hourSON DAKİKA
left-arrowright-arrow
weather
İstanbul
down-arrowup-arrow

    Arabesk Yeniden... Neden?

    Arabesk Yeniden... Neden
    expand
    KAYNAKBetül Memiş / Cnnturk.com

    “Yeniden Arabesk kitabı, arabesk müziğe değinirken, üstenci bir söylemle arabesk dinleyicilerine yönelik bir bakış ortaya koymuyor. Nihayetinde bu toplumun içinde yaşayan bireyler olarak bu şarkıları bizler de dinleyebiliyoruz. Ancak bir müzik türü kültürel olguya dönüştüğünde durup düşünmekte fayda var…”

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    “Aldous Huxley, denemelerinden birinde, bir eğlence yerinde aslında kimin hâlâ eğlendiğini sormuştu. Eğlence müziğinin aslında kimi eğlendirdiği sorusu da en az bunun kadar yerindedir. Eğlence müziği, eğlendirmekten çok insanların susturulmasını, bir ifade biçimi olarak dilin yavaş yavaş yok olmasını, kendini izah etme becerisinden yoksunluğu tamamlar gibi görünür. Kaygıyla, çalışmayla ve itirazsız bir itaatkârlıkla deforme olmuş insanlar arasındaki o sessizliğin oyuklarını doldurur sanki.

    Sessiz filmler döneminde ve onların yol açtığı belirli durumda kendi payına düşen o çok üzücü rolü her tarafta, farkına bile varılmadan üstlenir. Artık salt bir arka plan unsuru olarak algılanır. Hiç kimse kendini ifade ederek konuşamıyorsa hiç kimse de dinleyemiyordur. Müziğe özel bir ilgi duyan ve ondan faydalanan Amerikalı bir radyo reklamcılığı uzmanı, insanların bir şeyi dinlerken bile ona dikkatini vermediğini işaret ederek bu reklamların etkisine dair şüphelerini dile getirmişti. Bu gözlem, müziğin reklam değeri bağlamında tartışmaya açık olabilir. Fakat müziğin alımlanışı bağlamında gayet isabetlidir” der Alman felsefeci, toplumbilimci, bestekâr ve müzikbilimci Theodor Adorno, (Şeyda Öztürk’ün Türkçeye çevirdiği, 2018 basımlı) YKY’ndan çıkan “Müzik Yazıları / Bir Seçki” adlı kitabında…

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Madem girizgâhı, adını W. Shakespeare’in “Fırtına” adlı oyunundan alan (İthaki Yayınları, çeviri Ümit Tosun) “Cesur Yeni Dünya”da, “Belki de dünya, başka bir gezegenin cehennemidir” diyen Huxley ve “Gözümüzdeki kıymık en iyi büyüteçtir” diyen Adorno’dan verdik; o vakit, akışta da sizleri nasıl bir mevzuyla hemhal edeceğimi anladınız sanıyorum. Müzik, edebiyat ve sinema kotasında, biraz bulunduğunuz atmosferden havalanmaya ne dersiniz? Eğer cevabınız, “neden olmasın!” ise yavaştan yanaşınız… Yazar - yayıncı Sibel Öz ve şair - gazeteci İsmail Afacan’ın hazırladığı, NotaBene Yayınları’ndan çıkan “Müzikte, Sinemada ve Edebiyatta 2000 Sonrası Arabesk Yeniden” adlı kitap meraklısıyla buluştu. 2000'li yıllarda arabeskin edebiyat, sinema ve müzikte nasıl yenilendiğini ve mevcut ekonomik / politik iklimden nasıl beslendiğini ele alan derlemede 17 yazar, “İsyanın dili arabesk mi? Arabesk, rap müzikle nerede tanıştı? Nostalji arabesksiz yapamıyor mu?

    Müslüm filminin üstünü çizmeden altını çizmek mümkün mü? Neden edebiyatın sokaklarında ‘Bangır Bangır Ferdi Çalıyor?' Behzat Ç. çilekeş mi, çaresiz mi, Che mi?” gibi daha pek çok soruyu masaya yatırıyor. Çalışmayı hazırlayan S. Öz ve İ. Afacan, “Güncel planda arabesk konusuyla ilgili akla gelen soruların ideolojik, siyasal, kültürel yanıtlarını aramak kadar, yeni formlarla yeniden yükselen değer haline getirilen arabeskin müziğe, sinemaya ve edebiyata yansımalarını tartışmak ve özellikle hayatın kılcal damarlarındaki izlerini sürmek de önemli.

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Arabesk üzerine geçmiş yıllarda yapılan çalışmalar, 2000 sonrasını ele alan tarihsel ve sosyolojik arka plan araştırmalarıyla sürmek ve güncellenmek zorunda. O zaman sorumuzu yineleyelim: Arabesk Yeniden... Neden?” diyor. Soru manidar, aslında bu sorunun cevabı bir Türkiye fotoğrafı. Sade bir okur olarak naçizane düşüncem, “Arabesk Yeniden”, bu fotoğrafı pek çok açıdan, tüm katmanlarıyla, doyurucu bir ahvalde veriyor. Çoğumuz farkındayız ki bu aralar düşünme tarifemizde manidar sıkıntılar mevcut. O sebeple de arşiv niteliğindeki bu kitabın kadrajımızı genişletip, müsekkin etkisi yapacağını düşünüyorum diyerek geliyorum sadedimize, yani bugünkü röportajımıza…

     “Gündelik yaşamımıza sirayet etmekle kalmıyor”

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Röportajın giriş taksimini, müziğin tarihsel bağlamda bir ad ve anlam arayışı olduğunu söyleyen, “Bugün sanatın görevi düzene kaos getirmektir” diyen ve kitapta da adı geçen Adorno’dan bir alıntıyla yaptık. O sebeple de ilk sorumu, bu alıntıdan vermek isterim; konumlandığınız yeri de anlamak açısından sizin düşünceleriniz nedir?

    Uğur Küçükkaplan: Adorno’nun yaklaşımının en büyük açmazı, popüler müzik olgusunu sadece faşizme hizmet ettiğini öne sürdüğü Amerika merkezli kültür endüstrisinin ürettiği bir meta olarak görmesidir. Kayıt altına alındıktan sonra somut bir ürüne dönüşen müziğin standartlaşarak birtakım kalıplar içine hapsolduğunu, sıklıkla tekrara başvurulması nedeniyle tekdüze bir hâl alarak kısırlaştığını savunan Adorno, popüler müziğe yönelik eleştirilerini genel hatlarıyla bu çerçeveye dayanarak yapar. Ne var ki bu kavramsallaştırmayı yaparken 1940’ların siyasî koşullarından büyük ölçüde etkilenmiş olmakla birlikte, doğrudan müziğe ilişkin fikirlerini bütünüyle klasik Batı müziğinin normlarına dayandırması, ortaya koyduğu tezin müzikal ayağının belirgin boşluklar içermesine neden olmuştur. Dolayısıyla yaptığı çıkarımlar siyasî, toplumsal ve müzikal açılardan sınırlı bir coğrafyadan / kültürden edindiği veri ve deneyimler üzerine kurulu olup, bağlamı dışında büyük ölçüde geçerliliğini yitirir. Oysa çoğunlukla karıştırılmakla beraber müziği incelerken izlenebilecek iki temel yaklaşım biçimi vardır:

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Arabesk Yeniden... Neden

    Tanımlama ve açıklama. Daha ziyade müziği salt bir olgu olarak ele alıp onun ne olduğuna odaklanan tanımlama, bugüne dek sayısız tanımı yapılan müziği köşeli ve çoğunlukla soğuk cümleler içine sıkıştıran bir kavrayışı temsil eder. Her ne kadar müziğin farklı yönlerine işaret eden tanımlar bir zenginlik gibi görülebilirse de yan yana getirildiklerinde doğası gereği yaslandıkları dinamikleri esas alarak birbirlerini yok sayarlar.

    Açıklama ise çok daha geniş bir alanda iz sürüp müziği sosyo-kültürel bağlamlar içinde tarif eder. Başka bir deyişle “ne” yerine “nasıl” sorusunu sorar, bunun da çoğu zaman tek bir cevabı olmadığını peşinen kabul eder. Bu anlamda olabildiğince sosyal bilimlerin gerektirdiği nesnelliği elden bırakmayan ve hangi türü olursa olsun müziği farklı kapıları aralayan bir anahtar olarak görüp diğer kavramlarla kurduğu ilişkileri onu yargılamadan / çarpıtmadan resmetmeye çalışan bir bakış açısını benimsediğimizi söyleyebilirim.

    “Müzik, uyku çekmek ya da içki içmek gibi, eğlenmemiz ve canlanmamız için midir? Pek sanmam, çünkü bu şeyler, Euripides'in dediği gibi sıkıntılarımızı unutmamıza yardım etmekle ve hoş olmakla birlikte, kendi içlerinde çok önemli değillerdir. Acaba, tıpkı jimnastiğin belli bir türde bir vücut meydana getirmesi gibi, müziği de daha çok karakter üstünde etki yapabilen ve böylelikle, doğru bir eleştirme - değerlendirme alışkanlığına sahip insanlar meydana getirmeye yetenekli bir iyilik uyarıcısı saymamız gerekmez mi?” diyen müziği hem ahlaki eğitim aracı hem dinlenmek hem de boş zamanı değerlendirmek için iyi bir araç olarak gören Aristoteles… Ve “Müzik sadece bir araçtır. İnsanları harekete geçirir. Müzik dünyayı değiştiremez, bunu insanlar yapar. Müzik ancak bunu yapmaları için onlara ilham olur, onları bir araya getirir. Güç İnsanlardadır.” diyen Patti Smith... “Ahlaki eğitim aracı” veya “dünyayı değiştirmek için bir araç”... Peki, sizin için müzik ne anlam ifade ediyor?

    Yetgül Karaçelik: “Arabesk Yeniden” çalışması, arabeski salt müzik olarak konu almadı. Daha geniş bir perspektiften bakıyor arabeske. Çünkü arabesk, söz ve müzik eşliğinde karşımıza çıkıp gündelik yaşamımıza sirayet etmekle kalmıyor. Sinema filmlerinde, dizlerde, afişlerde, dergilerde… Yani imge yığını halinde üzerimize hücum etmiş durumda. Bütün bunların yanı sıra, müziği sadece kulağa hoş gelen sesleri dinlemek olarak değerlendirseydik eminiz bu kitaba ihtiyacımız kalmazdı. Yaşamı güzelleştiren, hoş vakit geçirmeye yarayan, dinlememizi sağlayan daha bireysel bir etkinlik değil müzik. Tüketilmek için üretilen bir nesne halini almış durumda.

    Arabesk Yeniden... Neden

    Yaz ayları geldiğinden, o yaza damgasını vuracak şarkılar çıkıyor önümüze ve her yaz aynı şarkıyla geçirilmiyor. Dolayısıyla kişisel beğeniden çok günümüzde dinlenilen, vadesi dolduğunda yerini yenisi alan şarkılardan bahsedebiliriz. Bu da kişisel anlamda müziğin hayatımızdaki yerini sorgulatıyor. Burada şunu vurgulamakta kesinlikle fayda var, “Yeniden Arabesk” kitabı, arabesk müziğe değinirken, üstenci bir söylemle arabesk dinleyicilerine yönelik bir bakış ortaya koymuyor. Nihayetinde bu toplumun içinde yaşayan bireyler olarak bu şarkıları bizler de dinleyebiliyoruz. Ancak bir müzik türü kültürel olguya dönüştüğünde durup düşünmekte fayda var.

    Gelelim kitaba; bize biraz yaratım sürecinden bahsedebilir misiniz, itici gücünüz ve derdiniz neydi? Ki kitabın merhabasını ikinizin kaleme aldığı “neden” ile anlatıyorsunuz ama buradan da ses vermek açısından duymak isteriz.

    İsmail Afacan: 2018’in Ekim’inde vizyona giren “Müslüm” filmi yoğun bir ilgiyle karşılanmıştı. Türk filmleri içinde -gelmiş geçmiş- en fazla seyirci sayısına ulaşan dördüncü film olmuştu. 2000’lerin ortasında başlayan arabeskin restorasyonu “Müslüm” filmiyle zirveye ulaşmıştı. Bunun üzerine Evrensel Gazetesi’nde dört gün süren bir dosya hazırladım.

    Arabesk Yeniden... Neden

    Naim Dilmener’le yapılan bir röportajın yanı sıra Nuray Sancar, Sibel Öz ve Oya Yağcı’nın yazılarının yer aldığı dosyada arabeskin bugününü tartışmıştık. Dosyanın temel gündemi; arabeskin dinleyici kitlesindeki değişim ve arabeskin restorasyonunda sol-entelektüel çevrelerin rol almasıydı. Dosyamız uzun zamandır parça parça tartışılan “arabesk yeniden” mevzusunu bütüncül bir yaklaşımla değerlendirilebileceğini gösterdi. Vakit kaybetmeden Sibel Öz’le bu dosyadan yola çıkarak bir derleme kitabı hazırlamayı teklif ettim. Kabul eder etmez çalışmaya koyulduk ve böyle bir kitap ortaya çıktı.

    “Entelektüel çevrelerin arabeskle barışması”

    Kitap, müzik, sinema ve edebiyat olarak üç ana temaya ve dört bölüme ayrılıyor; bu bölümlerin ve temaların içeriğini anlatır mısınız?

    Sibel Öz: Kitabın giriş bölümü, Sıradanlaşan Yaşamın Restorasyonu: Arabesk ana başlığıyla açılıyor ve bu bölümde “Son Bakışta Aşk” (Z. Tül Akbal Süalp), Arabesk (Aydın Çubukçu), Arka Sokaklardan Caddelere: Batsın Bu Dünya! (Yasemin Yazıcı) başlıklı yazılar yer alıyor. Kenardan Merkeze: Popüler Müziğin Kalbinde Yaşayan Arabesk ana başlıklı müzik bölümünde Batmayan Dünyanın Batan İnsanlarına Ağıt (Naim Dilmener), Postmodern Çağın İki “Masum Suç Ortağı”: Nostalji ve Arabesk (Uğur Küçükkaplan), Arabeskin Bitmeyen ‘Babalar’ Resitali (Yetgül Karaçelik), Merkez-Çevre İlişkileri Bağlamında Soylulaşan Arabesk (Anıl Sayan), Arabeskten Rap’e Uzanan Yol (İrem Elbir ve Onur Serdan Çarboğa) başlıklı yazılar var.

    Arabesk Yeniden... Neden

    Sinemanın İç Sıkıntısı ya da Sıkıntının Sinemasından Arabeskin İçeriksiz Sularına ana başlıklı sinema bölümünde ise Eleştiriden Güzellemeye Türkiye Sinemasının Arabeskle Dansı (F. Serkan Acar), Duygu Ekonomisinin Yinelenen Formu Olarak Arabesk ve Sinema (Oya Yağcı), Dert Bende Derman Bende: Türkiye Sineması Kadın Temsiline ‘Arabesk’ Bir Bakış (Pınar Fontini) başlıklı yazılar okuru bekliyor. Son olarak Edebiyatın Popüler Kültürle İmtihanı: Soslu Arabesk ana başlıklı edebiyat bölümünde ise Çağdaş Türkiye Edebiyatında Anlatıcı Kurulumu ve Soslu Arabesk (Nil Sakman), Küskünlükleri, Travmaları ve Ümitsizlikleriyle… ‘Bizim’ Anti-Kahramanlar (Sibel Öz), Dokunmamanın Dokunaklı Hikayesi: Popüler Kültür Dergiciliği (Hakan Güngör ve İsmail Afacan), Adaletsizlik Karşısında Metafizik İsyan: Behzat Ç. (Arzu Eylem) başlıklı yazılar yer aldı.

    Kitaba hazırlık aşamasında ve yayınlandıktan sonra sizi şaşırtan veyahut algıda seçicilik yaptığınız rotalar oldu mu?

    İsmail Afacan: Elbette oldu… 2000’lerde arabeskin tekrar yükselişine dair tartışma yapılmadığı düşüncesindeydim. Birçok gazetenin bu konuda çeşitli haberler yaptığını, bazı yazarların tek tük de olsa bu konuya dair yazılar yazdığını gördüm. İşin ilginci 2000’lerin ortasında başlayan 2010’ların ikinci yarısında zirve yapan arabesk kültüre dair kitap oylumunda bir çalışmaya ihtiyaç duyulmaması beni şaşırttı. Bunun da temelinde entelektüel çevrelerin arabeskle barışması yatıyor. Kitapta; arabeskin yeniden yükselişini sanatsal, tarihsel, siyasal ve sosyolojik olarak ortaya koymak istedik.

    Girişte yazdığınız şu cümleyi size yöneltmek isterim: “…Dolayısıyla arabeskle neden toplumsal mücadelenin yükseldiği dönemde değil de, geri çekildiği bir dönemde barışıldığı sorgulamak da bize kalıyor.” Bu sorgulamada sizin açınızdan ortaya çıkanlar neler?

    Sibel Öz: Biz, kitapta bu “barışma” olgusunu, bu kitabı da doğuran eleştirisizlik üzerinden kurduk. Arabeskleşme sürecini sanatsal üretimlerden tutalım hayatın bütününe kadar her yerde görmek mümkün. Ancak günümüzde 1980’lerden farklı olarak aydınların eleştirisi yok denecek kadar az, aksine entelektüel üretimlerle aydınlar da kısmen işin içinde. Yani eskisinden çok daha fazla olarak popüler kültürün etki alanında aydınlar. Kitapta, bu konuda önemli bir tespit daha var; tıpkı 80 sonrası gibi arabesk, toplumsal mücadelenin yükselişte olduğu dönemde değil de geri çekildiği dönemde yükselişe geçiyor ve kabul görüyor.

    Kitaptan bir başlığa atıf yaparsak, adeta sıradanlaşan yaşamın restorasyonu gibi bu durum. Arabeskin bu tabloda bir yeri var, yeni baskın eğilimi tanımlıyor. Her alanda toplumsal mücadelenin ivme kazandığı dönemlerde, umutsuzluk yerini umuda, somut çabaya bırakır. Mücadele olanaklarının daraldığı dönemlerde ise tersi söz konusu. Eski kuşaklar, 1980’lerde devletin “karıştır barıştır” politikalarını hatırlar. Popüler kültürün her şeyi birbirine karıştırıp barıştırarak belirsizleştirdiği, yeni yeni tüketim malzemeleri yarattığı bu dönemi ne kadar çok hatırlatıyor.

    Kitaptaki tanım üzerinden gidersek; “Bir dönem sadece minibüs şoförlerinin dinlediği, küçümsenen bir müzik akımı olarak doğup sonra kültürel bir aidiyete dönüşen ve ‘arabesk kültür’ adı altında akademik çalışmalara konu olan…” arabeskin sizin hayatınızdaki yeri / tanımı nedir? Ve çoğu vakit, karnından konuşan sanat alemindeki karşılığı nedir?

    Serkan Acar: Arabesk bir müzik türü olarak kültürel hayatımıza girdi, fakat özellikle 12 Eylül darbesinden sonra müzik türü olmaktan çıkarak ana akım bir kültür olarak kültürel hayatımızın göbeğine yerleşti, kültürel atmosferimizin temel belirleyeni oldu. Müzik, sinema, televizyon ve edebiyat gibi alanlarda popüler kültür ürünleri arabeskin etkisinden kaçamadığı gibi bir süre sonra arabesk motifi olmayan bir kültürel ürün neredeyse merkezde kendine alıca bulamadı. Kültürel endüstri de kendini buna göre yeniden uyarladı ve bir süre sonra seçkin kültür üreticilerinin yeni gözdeleri arabesk motifli kültürel ürünler oldu. Benim hayatımda arabesk önce müzik ile başladı.

    Arabesk Yeniden... Neden

    Çevremde arabesk şarkıcıları dinleyen insanların varlığı hep olageldi. Daha sonra çocukluğumun ilk dönemlerinde ki video film salgını beraberinde arabesk şarkıcıların filmleri ile tanışmama vesile oldu. Üniversite  yıllarım ve sonrası da arabeske olan ilgimi daha çok siyasal ve kültürel dönüşümde arabeskin yerini anlamaya ve gözlemlemeye doğru evrildi. Özellikle sinema daha doğrusu ana akım Yeşilçam sineması 90'lı yıllarda sönümlense de televizyon onun yerini hemen aldı ve  arabesk şarkıcıların dizileri merkeze oturdu.

    TRT'nin anglo-sakson drama geleneğinin yarattığı bıkkınlık  özel kanalların varlığı ile dizi hikayelerini melezleştirerek arabeski merkeze aldı. Bu dönemde ilk kuşak arabeskçilerin yerini yenileri aldı. (Mahsun Kırmızıgül, Özcan Deniz, Alişan vd.) Bu yeni kuşak arabeskçiler eskilerle beraber artık hem müzik hem de televizyon-sinema kültürünün başat üreticileri ve kültürel taşıyıcılarına dönüştü. Sinema sanatı açısından özellikle ana akım sinemaya oldukça zarar verdiğini düşünüyorum bu durumunun. Dikkat ederseniz komedi dışında son 20 yıldır sinemada popüler olan filmler aslında damarını arabesk kültürün kodlarından alan filmler olageldi. Yeşilçam’a ait köklü bir anlatı türü olan melodram kendini arabesk fanusu içinde yeniden üretti.

    “O gölgeli alana ihtiyacımız var”

    Okuma yaparken kafamda fon olan yazar Robert McKee’nin, “İnsanlar kimliklerini başkalarının yaratıları üzerinden inşa ediyor artık...” sözüydü. Bu kimlik meselesi derin ve bir o kadar da atmosferi geniş bir mevzu ama siz, arabeskin müzikte, sinemada ve edebiyatta, kimliği ve bu kimlikleri sahiplenenlerini nasıl görüyorsunuz?

    Oya Yağcı: Kültür ve siyasetin, ekonomi politikle bütünlüklü işleyişinin izlenebileceği bir zemin kimlik konusu. Bir yandan içeriğinden arındırılmış, bağlamından koparılarak tüketim nesnesine indirgenmiş kültürel doku ve olma biçimlerinin imhasını, diğer yandan yok edilenin “farklılık” etiketiyle dolaşıma sokulduğunu görüyoruz. Piyasa nasıl ki söylemsel düzeyde yücelttiği özneyi tümüyle yıkıma uğratarak öznenin kurgusallığını açığa vuruyorsa, kimlik de imha edildiği yerde piyasanın kar aracı olarak “farklılık” yalanıyla aynıyı üreten bir söyleme dönüşüyor.

    Arabesk Yeniden... Neden

    Piyasalaşmış siyaset, kültürel alanı daha çok imaja, duyguya, maneviyata yatırım yaparak örgütlüyor. Melodram, nostalji ve arabesk içeriğin olmadığı bir telafi kurgusu olarak çalışır. Risksiz, indirgenmiş ahlaki kodlarla işe koşulan melodramı düşünelim; siyasetin maneviyatçı içeriğini bir estetik telafi (gerçek yaşamda olmayan çözümler) olarak sunar. Kimliğin bir sabite indirgenerek her türlü pozitif yönelimden soyutlandığı yerde, gelecek değil yüceltilmiş geçmiş nostalji formunda devreye girer. Arabesk benim açımdan bir donma hali, içe kapanma ve onaydır. 

    Arabeskin her dönem iktidar ve siyasetle ilişkisi kitapta katmanlı bir şekilde anlatılıyor. Ama benim asıl hafıza sarayımı kaşıyan iki nokta oldu. Birincisi arabeskin doğumuna neden olan Mısır filmlerinin gelişi ve akabinde Türkiye müzik sektörüne sirayet edişinin dönüşümü / evrilişi, ikincisi ise kadın ve erkek şarkıcılar üzerinden bu nota aleminin kendini kodlayışı… Bence kadın-erkek arabesk şarkıcılar konusu üstüne düşünelesi ve tartışılarak da ayrı bir proje konusu olabilecek bir alan; arabeskin babaları ama her daim arabeskin çilekeş kadın şarkıcıları… “Devlet ana” ve “devlet baba” terimlerinin arabeske ve oradan da okuyucu-dinleyici ve izleyiciye tezahürü nasıl olmuş (kitapta var ama biraz ucundan da olsa okuyucu da nasiplensin isterim); bu konuya istinaden sizin referans vereceğiniz enstrümanlar neresi olur?

    Yetgül Karaçelik: Arabeskin ilk olarak ortaya çıktığı yılarda bu müziğin keşfedilmesi, yayılması ve kitleselleşmesi kendiliğinden değildi. Bunula ilgili pek çok çalışma yapıldı, benzer bir şeklide günümüzde bu müziğin ve kültürün tekrar gündeme gelmesi de tesadüf değil. Özellikle “baba” imgesinin her yerde karşımıza çıkması, fazlasıyla dikkat çekici. Yeniden üretilen ve sunulan erkek otoritesini çağrıştıran “babalar” olması, dönüp kadın arabesk şarkıcılara bakmamızı salık verdi. Geçmişte kadın arabeskçilerin konumlandığı / konumlandırıldığı yer, günümüzde bütün kadınların kapatılmaya çalıştığı dar alanı işaret ediyor. Otorite kendini hatırlatıyor ve toplumsal cinsiyet rollerini yeniden inşa etmeye çalışıyor.

    Kadın arabeskçiler, hiçbir zaman başarılarıyla anılmadılar, ama bunun aksine erkekler yoktan var olmuş, başarılı, hükmeden birer mit halini aldılar. Çünkü zanlı dahi olsa kişi erkek olduğunda kabul edilebilir makul sınırlar çiziliyor ve pek çok kadın cinayetinden bununla karşılaşıyoruz. Dolayısıyla dün olduğu gibi bugün de ‘baba’ya yani ‘erk’e zeval vermemek, erkek otoritesine itaat etmek üzere yeniden kurulmaya çalışılıyor. Devlet ana, kelimesi yerine aslında gündelik yaşamda dilimize pelesenk olan ya da getirilen kelime ‘devlet baba’dır. ‘Devlet baba’ sonuna kadar erkektir ve sanıldığı üzere şefkatli bir baba ocağı da değildir, özellikle kadınlar için.

    Arabeski çok sevenler ve hiç sevmeyenler. Böylesi konularda, iki başat güzergâh çıkardıklarında aklıma, “Varlığın bir biçiminden diğerine geçişini izlerken büyük bir hataya düşüyoruz. Ötekileri tanımaya çalışırken, onları dışarıdakiler olarak ele alıyoruz; oysa onlar bizim kadar içerideler... Hiçlik ya da boşluk ya da ötekiler, bunların hepsi de kişisiz-bilinmez-bir doluluktur” diyen Georges Bataille’ın “Edebiyat ve Kötülük” kitabından bu alıntı geliyor. Sizce, 2000 sonrasındaki değişimin fitilini ateşleyen neydi? Bir de hep söylenen şu cümle, ne kadar gerçekçi sizce; ‘neticede arabesk seviyoruz’, bu toprakların membaı bu / mu?!

    Z. Tül Akbal Süalp: Her kutuplaşma ya da farklılaşma elbette karşıtının pek çok özelliğini içinde taşır ve çatışır. Karşılaşmalar da bu yüzden önemlidir aslında, tabii çatışma da öyle. Burada hemen aklıma (Rus filozof, edebiyat teorisyeni) Mihail Bakhtin geliyor. Kendimizi ancak ötekinin gözünden görür ve fark ederiz. Kendimizi başkalarının gölgeli alanında oluştururuz, diyor. Toplumsal gruplaşmalar kültürel ayrışmalar da böyle, her farklılık inşası da. Kendimizi tanımlamak için o gölgeli alana ihtiyacımız var.

    Arabesk Yeniden... Neden

    “Hollywood sandığımızdan çok derinimize işledi”

    Arabesk üzerine okuma seanslarımda karşılaştığım ki kitapta da adı geçen, “Görünen şey iyidir, iyi olan şey görünür” diyen Guy Debord’ın şu sözünü manidar bulurum: “Gösteri, üretimden önce yapılmış seçimin her alanda onaylanması ve bunun sonucu olan tüketimidir. Gösterinin biçimi ve içeriği, var olan sistemin koşullarının ve amaçlarının tümüyle aynen doğrulanmasıdır…” Yine kitapta yer alan Ünsal Oskay Hoca’nın şu kelamı da algı deryamızda çiziğe sebep veren tanımlarından (İletişimin ABC’si kitabından alıntı); “İçinde yaşadığı toplumsal ortamın yarattığı sorunları çözüme kavuşturamayan insan, bir TV dizisinde kendi sorunlarının benzeri olan sorunları olan başka insanların da olduğunu gördüğünde rahatlamaktadır. Yaşadığı acı verici sorunların tek kabahatlisinin kendisi olmadığını gördüğü için rahatlamaktadır… okuyucusuna ve izleyicisine ‘ne istiyorsa onu veren’ gazete yönetimi, radyo ya da TV kuruluşunun okuyucusu / izleyicisi artmaktadır…” Üstatların tanımlarının yamacında ve bu iki perspektifin ışığında sizin tarifiniz nasıl olur?

    Oya Yağcı: 18. yüzyıl Burjuva Tiyatrosu işlevsel açıdan “Acıma Estetiği” olarak tanımlanır. Melodramdır. Günümüz Hollywood’udur. Sömürünün yaratacağı toplumsal tepkiyi acıdaşlıkla dindirme, estetik telafi; gerçek yaşamda mutlu son yoktur ama en azından bu acıyı yaşayan başkaları da vardır. Hiçbir yere ait olamayana janjanlı, duygusal bir aidiyet sunar. Toplumsal-politik daralma koşullarında kaçış, dolaysızlığı arzular; tüketimi kolay ve tüketenin haklılığını teslim eden bir onay formudur. Hollywood sandığımızdan çok derinimize işledi bu açıdan: Konsantrasyonumuz, sabrımız, bize yabancı gelen bir form karşısındaki sabırsızlığımız ve kayıtsızlığımız düşünülebilir.

    Duygu ekonomisi yormaz, risksiz bir arınma sunar. Hiçbir partinin, sendikanın, örgütlü mücadelenin, düşüncenin yapamadığını yapıyor yani. Arabeskin ya da popüler kültürün bir semptom olarak görülebileceğini düşünüyorum. Düşünceyle, bilgiyle, politik bir konumla bağ kurmanız talep edilmiyor, etik sınamalar yok. Bir karşı duruş, eleştiri ya da çatışma da talep etmiyor. Tek ortaklık zemini duygusallık ve içinde bulunduğumuz durumu kadere, sisteme havale etme rahatlığı. İçlenme kültürü de denilebilir. Ya da eğlence... Yazı öncesi, tarihe kayıt düşmüyor ve yetişkin muhatap istemiyor. Kalıcı ergenleşememe durumu da diyebiliriz.

     “Türkiye’de popüler kültür, çeşitli medyalar aracılığıyla tüm bir ülkeyi egemen kültüre bağımlı kılmayı sağlayan başlıca vasıtadır. Bu özelliğiyle, bir afyon işlevi görerek gündelik hayatın bütün katmanlarına sızmış ve düşünce sistemimizi tam bir kuşatma altına almıştır. Acı ama gerçektir ki, Türkiye’de popüler kültür, ülkemizin reel konjonktüründe, daha çok gettolarda üretilmektedir… Türkiye burjuvası Leyla Gencer’i hayranlıkla izlediği gecenin ardından popüler kültürün ikonlarından İbrahim Tatlıses’in konserine koşmaktadır. Alt ve üst sınıf kültürü arasındaki geçişkenliği kavramların ve türlerin / biçimlerin arasındaki karşıtlığı gidermeye yönelik ideolojik çabayı, basının her şeyi rumuzlaştırıcı / kodlaştırıcı biçiminde bulabiliriz: İborotti. Her şey birbirine eşitlenmiştir; Pavorotti Tatlıses’e, opera türküye…” diyor Ahmet Oktay, (İthaki Yayınları) “Popüler Kültürden TV Sömürgesine” adı kitabında. Günümüzde toplayınca ortaya çıkan fotoğrafta neler var sizce?

    Z. Tül Akbal Süalp: Her tanımın kendi dönemi ve mekânı içinde değerlendirilmesi gerektiğini, tanımların ortaya çıktıkları üretildikleri bağlamın her seferinde zikredilmesi gerektiğini düşünebiliriz. Kitle kültürü bize, kültürün, bir sanayi içinde üretilebilir olduğunu, kültürün medya ve eğlence sektörleri gibi sektörler tarafından kitlesel olarak üretildiğini, tüketime, aynileşmeye ve kitleselleştirilmeye ister istemez yol açan bir süreci beraberinde getirdiğini ve yaşanan kültürün belki de bütün deneyim ufkumuzun ve hatta insanın bizatihi kendinin, bu yoğun, hızlı kitlesel üretimin birer ham maddesi haline gelmesi sürecine işaret etmez mi?  Ama öte yandan bu hammaddeye dönüştüğü söylenen kültürel deneyim ufkunun, dinamik, yaşayan, kendini sürekli yeniden üretebilen ve aynı zamanda, bir direnme alanı yarattığını da söyleyebiliriz.

    Popüler kültür bir mücadele alanıdır; orada alt kültürlerin karşı kültür unsurlarının devrimci anarşist atakların avangardların ürünlerini de hâkim olanın sanayinin sürekli yatırım yapıp yaygınlaştırdığı ürünleri de görürüz. Bu mücadele alanın dinamikleri toplumun diğer bütün dinamikleri ile iç içe karşılıklı ve ilişkiseldir. Yani popüler kültürün içinde bütün karşıtlar birliktelerdir, karşılaşır, çatışır ve karşılıklı konumlanıp dururlar aslında. Ve benzeşir karışır hem hal olur ayrışırlar aynı zamanda sonra neyin sattığına da birileri bakar tabii. Bir yandan her şeyin üstü betonla örtülür bir yandan da freni patlamışçasına hızla giderken bu toz dumanda önümüze düşen fotoğrafların çok tuhaf çok eklektik olması hiç şaşırtıcı olmamalı karşılaşma soluklanmalarımız bile olmadığına göre az bile. 

    *Marx Fisher’ın dediği gibi, hiçbir şeyin mümkün görünmediği, olanak ufkunu kapatan bu gri perdeyi yırtar ve her şeyin mümkün olduğu bir yere doğru gidebiliriz. Gidebilir miyiz sizce? Kitapta da üst başlıkta yazdığı gibi, melodram, artık bir doz meselesidir; bizler bu dozdan ne kadar yudumladık bu şimdilik bir dilemma belki ama... Ezcümle, pandeminin 350 bin yıllık insanlık tarihimizi daha bir netlediği şu yaşadığımız absürt zamanlarda sizce, gelecekte / yarın, sanatın ve takipçilerinin nasibi ne olur; payımıza wikipedia’de yazan arabeskin (genellikle duygusal olan şarkı sözleri; umutsuz aşkları, günlük dertleri, umutsuzluğu ve başarısızlığı konu edinir) ne kadarı düşer?

    Uğur Küçükkaplan: Melodramların hayatımıza girişini ve uygulanan dozu konuşabiliriz elbette. Nitekim kitapta da bundan bahsediliyor. Fakat en az bunun kadar ciddiyetle irdelenmesi gereken bir diğer husus, melodramların resmettiği dünyayı oluşturan duyguların yaşadığımız kültürde nasıl bir karşılığı olduğunu inceleyerek bir tür anlam haritası çıkarmak. Bunu sadece melodramların yapısını daha iyi kavramak için değil, onları bize aşılayanların hangi niyetle ve ne kadar uyguladığını anlamak için de tespit etmemiz gerekiyor. Aynı şey arabesk için de geçerli. En azından şu kadarını açıkça söyleyebiliriz ki bu duygular içgüdüsel olarak insana özgü olsa da kültürel karşılıkları oldukça değişkendir. Dolayısıyla sanatın çeşitli dallarında bir tema olarak işlendikleri anda farklı ağırlık noktaları, apayrı bağlamlar / anlamlar ve biçimsel özelliklerle karşımıza çıkarlar.

    Özünde inanç merkezli olan bu kültürel yönelimler elbette ki 20. yüzyılın kapitalist sistemine içkin olan kültür endüstrisine yön verenler için suistimale ve manipülasyona açık olması bakımından son derece caziptir. Bu noktada konuyu üretenler, tüketenler ve ikisi arasındaki köprüyü kuran mekanizma, yani sektörel dinamikler olmak üzere üç farklı eksende ele alıp değerlendirmek, bunu yaparken de üçünün her zaman aynı beklentilerle hareket etmediğini unutmamak gerekir. Tanım ve açıklama arasındaki farkı hatırladığımızda, Wikipedia’deki tanımın sadece köşeli ve soğuk değil, ne kadar sığ olduğunu da görmüş oluruz.

    Zira dünyada "duygusal şarkı sözleri", "umutsuz aşk", "günlük dertler" vb. konuları işleyen sayısız müzik türü / tarzı vardır. Bir kavramı ya da olguyu gerçekten anlamak ve anlamlandırmak istiyorsak, bu tür basmakalıp yargıları bir kenara bırakıp çok daha derinlere inmemiz gerekiyor. Nitekim alımlama noktasında kendimize neyi ne kadar reva gördüğümüzü de bu yaklaşım belirler. Aksi halde payımıza düşen gerçekten de Wikipedia’deki üç beş sözcükten ibaret olan yüzeysel tanım olacaktır.

    Sıradaki Haberadv-arrow
    Sıradaki Haberadv-arrow