Hepsi Rizeli. Bir tanesi gidip orada bir konak onarmış mı? Onarmadı ama “Rizeli misin?” deyince Rizeliyiz.

Özcan Yüksek: Ben daha fazla konuşmayayım. Benim çocukluğumun yazları orada geçti yani. Kışları İstanbul'da okula giderdim. Yazın oraya yollardı beni annem babam. Ardeşen'e de gitmişliğimiz var. Orada da akrabalarımız vardı. Hatırlıyorum. Orada daha çok denize girilirdi, daha güzeldi. Ben şunu düşünüyorum. Sahilde yerleşmişiz. Sahili istemiyorsak, sahili olmayan şehirlere gidin. Konya'dan gitsinler. Çorum'dan gitsinler. Madem sahili önemsemiyorsun. Kıymetini bilmiyorsun. Denizi sadece uzaktan baktığında dalgadan ibaret bir şey olarak görüyorsun. Bunu hep tartışmıştık. Daha evvel Karadeniz otoyoluna karşı çıktığımız zaman dergide. İşte ''Sen burada yaşamıyorsun.'' diye mektuplar geliyordu. ''Sen burada yaşamıyorsun, oraya kolay mı gidiliyor?'' diye. Ben de onlara diyordum ki: “O zaman gel kardeşim sen buradan, ben denizden anlamam otoyol önemlidir diyorsan git başka insanlar gelsin oraya.” Ondan sonra Karadeniz'in doğası zordur. Karadenizlinin inatçı olması, heyecanlı olması, soğukkanlı değildir, devamlı bir yerden koşuyormuş gibi. Çünkü devamlı inip çıkması gerekir. Ve inip çıktığı için, o artık genlerine işlemiştir. Bunu araştırsalar bulurlar. Ben orada büyümediğim halde. Öyle bir insanım. Çünkü her gün bin irtifayı dağcı yapamaz. Her yaştaki kadın-erkek onu yapabiliyordu ve bu onların doğası. Karadeniz'in doğası bu. Sen onu yaklaştırırsan. Karadeniz'in o doğasını, psikolojisini dahi bozarsın. İşte hani önce yolun sahilini ve hiç aralık bırakmamacasına Karadeniz otoyolu yapıldı. Ve derelerini alıyorlar. Gidin buradan diyorlar. Burada artık yaşanmaz. Gidin İstanbul'a size köprü de yapacağız. Son arazileri de derme çatma yapacağız. İstanbul'u 25-30 milyon yapacağız. Oralarda insan olmasın. Biz oralarda para kazanacağız. Doğasızlaştıracağız. İnsansızlaştıracağız. Sonuçta buraya bağlı bir proje. Ben Karadenizli demem. Karadenizli olmak kolay bir seçimse zaten artık Karadenizli değildir. Karadeniz dalgalarla boğuşacak. Dağdan inerken bile atlaya zıplaya, ayağı takıla takıla inecek. Oradaki bir kadının kaldırdığı çay sepetini söyleyeyim size. Normal bir insan kaldıramaz onu. Benim halam 90-95 kg ağırlığındaki çay sepetini kaldırırdı. İnanabilir misin, bir dağcı 25 kg'lık çantayı dağa tırmanırken taşır. Düz yolda da taşımaz. İnanılmaz bir şeydir. Karadeniz'i o şekilde ne yazık ki mahvettiler. Şimdi orada yaşayan insanlar, derelerin kenarında. O Senos, Fındıklı, Ardeşen, İkizdere. Şimdi o insanlar, köylüler fark etmişler durumu. Sıra onlara geldi çünkü. Ve derelerini korumaya çalışıyorlar. Ve koruyacaklarına da inanıyorum. Ben pozitif bir şey söylemiş olayım. Kesin olarak yaptırmazlar. Çünkü orada henüz o Karadeniz doğasını devam ettiriyor.

Güven İslamoğlu: Karadeniz otoyolunun alternatifleri vardı. Trabzon'dan Rize'ye iki saatte giderken bir saatte gittin ne oldu? Deniz yok, hiçbir şey yok, ruh yok, ruh kalmadı. Aynı şey doğu için de geçerli.

Özcan Yüksek: Her yere de yol yapılacak diye bir şey yok ki. Ben İsviçre'den örnek vereyim. İsviçre'ye işim gereği giderim çok sık. Bir turizm var. Turizm gelirlerine bağlı. Arabayı çıkartmıyorlar. On binlerce insan geliyor. Oradaki evler. Güven'in dediği evlerin daha eskileri var. 200 yıllık-300 yıllık, gururla gösterirler. Yıkılmamıştır bu evler. Araba da çıkmaz. Aşağıda durur. Oraya çıkmak da 2 saat falan sürer. 1900'lerin başında yaptıkları trenlerle çıkarsınız. Çünkü orayı bozsun istemiyorlar. Üstelik turizm de var. Dünyanın en fazla kayak merkezinin olduğu yerlerden biridir.

Güven İslamoğlu: Mesela İstanbul'da Toscana vadisi evleri satılıyor. 2 milyon dolara tanesi. İtalya'nın bir vadisi. Toscana vadisi. Bizde o vadinin alası vardı mahvettiler. Diyorlar ki Toscana Vadisi 2 milyon dolar. Desek ki Fırtına Vadisi evleri, para etmiyor. Ama Toscana Vadisi. Orası Toscana. Fırtına Toscana'ya 10 basar. Sen burayı görmüyorsun orayı görüyorsun. Bir de öyle bir mantık var. Avrupa'da olunca çok değerli.

Özcan Yüksek: Aynen öyle.

Dünyada ve Türkiye’de birçok yer dolaştınız… Türkiye’nin gezip dolaşmadığınız köşeleri var mı?

Güven İslamoğlu: Dünyayı çok dolaşmadım. Belli ülkelere gittim. Türkiye'de gitmek istediğim her yere gittim. Gitmek istemediğim yerlere de gittim.(gülüşmeler) Türkiye'nin her yeri güzel. Bir şeyi merak ediyorum. Türkiye'de 5 büyük dağ var. Bunlardan 4'üne çıktım. Ama ikincisi Hakkari'de. O da terör nedeniyle kapalı. Oralara gitmeyi çok isterim. Şu anda doğasının çok güzel olduğu söyleniyor. Bana bazen mailler geliyor. “Götürürüz” diyorlar ama ben güvenemiyorum. Ama oraları görmek isterim hakikaten. Terör nedeniyle insanın olmadığı yerlerde doğanın kendine geldiği söyleniyor.

Özcan Yüksek: Leopar falan dahi varmış öyle söyleniyor.

Güven İslamoğlu: Demek ki insan olmadan bir şeyler canlanabiliyormuş. Onu keşfetmeyi ve göstermeyi isterim. Bir oralar kaldı. Başka da yok.

Özcan Yüksek: Ben böyle çok fazla bir şeyler göreyim şeklinde bir yaklaşımım yok. Dergi gereği bir sürü yere gitmemiz gerekiyor. Ama gittiğimiz yerle ilgili bir şeyler de yazmamız gerektiği için. O kadar da kolay olmuyor. Her yolcu bir yük bizim için. Onu okumak araştırmak. Bayağı bir zaman alıyor. Atlas okurları yüzeysel bilgiyle yetinmiyor. Biz de yüzeysel yazmak istemiyoruz. Daha çok bildiğim yere gitmeyi tercih ediyorum. Daha iyi öğreneyim diye. Turist olarak gitmek bana cazip gelmiyor. Pek çok kere Petersburg'a gitmişimdir. Pek çok kere İran'a, Hindistan'a,Sri Lanka'ya gitmişimdir. Genelde aynı yere bir kaç kere gitmeyi tercih ediyorum. Bende Güven gibi, Himalayalar'da zirveye çıkmak isterim. Zaman yetmiyor. En az 45 gün orada beklemek gerekiyor. Gidemiyorum. Türkiye'deki dağların bir çoğuna çıktım, birden fazla çıktıklarım da oldu. Aynı dağlara tekrar çıkmak isterim. Hiç öyle tekrar duygusu olmaz. Ama en çok gitmek istediğim yer. Belki de bu senenin sonunda gideceğim. Brezilya'daki Amazon Ormanları'na girmek istiyorum.

Güven İslamoğlu: Bende Maccupiccu'yu görmek isterim. Peru'yu. Hoşuma gidiyor. İnkalar hoşuma gidiyor. Arjantin, Peru oralar cazip geliyor. Mesela Hindistan hiç. Japonya hiç. Yani ruhumda yok. Avusturalya hiç. Kültürleri bana göre değil.

Özcan Yüksek: Avustralya'yı da istiyorum.. Aborjinlere mutlaka gideceğim.

Güven İslamoğlu: Güney Amerika olabilir. Kutuplar olabilir. Soğuk yerleri severim. Sıcak? Afrika hiç.

Türklerin tatil alışkanlıklarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Ve bu sene onlar için farklı bir tatil önerileriniz olabilir mi?

Özcan Yüksek: Şimdi çok gelişti o kültür. Atlas'tan sonra da çok TV programları oldu. Gezi programları oldu. Bu tabi bir yüzde olarak az gelebilir ama sadece deniz ya da kültür ayrımının ötesinde aslında Türklerin çok eleştirdiğim yönleri var. Denize gideni eleştirmiyorum gitmek istiyorsa gitsin. Kültüre gideni eleştirmek istiyorum. Sadece ve sadece İtalya'ya, Paris'e, Roma'ya gidiyor. Oraya da gitsin. Adam akıllı geziyor mu acaba? Ben bir kaç kere bizzat onu okurlarıma anlatmıştım. Türk insanı anlamak için bizzat onlarla turlara katıldım. Gidiyorsunuz. 15-20 dakika. Belki de daha da azdır. Abartmadan söylüyorum. Kalabalık bir yerde işte, uzaktan gösteriyor. Şu Neptün Heykeli falan. Bir kaç cümle söylüyor. Türkler onu dinliyorlar iyice. Fotoğraflar çekiliyor. Ondan sonra hemen Pisa'ya nasıl gidilir? Türkler oraya gidecek. Fotoğrafını çekecek ve olay bitecek. Türkler için bir sürü yeri görmek. Hızlandırılmış videolar var. Televizyoncusunuz bilirsiniz. Hani böyle görüntüyü hızlandırırsınız hızlı geçer ya o da öyle geçiyor. Oraya gittiğini sadece fotoğrafla kanıtlar. Asla anlatamaz. Ve bu çok yaygın bir şey. Ben orada gördüm. Ya da bir Semerkant'a gidiyorum. THY Semerkant'a uçak vardır. Ve yer bulmak da çok zordur. Çok da pahalıdır. Uçak ağzına kadar doludur ve iki tane Türk vardır. Ben ve bir arkadaşım. İşçi falan varsa onları da Türk olarak sayacağım. Onun dışında sadece İtalyan, Alman, İspanyol falan. Onlar vardır. Onlar orayı görmeye gidiyorlar. Türkler yaşıyor orada, oradan gelmişiz. Çok büyük bir bağlantımız vardır orayla. Mimari açıdan da çok kıymetli ve anlatabileceğimiz çok fazla şeyler var. Timur'u da duymuşuz. Bir tane de Türk yoktur orada. Bu yazık ki kültür turizmine de egemen bir şey. Yazık ki böyle. Bundan birinci derecede medyayı suçluyorum. Bu medyanın içerisinde TV'ler birinci derecede var. Onların bu tür şeyleri göstermesi lazım. Türkiye genç ve eğitilebilen bir nüfus. Ne gösterirseniz iyi olur. Bir de trend haline getirmeniz lazım. Mesela Semerkant'a şu ünlü gitti diye. O bile bir fayda sağlar. Çünkü oraya yabancılar gidiyor. Biz gitsek de değişmez bir şey mesela. Biz Hindistan'a gidiyoruz ya mesela. Aslında Avrupalı gittiği için gidiyoruz. Nepal'e gider, çünkü Avrupa'lı gittiği için gidiyor. Nepal'e gider çünkü Avrupalı San Francisco'dan oraya gidiyor. Ben de onlardan biriyim, ben de oraya gitmeliyim diye gider. Altaylar'a gitmez. Avrupalı gitmeye başlarsa. Henüz oraya gitmediler. Oraya da başlarlar gitmeye o zaman. Biraz eleştirel oldu ama o fırsatı değerlendirirler.

Türkiye’nin gidip görülmesi gereken 3 yerini söyler misiniz? Nasıl ulaşılır, nerede konaklanır?

Özcan Yüksek: Genelde bana derler “bir yer öner, bir yer öner” diye. Bir keresinde önereyim dedim. 3 tane yer önerdim. Türkiye'deki Türk insanı için söyledim. Almanya'daki bir insana mesela Türkiye'yi öneririm. 3 yeri birbirinden farklı kategorilerdeki yerler diye: Mısır. Mısır'ı sanat, tarih açısından önerdim. İnsanlık tarihinin en yaratıcı insanları orada. Bir daha da 5000 yıl sonra da gelmezler. Onlar kadar dünyaya acayip bakan, kimse olamaz. Entellektüel bir işle uğraşan, okuyan. O tür dünyası zengin olan kişinin mutlaka oradaki piramitleri ve firavun kültürünü görmesi gerekiyor. Bizim bir parça ondan. Bizim ülkemizden örnek vermek gerekirse. Nemrut dağındaki heykeller. Onun her tarafta olduğunu düşünün. O da aslında kıymeti bilinmeyen bir şeydir. Onu söylüyorum. Hindistan'a da 3000 yıl evvel insanlar nasıl yaşıyorsa. Halen insanların aynı yaşadığı bir kültürü görmek istiyorsanız. Aynı kültürü, aynı dili. Aynı inanç. Çarpıcı olsun diye söylüyorum. İstiklal Caddesi’nde yürüyorsunuz. Çıplak bir adam karşıdan geliyor. 3000 yıl evvel de öyle şimdi de öyle. Çok normal. Bu yaşayan geçmiş diyeyim. Hakim geçmiş. O açıdan bana ilginç geliyor. Kültür de çok zengin. Çok renkli. Her yanı da çok güçlü ama asıl söylemek istediğimiz şey şu anda yaşıyor oluşumuz. Mısır'a gittiğimiz zaman mevcut Mısırlılarla bir bağlantı yok. Bir de doğa açısından Sri Lanka'yı öneriyorum. Adem’in indiği yer diye bir dağ var oraya çıkarlar. Cennetten bakmışlar yeryüzüne. Cennete benzeyen yer olarak orayı görmüşler. Tabii mitolojik olarak öyle. Öyle bir yer görmek isterse insanlar. Doğa bakımından, Sri Lanka'yı öneriyorum. Türkiye'de arkeolojik açıdan dünyanın en zengin ülkesi. 1.sırada yani. Zaten burada yaşıyoruz herkes biliyor.
Güven İslamoğlu: Türkiye’den insanlara nereyi önerebilirim. Kaçkar'ları görmelerini isterim. Kaçkar'da da mutlaka 2000 metre yukarı çıkmaları lazım. Ayder'e gidip de otobüsle, 100 metre sağa 100 metre sola yürümekten bahsetmiyorum. Gidecekler. 2000 metrenin üstündeki yaylaları görecekler. Ellerinde sırt çantaları. Orada kamp yaparak ya da küçük pansiyonlarda kalarak buzul göllerini görerek yürümelerini tavsiye ederim. Özellikle Ardahan'dan.. Şavşat'ta geçiş noktası var. Çamlıbel geçidi. O geçiş noktasından geçmelerini tavsiye ediyorum. Çünkü bir yerden yeşil ve sarı tonlarındaki geçit, dünyanın hiçbir yerinde bu kadar keskin görünen yerler yoktur. Bu tarafa baktığınız zaman sapsarı Doğu Anadolu iklimini görüyorsunuz. Bir adımla farklı iklime geçiş yapıyorsunuz. Aynı duyguyu Nemrut Krateri'nde de yaşadım. Kraterin içine bir giriyorsunuz. Bir volkanın içindesiniz. İnanılmaz bir his veriyor. Tüyleriniz diken diken oluyor. Zirveye çıktığınız zaman krater gölü bu tarafta, Van Gölü o tarafta. Muhteşem bir manzara. Dalyan'ı çok sevdim. Dalyan'da tarih var, doğa var, nehir var, arkasında şelaleler var. Dalyan'da ne isterseniz var. Türkiye'de her şeyi bir arada yaşayabileceğin çok güzel bir yer. Çok bozulmamış bir yer. Her şeyi içinde barındıran hakikaten güzel, sessiz sakin bir yer..

İnsanlar sizi sırt çantanızla görünce yolculuk nereye demekten kendilerini alamıyorlar… Yolculuklar için olmazsa olmazlar neler?

Özcan Yüksek: Sırt çantası şimdi boyut boyut değişiyor. Bazen arkadaşlarıma da sırt çantası olmayanlara da verdiğim oluyor. Bir sırt çantası erkeklerin kıyafetlerine çok uygun ama bayanlar için pek uygun olmuyor. Mesela ben olsam gece ceketin üstüne giyerim. İstanbul aslında iklim olarak sırt çantasına çok uygun bir iklim. Çengelköy'den yukarısı Sibirya iklimi. Soğuğun geldiği yer orası. Oradan aşağısı Akdeniz. Orası 3-4 derece oynar. Rüzgar, soğuk, çok çabuk çıkabilir,  nem var. Dolayısıyla sırt çantası benim gibi karşıdan bu yakaya gelen insanlar için aslında bir çeşit küçük bir trekking gibi denebilir. Onun için de mutlaka benim bir rüzgarlığım, küçük bir kazağım, içinde mutlaka bilgisayarım, kitabım vardır mutlaka. Uzun yolculukta da böyle sıcak yerlere gidersem eğer çok fazla bir şeyim olmaz. 2 tane gömleğim olur çabuk kuruyan cinsten. Birini kullanırım.Yıkarım. Sabah olmadan kurur zaten. Pratik bir şeydir. Çok da başka bir şey almam. Çölden gelip çok lüks davetlere gittiğim de olmuştur. Ama o ayakkabılarla çok daha fazla dikkat çekmişimdir. Çünkü çok lüks şeylere bir kaç defa, çünkü orada bazı yerlerde önemli bir şeye girmiş oluyorsun iş gereği. Böyle bir düğün falan olmuştu bir şeyler olmuştu. Bir kaç kere ona rastladım. Bir gezginin en şık kıyafeti buruşuk gömleğidir (gülüşmeler). Böyle değişik şeyler söylemek istemiyorum. Acayip adamlarız falan filan demek de istemiyorum. Mesela daha iyi bir örnek vereyim.  Ayşegül vardı. Şu anda Amerika'da Biyoloji üzerine doktorasını yapıyor. Ayşegül hepimizi cebinden çıkarır. Çünkü Ayşegül Himalayalar'daki ormana sadece bir pantolon ve bir tişörtle gidiyor. Başka da hiç bir şey yoktu. Üstelik iplerle asılarak fotoğraf çekiyordu. Orada 4-5 ay kalıyordu. Yağmur ormanı tabi her cins şey çıkabiliyor karşına. Onlar biyolog olduğu için korktuğu da yok. Hatta biz başlığı da atmıştık 'Ayşegül Ormanda' diye. (gülüşmeler) Ben onun gibisini de görmedim yani. Üstelik o tamamen vejetaryendi ve yiyeceğini almak için 15 km yürümesi gerekiyordu. Bu tür şeyleri seviyorum. İstanbul'un yapısı da böyle. Bizim derginin özelliği de buna müsait olduğu için hani çok riskli bir şeylere böyle gittiğim oluyor. Çoğunlukla da böyle gidiyor.

Güven İslamoğlu: Benim sırt çantamda fotoğraf makinesi, kamera, batarya-pil mutlaka, migren ilacım mutlaka, ekmek-su hiçbir şey fark etmiyor, migren ağrısı tutarsa dağda çok kötü oluyor, o yüzden ilacımı mutlaka kontrol ederim. Bir tane İsviçre çakısı, bir GPS cihazım var, ondan önce pusulam vardı. Mutlaka birkaç parça  gofret alıyorum.Ve su.Bir de ben çok terliyorum, çok terlediğim için serinleme ihtiyacı duyuyorum. Devamlı suya girerim, suya gireceğim için de mayo mutlaka. Bir mayo, bir tişört, bir de pantolon gibi bir şey. Ama nereye gidersem gideyim, bunlar olmazsa olmazlarım. Ama en önemlisi ilacım. İlacım olmazsa yola çıkmam.

Özcan Yüksek’i Atlas’ın Genel Yayın Yönetmeni, Güven İslamoğlu’nu Her Yerde Bir Haber Var Programının Yapımcısı olarak tanıyoruz. Peki siz kendinizi nasıl tanıtırsınız? Bilinmeyen yönleriniz neler? Boş zamanlarınızda neler yaparsınız?

Güven İslamoğlu: Atölyem var evimde, bilinen bir şey. Ama atölyeyi kapadım. Çok masraflı. Portatif cihazlarım kaldı. Onları kullanıyorum. Atölyem varken bir kaç arkadaşıma masa da yaptığım oldu.  Ağacı seviyorum. İleride kısmetse marangozhaneyi yeniden kuracağım. Bir de katamaran tutkusu başladı. Tatil köylerinde öğrendim. O tutkum devam ediyor. Hafta sonları mutlaka bisiklete binerim. Arabayı mümkün olduğu kadar kullanmam, yürürüm. Yollar çok uygun olsa bisiklete römorkör takıp pazara da öyle gitmeyi planlıyorum. Danimarka, Hollanda’daki gibi. Fazla da bir şeyim yok onun dışında.

Özcan Yüksek: İnsanlar bilir, masallarla ilgilenirim. Masal ve mitoloji okumayı severim.

Güven İslamoğlu: Kitap mı alıyorsun sen?

Özcan Yüksek: Evet Klasik Masallar.

Güven İslamoğlu: Çocuk var mı?

Özcan Yüksek: Yok. Ama yani çocuk masalı değil de daha böyle klasik büyüklere göre olanlarından. Çocuk kitapları aslında o masalların kısaltılmış halleri.

Güven İslamoğlu: Kızım Balım için çok kitap alırdım, masal ezberlerdim. Her gün aynı masalı istemezdi. Üretmek zorundaydım. Onları toplasam masal kitabı yazabilirdim.

Özcan Yüksek: Einstein'a sormuş bir kadın, “Çocuğum sizin gibi zeki bir bilim adamı olmasını istiyorum. Ne yapmam lazım?”, “Masal okut” demiş. “Başka ne yapmam lazım?” demiş. “Yeniden masal okut” demiş. “Başka?” demiş. “Hep masal okut” demiş. Onun dışında bu Temmuz’da Kaz Dağları'nda başlayacak bir yaşam okulumuz var. Orada masal çözümlemeleri anlatacağız, ders vereceğiz. Gezegeni kurtaracak masallar diyorum ben buna. Benim fazla uğraş alanım yok, bunlar benim yeni uğraş alanlarım diye söylüyorum. Bilgi Üniversitesi'nde bir bölüm açacağız. Bir bisikletim var, biniyorum bisiklete.. Kanlıca'dan buraya bisikletle geliyorum bazen, yaz aylarında geliyordum. Onun dışında çok fazla hobim yok.. En sevdiğim şey, onu da bu sene artık vazgeçerim belki ama Beşiktaş maçlarına giderim çok sık. En son bu hakem olaylarından dolayı çok futbol olaylarıyla ilgilenmek istemiyorum. Digitürk'ümü de vereceğim. Kombine mi de almayacağım. Ben çok takımın kazanmasından kaybetmesinden etkilenen bir insan değilim. Tek zevkimin elimden alınmasını kabul edemiyorum, oyun adaletsiz olunca. Dünyayla biraz o seviyede bağlantı kuruyorum diyebilirim. Futbolla fazla ilgileniyorum.

Güven İslamoğlu: Ben futbol oynadım. Babam hakemdi. Hatta benim maçlarımı da yönetti. Sonra sakatlandım. Ondan sonra futbola  küstüm, futbol camiasına ve her şeye. Maç izlemem fazla. 3 tane 4 tane maça gitmişimdir toplasan. Bazen arkadaşlarım toplu halde maça giderler. Tekme atarlar, sandalye kırarlar şok geçiririm okumuş ve görgülü insanlar nasıl böyle bir şey yaparlar. Şaşırtıcı. Geçenlerde oldu, Beşiktaşlı bir grup arkadaşımız maça gitmişler. Arkadaşım sinirlenmiş sandalyeye tekme atmış. Sandalye, kırılmış gitmiş öndeki adamın kafasına çarpmış. Adama bir şey olsa…Yazık…

Özcan Yüksek: Fener maçından sonra, ben Beşiktaşlılarla sokakta izliyorum. Karmakarışık. İzliyorum birbirine girdiler. Seyircilerin yarısı da kız, genç kız. Zaten onlar galeyana getiriyorlardı. Çok şaşırdım. Çünkü bir anda zıvanadan çıkıldı. Benim futbolla ilgim babamdan geliyor. Benim adım Beşiktaşlı futbolcudan geliyor…

Güven İslamoğlu: Yapma, benimki de öyle. Beşiktaş'ta sol açık Güven varmış… (gülüşmeler)

Özcan Yüksek: Aaa, kardeşimin adı Güven. Tabi gol kralı. Ben niye benim adımı Güven koymadın diyordum. Bak tesadüfe bak… (gülüyor)

Güven İslamoğlu: Trabzon'u tutarım ama, bir kez maçına gittim.

Özcan Yüksek: Trabzon'u da severim tabii. Neyse yani benim söyleyebileceğim ilgi alanlarım dışında hobi olarak demem ayıp kaçar. Futbolla ilgileniyorum. Diğerleri zaten benim işim olduğu için onları söylemiyorum.

Güven İslamoğlu: Bazen bana şey diyorlar mesela. “Oh ne güzel. Hem geziyorsun, hem para kazanıyorsun.” Gidin Mehmet Yaşin’e söyleyin bu lafı dedim. O hem geziyor, hem yiyor, hem de para kazanıyor... (gülüşmeler)

Doğayla aranız iyi peki teknolojiyle nasıl? Teknolojinin nimetlerinden yolculuklarınızda yeterince faydalanıyor musunuz?

Güven İslamoğlu: Teknolojiyle aram hiç yok. Ben cep telefonumu açarım kaparım. İnternet bağlantısı falan her şeyi var. Hiç kullanmam. Sadece arayayım, arayana cevap vereyim. İnternette de gireyim maillerime bakayım, iki dolaşayım. Kapatırım hemen.

Özcan Yüksek: Ben de takdir ediyorum Güven'in bu durumunu. Ben de öyle yapmak istiyorum ama yapamıyorum. Dergiyi de yönettiğim için bir sürü işleri var. Onu kullanarak daha çok gezgin olabiliyorum. Tabii bunun dezavantajı var. Çölde yürüyorsunuz, Vakko'nun indirimi mesaj olarak gelince bütün atmosfer gidiyor oradaki o ıssız yerde, onlardan hoşlanmıyorum. Ama cep telefonum e-mail alıyor, internete de girmem gerekiyor. Hep yaptığım iş gereği bilgi almak amaçlı giriyorum. Başka bir amaçla kullanmıyorum. Çok tekno bir insan değilim.

Twitter ve Facebook gibi sosyal medya sitelerini takip ediyor musunuz? Üyelikleriniz var mı?

Özcan Yüksek: Var tabii.

Güven İslamoğlu: Ben Facebook hesabı açmadım. Ama benim bir izleyicim benim adıma açmış. Sonra ondan devraldım. Çünkü gelenleri cevaplamak gerekiyor. Sohbet yok, MSN yok, hayatımda MSN hesabım bile olmadı. Telefonda bile fazla konuşamam. Karım çok kızar .Onu bıraksan saatlerce konuşur, ben konuşmam. “Tamam, geliyorum, evet,hayır…” o kadar. Çekimlerde tam konsantre olmuşuz “Zırr” kameramanın telefonu çalar, çıldırıyorum… Kameramanlar çekim sırasında 3 tane telefonla dolaşıyor ve adam 3'üne de cevap veriyor. Kapattırıyorum. Ben de kapatıyorum zaten.

Özcan Yüksek: Facebook var. Öncelerden uzaklardaki yeğenlerim için girmiştim. Amerika'da, Rize'de şurada burada. Görüşemiyorum diye. Daha böyle anaokulu seviyesindeydi. Doğa Derneği, Buğday Derneği onların isteklerini de kabul ettim. Daha çok aslında bilgilendirme amaçlı. Yanımdaki arkadaşımla mesela Facebook'tan haberleşmiyorum.

Yoga, tai-chi,meditasyon gibi uzak doğunun kadim bilgilerini ve öğretilerini hayatınızda uyguluyor musunuz?

Özcan Yüksek: Yoga yapıyorum. Uzun zamandır yapmıyorum, çok sık yapan biri değilim ama yapıyorum…

Güven İslamoğlu: Ben hep meditasyon halindeyim, eşim öyle diyor. Kahvaltı yaparken dalıp gidiyorum. Meditasyona gerek yok. Eşim ve kızım konuşuyorlar, sonra bana soruyorlar bizi dinledin mi diye. Ne diyorum. Duymuyorum bile, hiç.. Yemek yerken kopup gidiyorum, meditasyona gerek yok. (gülüşmeler)

Günay Selekman: Peki çok teşekkür ederim.

Özcan Yüksek: Çok memnun oldum röportaj için. Biraz uzun oldu ama.

Güven İslamoğlu: Biz de teşekkür ederiz.
Sıradaki Haberadv-arrow
Sıradaki Haberadv-arrow