hourSON DAKİKA
left-arrowright-arrow
weather
İstanbul
down-arrowup-arrow

    Deyimler ve Anlamları - En Çok Bilinen Deyimler Sözlüğü - Kısa Uzun Deyim Örnekleri

    Deyimler ve Anlamları - En Çok Bilinen Deyimler Sözlüğü - Kısa Uzun Deyim Örnekleri
    expand

    Deyim, genellikle gerçek anlamından daha farklı bir anlam taşıyan, anlatıma akıcılık, çekicilik katan kalıplaşmış sözcük topluluğu olarak tanımlanmıştır. İşte bazı deyimler ve anlamları...

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Kendine özgü birden çok anlamı bulunan deyimler cümleyi daha anlamlı ve zengin göstermek amaçlı kullanılır İlk öğretimde Türkçe ders konularında sıklıkla karşımıza çıkar. Günümüzde en çok kullanılan deyimler ve anlamları arama motoru üzerinden sık sık araştırma konusu oluyor. Türkçemizde deyim sayısı çok olduğu için deyimler a’dan z’ye baş harflerine göre sayfalara ayrılır. İşte en çok merak edilen deyimler ve anlamları...

    DEYİMLER VE ANLAMLARI 

    Abayı yakmak: Bir kimseye gönlünü kaptırmak. “Bizim oğlan komşu kızına abayı yakmış.”

    Abbas yolcu: 1) Yolculuğa çıkmaya kararlı. 2) ölmek üzere olan kimse için şaka yollu söylenir.

    Abes kaçmak (söz) : Söylenilen sözün ortama, konuya uygun olmaması. “İş toplantısında akşamki maçtan bahsetmesi abes kaçtı.”

    Abuk sabuk konuşmak: Düşünmeden, birbiriyle ilgisi olmayan, tutarsız, saçma sapan söz söylemek. “Yeter artık, abuk sabuk konuşmalarına daha fazla dayanamayacağım.”

    Acemi çaylak: Toy, tecrübesiz, beceriksiz. “Acemi çaylağa bak hele! Sen mi tamir edeceksin o saati?”

    Açık vermek: 1) Geliri, giderini karşılamamak. “Maaşımız yetmeyecek bu ay, galiba açık vereceğiz.” 2) Ortaya çıkmaması gereken şeyi farkında olmadan belli etmek. “Dikkat et de düşmanlarına açık verme.”

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Ağız kalabalığı: Birbirini tutmayan, gereksiz, konu dışı sözler. “Asıl meseleyi ağız kalabalığı ile ört bas edip kaçamazsın!”

    Babasının hayrına : “Hiçbir çıkar elde etmeden, sadece iyilik olsun diye” anlamında.

    Bacak kadar: Ufak tefek; kısa boylu (kimse)

    Badire(yi) atlatmak : Tehlikeli durumu geçiştirmek.

    Başı sıkışmak (sıkılmak) : Herhangi bir güçlükle karşılaşmak.

    Başı sonu belli değil: Çok düzensiz, karmakarışık.

    Boynunun borcu : Bir kişinin yapmak zorunda olduğu iş.

    Caka satmak: Çalım satmak, gösteriş yapmak. “Caka satmayı bırak da işine bak.”

    Cambul cumbul: Pek sulu, suyu bol (yemek için). “Yemek cambul cumbuldu ama lezzetli olmuştu.”

    Can alıcı yer (nokta): Bir şeyin en önemli, en çarpıcı yeri. “İnsan sağlığı, eğitim ve kültür konularının en can alıcı noktası, ekonomidir.”

    Can atmak: Çok istemek, çok arzulamak. “Babası ile parka gitmek için can atıyor.”

    Dağa çıkmak: Eşkıya olmak.

    Dağa kaldırmak: Herhangi bir sebepten ötürü birini zorla dağa veya ıssız bir yere götürüp orada alıkoymak. “Eşkıyalar, karakol komutanının oğlunu dağa kaldırmışlar; ne istedikleri henüz belli değil.”

    Dağarcığına atmak: Yeni bilgilerini, eski bilgilerine katmak; yeni bilgileri zihnine yerleştirmek.“Öğrendiği her yeni bilgiyi dağarcığına atmayı ihmal etmedi.”

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Dağdan gelip bağdakini kovmak: Daha sonradan geldiği bir yere ya da karıştığı bir işte eskiden beri bulunan bir kişinin yerini almaya çalışmak.“Şu densize bak hele, dağdan gelip bağdakini kovuyor!”

    Ecel teri dökmek: Çok korkmak, heyecan içinde bulunup terlemek, korku ve bunalım içinde olmak.“Köprüden geçerken ecel terleri döktüler.”

    Eceli gelmek: Ölmek, sonu gelmek, yok oluş vakti gelmek.“Herkesin eceli gelecek ve bu dünyadan göçecek.”

    Eceline susamak: Ölümüne yol açacak kadar tehlikeli işlere girişmek.“Bırak o silâhı elinden, eceline mi susadın sen?”

    Eciş bücüş: Çarpuk çurpuk, eğri büğrü, düzgün yanı olmayan, çirkin bir biçim almış bulunan.“Eciş bücüş bir yazıyla karşılaşınca şaşırdı.”

    Edebiyat yapmak: Bir işe yaramayan, konuyu açıklamaya yetmeyen, gerçeği yansıtmayan süslü, parlak ve gereksiz sözler söylemek.“Edebiyat yapmaya amma da meraklı bir insanmış.”

    Falso vermek: Açık vermek veya kusurlu bir durumu olmak, kusuru açığa çıkmak. “Eninde sonunda bir falso verir demedim mi?”

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Fareler cirit oynamak: Bir yer ıssız olmak, kimseler bulunmamak.“Koca köyde fareler cirit atıyordu.”

    Farkına varmak: Gözüne çarpmak, orada bulunduğunu anlamak, fark etmek.“O kalabalıkta senin farkına varacaklarını sanmıyorum.”

    Felce uğramak: 1. Bir işin tamamen bozulması, durup ilerleyemez olması. 2. Hastalık sebebiyle organlarının bir kısmı çalışamaz duruma gelmek, kötürüm olmak.“Yaptığımız işin felce uğramasından korkuyorum.”

    Gaflet basmak: Uykusu gelmek.“Siz konuşurken beni bir gaflet bastı ki hiç sorma, sizin konuştuklarınızı anladım diyemem.”

    Gaflete düşmek: Dalgın, dikkatsiz, uyuşuk olmak.“Bütün toplum gaflete düşmüş, oynanan oyunları görmüyordu.”

    Gam yememek: Kaygılanmamak, tasa etmemek, üzülmemek.“Seni bir kez daha gördüm ya, artık gam yemem.”

    Gani gönüllü: Cömert, eli bol, vermekten kaçınmayan.“Gani gönüllü insanlara artık günümüzde pek rastlanmıyor.”

    Gâvur etmek: Boşuna harcamak, işe yaramaz duruma getirmek, yerinde harcamamak.“Onca parayı bu eve verip gâvur etti.”

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Ha babam (ha): 1. Devamlı olarak, hiç durmadan. 2. Karşısındakinin çabasını, gayretini artırmak için kullanılır.“Ha babam ha, az kaldı, bitireceğiz işi.”

    Habbeyi kubbe yapmak: Önemsiz, küçük bir şeyi büyütüp mesele çıkarmak.“Söyle ona, habbeyi kubbe yapıp durmasın, ne olmuş çocuk biraz geç kalmış da!”

    Haber uçurmak: Çabucak, gizlice haber göndermek.“Hemen haber uçurun köye, kaymakam bu gece misafir olacakmış!”

    Ha bire: Durmadan, arka arkaya, sürekli olarak, ara vermeden.“Tarlada bir adam ha bire çalışıyordu.”

    Irağı yakın etmek: Yapılması, gerçekleşmesi zor olan işleri, tüm güçlükleri yenerek gerçekleştirmek.

    Isıtıp ısıtıp önüne koymak: Daha önce meydana gelmiş bir olayı ya da bir işi bir düşünceyi yeniden, sık sık tekrarlamak. “Yıllar önce yaşanmış olayları neden ısıtıp ısıtıp önüme koyuyorsun anlamıyorum.”

    Iska geçmek: 1. Hedefe isabet ettirememek, vuramamak. 2. Üzerinde durmamak, önem vermemek, atlamak. “Bu sefer de ıska geçersen kaybedeceksin.”

    Iskartaya çıkarmak: İşi yaramaz, değersiz bularak bir yana atmak. “Beni hiç kimse ıskartaya çıkaramaz.”

    Islah etmek: Hatası, yanlışı olan kimseyi yola getirmek, doğru olanı görmesini sağlamak. “Allah seni ıslah etsin, ne zaman düzeleceksin!”

    İcabına bakmak: 1. Gereğini yerine getirmek. 2. Yok etmek, ortadan kaldırmak. “O adamın icabına bakarız, merak etme sen.”

    İcat çıkarmak: 1. Hoşa gitmeyecek bir huy edinmek, hoş olmayan bir davranışta bulunmak. 2. Gereksiz bir sorun ortaya atmak, çıkarmak. “Yeni müdür öğle saatinde toplantı icadı çıkardı.”

    İç çekmek: Üzüntüyle göğüs geçirmek, derin derin soluk alıp hıçkırıkla ağlamak. “Yavrucağın iç çekişi dayanılır gibi değildi.”

    İç etmek: Eline geçen bir şeyi sahibine bildirmeden kendisine mal etmek, ortadan kaldırıp kimseye göstermemek. “Babasına bildirmeden o kadar parayı iç etmiş.”

    İç gıcıklamak: 1. Huylandırmak. 2. İstek uyandırmak.

    Jeton düşmemek / takılmak : Söylenenleri, olup bitenleri anlayamamak.

    Jetonu geç düşmek: Bir konuyu, sorunu ya da düşünceyi geç ve güç anlamak. “Jetonu geç düşüyor galiba, şaka yaptığımızı anlamadı hâlâ.”

    Jurnal etmek: Biriyle ilgili, yetkili kimselere kötülemede bulunmak; yazılı, sözlü ihbarda bulunmak.

    Kabak tadı vermek: Bıktırmak, usanç vermek, tatsız olmaya başlamak. “Senin bu şakaların da artık kabak tadı vermeye başladı.”

    Kabına sığmamak: Sevinç ve heyecanından taşkın hareketlerde bulunmak.

    Kabir azabı çekmek: Çok sıkılmak, eziyet çekmek. “Kabir azabı çekmeye daha ne kadar devam edeceğiz?”

    Kabuğuna çekilmek: Tek başına kalmak, dış dünya ile ilgisini kesmek, kimse ile görüşmemek. “Geçirdiği kazadan sonra iyice kabuğuna çekildi.”

    Kafadan atmak: Bir konu üzerinde inceleme yapmadan, rast gele konuşmak. “Derse hiç çalışmadığın belli, öyle kafadan atıyorsun ki…”

    Laf (söz) altında kalmamak: Bir münakaşa sırasında söylenen her dokunaklı söze karşılık vermek, söz altında ezilmemek.

    Laf (söz) aramızda: “Söyleyeceğim sözleri başka biri duymasın, bilmesin, konuştuklarımız aramızda kalsın” anlamında kullanılır. “Laf aramızda, Ali yine öç alacağım demeye başlamış.”

    Laf atmak: 1. Dokunaklı sözlerle sataşmak, uzaktan işittirmek. 2. Karşılıklı söyleşmek, konuşmak. 3. Sözle sarkıntılık etmek. “Laf atarak beni sinirlendirmye çalışıyorlardı.”

    Lafa tutmak: Birini konuşarak, gereksiz meseleler anlatarak işinden alıkoymak. “Onu biraz lafa tutup oyalamaya başladılar.”

    Madalyanın ters (öteki) yüzü: Olumlu bir olay, iş ya da durumun düşünülmesi, hesaba katılması gereken olumsuz yönü.

    Madik atmak: Hile, düzen ve oyunla aldatmak; dolap çevirmek. “Ona kolay kolay kimse madik atamaz.”

    Mahalleyi ayağa kaldırmak: Bağırıp çağırarak, gürültü kopararak konu komşuyu rahatsız etmek, telaşlandırmak. “Bağırıp durma öyle, mahalleyi ayağa kaldıracaksın.”

    Mahkemelik olmak: Kavga veya anlaşmazlık sonucu mahkemeye düşmek. “Bu gidişle mahkemelik olacağız galiba.”

    Mahşer midillisi: Kısa boylu, fitneci kimse.

    Nabzını yoklamak: Eğilimini, niyetini, düşüncelerini, arzularını anlamaya çalışmak. “İşçilerin nabzını yoklayın da zam konusunu öyle düşünelim.”

    Nalıncı keseri gibi kendine yontmak: Hemen her işte kendi çıkarını düşünerek hareket etmek.

    Nam almak: Tanınmak, ünü her yerde duyulmak.

    Namus belası: Namusunu, şerefini, itibarını korumak için katlanılan sıkıntılı durum, kabullenilen zarar ziyan. “Namus belasına az kaldı canından oluyordu delikanlı.”

    Ocağına incir dikmek: Birinin evini barkını dağıtmak, düzenini alt üst etmek, yuvasını yıkıp toparlanamaz hâle getirmek. “Ben de senin ocağına incir dikmezsem dedi ama dediğine pişman oldu.”

    Ocağını söndürmek: Ailenin dağılmasına sebep olmak, çoluk çocuğunu yok etmek. “Ocağımı söndürdü katiller!”

    Oğul balı: 1. Evlât, evlâdın ana babaya yansıyan geliri. 2. Oğul arılarının yaptığı bal.

    Öç almak: Yapılan bir kötülüğün acısını aynı derecede bir kötülük yaparak çıkarmak. “Öç alma fikrinden vazgeçirmeliyiz onu.”

    Ödü patlamak: Ani bir olay sebebiyle çok korkmak. “Fareden ödüm kopar.”

    Öküzün altında buzağı aramak: Kimi sebepler, bahaneler uydurarak suç ve suçlu bulma çabasında olmak.

    Öküz öldü, ortaklık bozuldu: Aradaki yakınlık dayanağı kalktı, yakınlık da kalmadı.

    Deyimler ve Anlamları - En Çok Bilinen Deyimler Sözlüğü - Kısa Uzun Deyim ÖrnekleriPabucunu ters giydirmek: Güç bir duruma düşürerek telaşlandırmak, bu telaşla kaçmasına sebep olmak. “El oğlu bu, adama pabucunu ters giydirir, tetikte olmalı insan.”

    Pabuç bırakmamak: Yılmamak, korkmayıp yapacağından vazgeçmemek. “Ben öyle olur olmaz insanlara pabuç bırakmam.”

    Pabuç pahalı: Girişilen işin tehlikeli olduğunu anlatmak için kullanılır. “Baktı ki pabuç pahalı, hemen geri döndü.”

    Paçaları sıvamak: Bir işi yapmak için hazırlanmak. “Bir an önce paçaları sıvayıp işe başlamak istiyordu.”

    Rahat durmamak: Yaramazlık etmek, kımıldayıp durmak. “Rahat durmadın, beni zor durumda bıraktın.”

    Rahatına bakmak: Hiçbir şeye aldırış etmeden rahatını sağlamaya çalışmak. “Boş ver, rahatına bak, sen mi düzelteceksin diyenlerden nefret ederim.”

    Rahatlık (rahat) batmak: Rahat, iyi bir yerdeyken o yeri olmayacak nedenlerden ötürü terk eden insanlar için sitem biçiminde söylenir.

    Rahat yüzü görmemek: Huzur, bolluk, hiç rahatlık görmemek; sürekli sıkıntı, darlık içinde bulunmak. “Şu yaşıma geldim, hiç rahat yüzü görmedim desem yeridir.”

    Sabaha çıkamamak: Sabahtan önce ölmek, sabaha kadar yaşayamamak. “Hastanın durumu ağır, sabaha çıkacağını sanmıyorum.”

    Sabahı etmek (veya bulmak): Sabahlamak, bir sebeple sabaha kadar uyumamak, bir konu ile uğraşmak. “Köye varmamız sabahı bulacak.”

    Sabahın köründe: Çok erken, ortalık henüz ağarmadan, sabahın en erken vaktinde. “Sabahın köründen beri yoldayız.”

    Sabır taşı: Çok sabırlı kimse, türlü sıkıntılara katlanan. “Ben sabır taşı mıyım?”

    Sabrı taşmak: Katlanamaz, dayanamaz, sabredemez olmak; tahammül gücü kalmamak. “Sabrımı taşırmadan çekip gidin buradan.”

    Şafak atmak: Aniden önemli bir durumla karşı karşıya kaldığını anlamak, bu sebeple tedirgin olmak. “Onu yanımdan kovunca bende şafak attı.”

    Şafak sökmek: Güneşin doğmaya başlamasıyla gece karanlığının yavaş yavaş kaybolup ortalık aydınlanmaya başlamak. “Şafak sökmeye başlayınca yola çıkmaya karar verdiler.”

    Şaha kalkmak: 1. Atın ön ayaklarını yerden kesip arka ayakları üstünde yerde durması. 2. Coşmak, kükremek, baş kaldırmak. “Azgın at şaha kalkarak binicisini sırtından yere attı.”

    Şaka gibi gelmek: Bir türlü inanamamak. “Bütün olup bitenler şaka gibi geliyordu onlara.”

    Tabanları kaldırmak: Çok hızlı yürümeye ya da çok hızlı koşarak kaçmaya başlamak. “Polislerin geldiğini görünce tabanları kaldırdı.”

    Tabanları yağlamak: 1. Uzak bir yere yayan olarak gitmek için hazırlanmak. 2. Hızlıca koşarak kaçmak.

    Taban tabana zıt: Birbirinin tamamen karşıtı olmak, birbirine çok aykırı. “Taban tabana zıt düşüncelere sahiptiler.”

    Taban tepmek (patlatmak): Yayan olarak çok uzun yol yürümek, çok sık gidip gelmek. “Kasaba ile köy arasında o iş için az taban tepmedim.”

    Ucunu kaçırmak: Çıkmaza girmek, denetimi elinden kaçırmak. “İşin ucunu kaçırdın, oldu mu ya?”

    Ucu ortası belli olmamak: Bir işe, söze nereden başlanacağı kestirilememek.

    Ucunda bir şey olmak: Bir şeyde gizli bir amaç bulunmak. “Bu davranışının ucunda bir şey var ama anlayamadım.”

    Ucu ucuna: Ancak yetişecek kadar. “İp ucu ucuna geldi.”

    Üç buçuk atmak: Çok korkmak, korku içinde olmak, istenmeyen bir durum olacak diye korkup durmak.

    Üçe beşe bakmamak: Alışverişte fiyat konusunda küçük farkları önemsememek, almak ya da satmak konusunda cimri davranmamak. “İstediğini üçe beşe bakma, mutlaka al.”

    Üç otuzluk: Yaşı hayli ilerlemiş (kimse).

    Ümidini kesmek: Artık ummaz olmak, olacağını beklememek, kavuşamayacağını anlamak. “Ümidimi kestim iyice, kocam artık geri dönmeyecek.”

    Ümitsizliğe düşmek: Gerçekleşmeyeceğine, olmayacağına inanmak. “Ümitsizliğe düşme bu kadar, belki geri gelir.”

    Vakit geçirmek: Oyalanmak, bazı şeylerle meşgul olarak zamanın geçmesini sağlamak. “Top oynayarak vakit geçirebiliriz sanırım.”

    Vakit kazanmak: 1. Karşı tarafı oyalayarak zamanı uzatmak. 2. Bir şeye ayrılan ya da harcanan zamanı uzatmak. “Sen onu meşgul et ki hemen yola çıkmasın, bu sayede biz de biraz vakit kazanmış oluruz.”

    Vakitli vakitsiz: Rastgele bir zamanda, gelişigüzel, uygun bir zamanı gözetmeden. “Vakitli vakitsiz gelip giderdi evine.”

    Vaktini almak: Epey zaman harcanmasını gerektirmek, başka bir işe ayrılmış zamanı tutmak. “Vaktini alıyorum ama başka çarem de yok.”

    Yabancılık çekmek: Bir iş ya da çevrede yabancı olmaktan dolayı ortaya çıkan zorlukların etkisinde kalmak.”Ona hiç yabancılık çektirmedi.”

    Ya bu deveyi gütmeli, ya bu diyardan gitmeli: “Bu işi mutlaka yapmalısın, başka yolu yok, aksi taktirde burada kalamazsın.” anlamında kullanılır.

    Ya devlet başa, ya kuzgun leşe: “Giriştiğim iş beni ya büyük bir varlığa ve mevkiye ulaştıracak ya da mahvedecek, batıracak” anlamında söylenir.

    Yad eller: 1. Baba ocağından uzak yerler, gurbet. 2. Yabancı kimseler, yabancılar. “Yiğidim yad ellerde kalmasın, dönsün geri Rabbim.”

    Zahmete sokmak: Birine sıkıntı, güçlük ve yorgunluk vermek; masraf ettirmek. “Adamcağızı durup dururken zahmete sokmuşsunuz.”

    Zaman kazanmak: Birini oyalayarak ihtiyacı olduğu zamanı mümkün olduğunca uzatmaya çalışmak.

    Zaman kollamak: 1. Uygun bir fırsat beklemek. 2. Bir işin sırasını beklemek. “Zamanını kolla öyle gir işe, zamansız girip de rezil olma.”

    Zaman öldürmek: Kimi şeylerle uğraşarak belli bir zamanın geçmesini sağlamak, boş şeylerle vakit geçirmek. “Burda beklemekle zaman öldürüyoruz beyler.”

    Zaman vermek: Bir iş için belli bir süre ayırmak. “Bana biraz zaman verirseniz gidip onu çağırabilirim.”

     

    Sıradaki Haberadv-arrow
    Sıradaki Haberadv-arrow