“Boşluğa değerini vermemiz gereken bir çağdayız”

21. Roxy Müzik Günleri altı yıl aradan sonra yeniden sahalarda! “Müziğini hayata çıkar!” sloganıyla 30 Mart’a kadar çevrimiçi başvurulara açık olacak yarışmada finale kalmaya hak kazananlar 2 Mayıs’ta açıklanacak… Gelin, detayları ve çok daha fazlasını, “Cesaret en önemli hikâye sanatta... O sevdiğin beste, orada, odanın bir köşesinde, bilgisayarın desktopunda kendini sahneye / hayata çıkaracak gücü bekleyip yok olmamalı,” diyen Cem Selcen’den dinleyelim!
Düşünür, toplumbilimci Max Horkheimer ve felsefeci, bestekâr, müzikbilimci Theodor W. Adorno’nun birlikte kaleme aldıkları (Kabalcı Yayınları / Nihat Ülner ve Elif Öztarhan Karadoğan çevirisi) “Aydınlanmanın Diyalektiği” adlı kitapta, aydınlanmanın öne çıkardığı ‘akıl’ın, bireyin silinmesine yol açtığı ele alınırken; felsefeci Önder Kulak’ın “Theodor Adorno: Kültür Endüstrisinin Kıskacında Kültür” kitabında ise Adorno’nun şu tanımları günümüz sistemi içinde manidar bir kadraja düşer: “Kültür endüstrisi gündelik yaşamı cennet gibi sunar… Kültür endüstrisinin kategorik buyruğunun, Kant’ınkinden farklı olarak, özgürlükle artık hiçbir ortak yanı yoktur.
Bu buyruk der ki: Neye uyum sağladığını bilmeden uyum sağlamalısın; zaten var olan ve onun gücüne, her yerde hazır ve nazır oluşuna tepki olarak herkesin zaten düşündüğüne uyum sağlamaktır bu. Kültür endüstrisinin ideolojisi sayesinde, bilincin yerini uyum sağlama alır: Kültür endüstrisinden kaynaklanan düzen onun olduğunu iddia ettiği şeyle ya da insanların gerçek çıkarlarıyla asla yüzleşemez… Böylece bireyler birbirlerinden farksız kuklalara dönüşür, ama bağlı oldukları ipleri göremez hale gelirler…”
Bir vakitler, -10 yıl öncesinden bahsediyorum- röportaja düştüğümüz, sevdiğim saksafonist (2000’lerin ortasında Sıraselviler’de açtığı caz mekânı Nublu’nun performansları nasıl unutulur; o gecelerin tınısı müzikseverlerin belleğinde hâlâ tazedir eminim) İlhan Erşahin’in kültür, sanat ve eğlence hayatına dair yerinde bir tespiti vardı.
O tespitin bu topraklarda, bugün daha da vahim şekilde cereyan etmesi üzücü; ne yazık ki ne müzik mekânı işletmeyi ne de o mekânda müzik dinlemeyi, ne de restoran ya da kulüpte müşteri veya misafir ağırlamayı/ağırlanmayı bilen ya da keyfini çıkarabilen bir kültüre sahip olmadığımızdan; mesela yurtdışında etkinliklere bisikletiyle giden CEO’lardan ve konser kuyruklarının bizdekilerin aksine çemkirme ya da kavgayla bitmediğinden, bir algı/adap içinde etkinliklere düşüldüğünden bahsetmişti… O röportaj sonrası, yurtdışında katıldığım tüm etkinlikleri dikkatle dikize yattım. Ve dönüşte T.C. sahalarında gördüğüm tablo gerçekten de vahimdi… Derken yıl 2022 oldu! Bitmeyen dertlerimize pandemiyle yenileri eklendi der, burada uzun bir es veririm önce kendime sonra da sizlere!
Mevzumuzun öznesi anlaşılacağı üzere “müzik”. 1995’ten bugüne, neredeyse 30 yıla yaklaşan tarihiyle sadece müzik yapılan bir adrese çevireceğiz bu yazıda odağımızı. Teoman’dan Yavuz Çetin’e, Kurban’dan Aylin Aslım’a, Hayko Cepkin’den Replikas'a müzik dünyasının sevilen isimlerinin çıkış yaptığı; İstanbul’da ve belki de Türkiye’de müzik güzergâhının seyrini değiştiren rotalardan biri olan ve aslında bir nevi müzik atölyesi/okulu tanımının daha doğru olacağı, Sıraselviler Caddesi’nde, Aslanyatağı Sokak’ta sol kanatta yıllardır müzikseverlerin saat kaç olursa olsun müziğin ritminde hayatın akışına daldığı Roxy Club… Altı yıl ara vermek zorunda kalıp, bu yıl yeniden merhaba diyen (bu yılki jürisinde Aylin Güngör, Barış Akpolat, Cem Selcen, Cenk Durlu, Dj Sivo, Ece Duyar, Gaye Su Akyol, Gülşah Güray, Hakan Tamar, İpek Atcan, Kanat Atkaya, Murat Abbas, Murat Beşer, Murat Hasarı, Murat Öztürk, Ömer Ahunbay, Özge Fışkın, Taner Öngür ve Şafak Ongan’ın yer aldığı) 21. Roxy Müzik Günleri kapsamında, Roxy’nin yaratıcısı, yazar (distopik bir evrende
geçen altıncı romanı “Keskin Nişancı”yı da geçen yaz okurlarla buluşturan üstat) Cem Selcen’le incesinden bir kelama düştük… (İç ses: Röportajımızın fonunu ise izninizle; 1947’de Paris’te kaydedilmiş, trompette Boris Vian, alto saksafonda Hubert Fo, tenor saksafonda Guy Montassut, piyanoda Raymonde Fol ve gitarda Roger Karakussian gibi önemli müzisyenlerin bir araya gelerek oluşturduğu “Et Son Orchestre Avec Claude Luter / Ah! Si J’avais Un Franc Cinquante” adlı plakla yapacağım.)
“Saf eğlenceyi kaybetmekle saf insanı kaybetmek”
· Sondan başlayalım isterim; pandemide özel hayatınızda ve beşeri hemhalinizde neler oldu/oluyor? Biraz bugünden bakarak pandemide geçen iki yılı ve kısa vadede önümüzdeki günleri nasıl fotoğrafladığınızı anlatır mısınız?
Sondan başlamak en iyisidir. Pandemi hepimizi yeni hayat biçimlerine zorladı malumunuz. En yakınlarımız bile şüphe kaynağı oldular. Hep tereddütlü bakışlar. Bedeni unutarak erimek gibi bir dünya kalmadı mesela. Kimi meslekler yapılamaz oldu. Sanatın her dalı ve özellikle müzik, canlı müzik ve mekânları, bu işten ekmek yiyen müzisyenler gerçekten ilk dışarı atılacaklar olarak görüldüler ve atıldılar. Diğer ekonomik konular zaten malum olduğu için asıl gözden kaçırılanı eklemek isterim “arzu” mesela en büyük darbeyi yedi. Arzular küçümsenmesine karşın onları çıkarınca biz neyiz ki? Özel hayata gelince, ben İspanya’ya kaçtım ama tıpkı hikâyedeki gibi, asıl buluşma yerimiz burasıymış covid’le. Geçti. Bugüne gelirsek. Şimdilerde sezgilere göre covid biraz tavsamaya başladı. Ve yeni bir dönem başlıyor. Ben bu yoksunluk ve hapis döneminin sonuna doğru bazı şeylerin değiştiğine inanıyorum. Hayatımızda neyin daha önemli olduğuna dair bir düşünce kıpraşıyor derinlerde sanki. Çünkü bütün o dünyayı dolduran insan hırsını hapsedince, boşluk daha çok gözükür oldu. Bu koca dünyada ortalığı rezil etmekten başka şeyler de yapılabilir onu doldurmak için, bir de üstüne daha eğlenceli bile olabiliriz mesela.
· “Aldous Huxley, denemelerinden birinde, bir eğlence yerinde aslında kimin hâlâ eğlendiğini sormuştu. Eğlence müziğinin aslında kimi eğlendirdiği sorusu da en az bunun kadar yerindedir. Eğlence müziği, eğlendirmekten çok insanların susturulmasını, bir ifade biçimi olarak dilin yavaş yavaş yok olmasını, kendini izah etme becerisinden yoksunluğu tamamlar gibi görünür. Kaygıyla, çalışmayla ve itirazsız bir itaatkârlıkla deforme olmuş insanlar arasındaki o sessizliğin oyuklarını doldurur sanki,” der felsefeci, toplumbilimci, bestekâr ve müzikbilimci Theodor W. Adorno (YKY’den çıkan / Şeyda Öztürk çevirisi) “Müzik Yazıları” adlı kitabında… Türkiye müzik sahnesine sayısız müzisyen / isim kazandıran bir müzik insanı olarak Adorno’nun kelamına istinaden siz ne söylemek istersiniz, yorumunuz ne olur?
Adorno en sevdiklerimdendir. Fakat mesela caz için söylediklerine katılmam, herhalde bebop’u görmedi diye düşünürüm. Evet, müzik kaçamadığımız bir nehir gibi sistemin içinde her yere akıyor. (Çek asıllı Fransız romancı, yazar Milan) Kundera’da da geçer. Marketlerde domatesin fiyatına şaşırırken, fonda gayet neşeli bir müzik çalınıp duruyor mesela, bu bir yandan satışa bir keyif eklermiş gibi yaparken bir yandan da elbette senin sesini kısmaya da yarıyor. Bu haliyle evet, tam da Adorno’nun dediği oluyor, müziği ve onu yapan ruhu alıp nesneleştiriyor ve tezgâha domateslerin arasına koyuyor sistem. Daha öncesinde kültür endüstrisi de sistemin bir elemanı olarak üzerine düşeni yapıp, eline gelenleri ‘düzenleyip’ buna çanak tutuyor elbette. Bütün bu boğuntulu gürültü, hem aslında neşesizlik hem de bir görüş-his bulanıklığı, konsantrasyon bozukluğu yaratıyor doğal olarak.
Şu son yıllardaki ana akım popun haline bakınca, ortada devasa satış rakamları dışında en basitinden eğlencenin bile kalmadığı rahatça söylenebilir. Bu bir şekli… Eğlence müziği için, ‘eğlendirmekten çok insanların susturulması ve bir ifade biçimi olarak dilin yavaş yavaş yok olmasına aracı’ kısmına gelince. Bence iş hem eğlence müziğinin hem de eğlencenin ne olduğuna geliyor. Binlerce yıl önce ormanda, ay ışığı altında tamtamlarla kendinden geçerek orji yapan atalarımızla, bizim ancak hayaletini sunduğumuz eğlenceli müzik arasında bir fark olduğu açık. Saf eğlenceyi kaybetmekle saf insanı kaybetmek aynı şeyler.
Tam da bu yolla eğlenceyi son on yıllarda giderek kaybettiğimiz de, bunu sistemin nerdeyse olmazsa olmaz parçası yapıp, insanların daha iyi çalışması ve çok konuşmaması için bir araç haline getirdikleri de doğru. Fakat bir taraftan da intihar edemiyorsak biraz içmekte beis yok! Bir de müzikle birlikte dans diye bir şey var. Adorno’yu anlıyoruz ama Dionysus’u da seviyoruz. Bütün bu makinenin çarklarına gülecek ve insanın yanında olacak bir şey varsa yine müziktir, danstır. Sadece daha zekice olmalı ve içşel bir coşkuyla, samimiyetle yapılmalı tüm sanat eserleri gibi. Bunu, yani müziğin, eğlencenin sana verdiği yüksekliği sisteme kaptırmamak, gelecek düşüncesine bu kadar da değer vermemek insanın elinde aslında. Ben, dinlerin de dediği gibi kuru akılla donanmış değil, eğlenceli ama olabildiğince özgür bir hayat isterdim.
“Cesaret en önemli hikâye sanatta”
· 6 yıl kadar ara vermek zorunda kalan ve şimdilerde yeniden ses veren 21. Roxy Müzik Günleri’ne gelirsek bu süreçte neler yaşandı? Ve malum, dünya ve T.C. konjonktüründe her dakika krizler, mevzular bitmiyor; bu bitmeyenlerle yola devam etmenin sizdeki itici gücü neye tekabül ediyor?
Aslında gündem gündem diye beynimizi talan ettikleri şeylerin çoğu incir çekirdeği hikâyeler. Sistem eğlence müziğinden değil, bu korkulu gündemlerden besleniyor çoktandır. Asıl korku konsantrasyon dahil her şeyi dağıtıyor. Aslında bazı şeyler basit. Herkes iyi bildiği işi yapacak, iyi yapanlara da yol açacak. Biz de bunu biliyoruz. Biz ara verdiğimizde, kulüpler ve Beyoğlu olarak bölge kötüye gidiyordu. Harika bir 20 yıldan sonra özel hayatların da ittirmesiyle ara verelim dedik. Ben kitap yazmaya koyuldum…
O günden bugüne üstüne pandemi mevzusu da eklenince, tüm sektörde her şey darmadağın oldu. Fakat bu sezon başında, “hayat bu kadar da kötü ve umutsuz olamaz, zamanında çocuklara yol açıyorduk, onların çoğu bugün hayata katlanmamız için, bize ne güzel müzikler yapıyorlar. Ee, o zaman yeniden,” dedik! Neden olmasın? İyi müzik yapan birkaç müzisyeni daha sektöre, insanlara tanıtsak, kıyısından köşesinden iyi bir şey yapmış oluruz diye çekirdek ekiple, yani bu işin asıl taşıyanı olan jüriyle toplandık. Ne de iyi ettik. Herkes eski ekipleri toplayıp, ruhu olduğunu bildikleri şeyleri tekrar yapmalı.
· Kendi kültürünü ve sahasını oluşturan 21. Roxy Müzik Günleri’ni ‘Müziğini hayata çıkar!’ mottosuyla gerçekleştiriyorsunuz, biraz bu mottodan ve etkinliğin içeriğinden bahseder misiniz; misal jürisinden, meramından (başvuracaklarda aranılan niteliklerden) ve finalde olacak detaylar gibi?
Şimdi habire dediğimiz gibi bunun bir yarışma olması değil önemli olan. Zaten Roxy Müzik yarışması değil ‘Günleri’dir adı. Bu bir canlı müzik platformudur temelde. Öyle de kurduk. O günler içinde workshoplar, usta müzisyenlerle konuşmalar, basın ve sektörden öneriler vs. olan etkinlikler de vardı. Bu yıl pandemi yüzünden çok da yoğunlaştırmadık o yönü. Bu işin başlama hikâyesi, Roxy’nin ilk açıldığı yıl sahneye çıkardığımız hiçbir grubun özgün beste çalmaması, buna cesaret edememesiydi. Az çok hem onlara yol açmak hem de dinleyiciyi değiştirmekti. Oldu da. Trabzon’dan, Kars’tan, Mersin’den ve memleketin her yerinden çocuklar toplanıp, bestelerini ve performanslarını gönderdiler. Yüzlerce grup başvurdu. Birileri onlara kapı açınca çıkıyor sesleri gençlerin. Katılmayı düşünen her müzisyen, “benim müziğim farklı ötekilerle mi yarıştıracağım?” diyebilir.
Bir, zamanında Hayko Cepkin’in finallerde sahneye çıkmadan önce, “Yarışma önemli değil, biz oraya çıkacağız ve müziğimizi, enerjimizi göstereceğiz,” dediği gibi düşünmeliler. İki, ne tür olursa olsun iyi sanat, iyi müzik diye bir şey vardır. Jüri ki her biri gerçekten değerli, samimi ve bu işe gönül vermiş insanlardan oluşuyor. Ve herkes kimsenin hakkı geçmesin diye günlerini harcıyor, sonunda da ortaya gerçekten iyi olan çıkıyor. Ki piyasa da bunu söylüyor bize zaten.
Ona güvenmeliler. Ülkenin neresinde olurlarsa olsunlar, en az iki tane özgün besteleri varsa ve finale kaldıklarında o besteyi sahnede çalabileceklerse, önce besteleri olabildiğince temiz bir şekilde kaydedecekler, sonra “roxymuzikgunleri.com.tr”yi açacaklar, formu doldurup, besteleri orada belirtilen şekilde bize atacaklar. Bunu da en geç 30 Mart 2022 tarihine kadar bizim elimize ulaştıracaklar. İlk aşama bu kadar. Sonra jüri bunu Nisan ayı içinde değerlendirecek ve finale kalanları 2 Mayıs’ta ilan edecek. İstanbul dışından finale kalan grupların yol ve konaklama / yer sorunları organizasyon tarafından karşılanacak dert etmesinler. Sonra 10-11-12 Mayıs’ta final performanslarını Roxy sahnesinde izleyeceğiz ve 13 Mayıs gecesi de ödülleri dağıtıp bir parti yapacağız.
· Roxy Müzik Günleri’ne, 1996’dan bugüne 2520 müzik grubu, yaklaşık 12.400 müzisyen ve finalde yarışma hakkında sahip 348 grup ile 43.500 müziksever katılmış… Arşivi ve belleği zayıf T.C. insanı için muazzam. Bu bağlamda da “kendi müziğinin peşinden koşan müzisyenleri” geleceğe taşımak diyorsunuz; bugün genç müzisyenlere bir rota olur niyetine ne söylemek istersiniz?
Müzisyenler için “kendi müziğinin peşinden” derken ötekileri dışarıda bırakmamayı öğrenmelerini de tavsiye ediyoruz. Yani başından itibaren ötekileri dinlemeyi de. Finallerde bir sürü grup sahneye çıkıp çalıp gidiyor. Ötekini dinleme sabrı, merakı ve saygısı yok. O zaman o iş tavsar. Çoğu çok az prova yapıyor. Müzik oturana kadar çalışmaları gerek. Hiçbir şey tesadüfen olmuyor. Kendilerini edebiyatla, sanatla beslemeleri gerek. Ben, Teoman’a en yüksek oyu vermiştim ilk yıl, müziğinden çok iyi bir sözle -Edip Cansever’dendi- sahneye çıktığı içindi. Bir de sahne başkadır. Oraya saygı gerekir, insanların karşısına sadece müzikle çıkmıyorsunuz, siz de oradasınız. Onun kendine göre bir şıklığı vardır. Tabii bütün bu “baba öğütleri” de canlarını sıkmamalı. Cesaret en önemli hikâye sanatta... O sevdiğin beste, orada, odanın bir köşesinde, bilgisayarın desktopunda kendini sahneye / hayata çıkaracak gücü bekleyip yok olmamalı.
“Sadece müzisyenin değil hepimizin biricik bir sesi var”
· Eleştirilse bile yadsınamaz bir gerçek olarak nitelendirilen Spotify, Netflix gibi platformların ve sosyal medyanın küresel bir beğeni algısı oluşturması da popülerlik gibi kültürün de farklılaşmasına sebep oldu diyenler var. Sizce giderek yalnızlaşan insanlar için mi bir kültür üretiliyor, yoksa kültür bu sebeple mi kendini yeniliyor?
Sosyal medya bütün o kalabalığa rağmen, bizi yalnızlaştıran bir yer de aynı zamanda. Hep aynı şeyi sevenler aynı olanlar aynı sepette toplanıyor. Habire kendimizi ‘like’lıyoruz. Burada Spotify gibi platformlar, o sohbet işinden az farklı gibi, bir yandan müziğe ulaşmayı kolaylaştırırken, bir yandan da aslında istenirse bir, iki başka müziğe göz atmanı da kolaylaştırabilirler. Tabii bütün bu bilginin üretimin satış için tek ellerde toplanması sevk ve idare ve satış toplumlarının hızlıca inşa edilmesinde çok işe yaradı, yarıyor. Onun öne çıkardığı diye bir katman oluyor. Bu da ana akım çoksatarları öne çıkarıp, özgünleri geriye atmada önemli bir duvar. Fakat başta da dediğimiz gibi artık boşluğa karşı içimizden yükselen arzu bu kalabalıktan kendini kurtarıp özelleşmek istiyor. Aslında modern insan için bir köşe başında olduğumuzu hissediyorum. İnsan, bir yandan kendini acımasızca tekrar eden ana akım formatlamadan kurtarmak, aynı anda da “peki ama ben aslında neyi seviyorum?” demeye çalışıyor. Plaklara hatta kasetlere dönülmesi, koleksiyonculuğun giderek önemli olması gibi bu göstergelerden. Sadece müzisyenin değil, hepimizin biricik bir sesi var, bu gürültüden onu ihmal ettik bence. Kültür de sanat da tam da oralarda oluşacak, oluşuyor. Korku gündemlerine küfür edebiliriz pekâlâ.
· “Müzik kâinat boyuncadır. İnsan nefsine hâkim olamayıp ona yaklaşmaya heves eder. Ve insan, varlığının müzik olduğunu anladığında susar,” diyen üstat Erkan Oğur ve “Müzik, uyku çekmek ya da içki içmek gibi, eğlenmemiz ve canlanmamız için midir? Pek sanmam, çünkü bu şeyler, Euripides’in dediği gibi sıkıntılarımızı unutmamıza yardım etmekle ve hoş olmakla birlikte, kendi içlerinde çok önemli değillerdir. Acaba, tıpkı jimnastiğin belli bir türde bir vücut meydana getirmesi gibi, müziği de daha çok karakter üstünde etki yapabilen ve böylelikle, doğru bir eleştirme - değerlendirme alışkanlığına sahip insanlar meydana getirmeye yetenekli bir iyilik uyarıcısı saymamız gerekmez mi?” diyen müziği hem ahlaki eğitim aracı hem dinlenmek hem de boş zamanı değerlendirmek için iyi bir araç olarak gören Aristoteles… Peki, 2022 itibariyle sizin için müzik ne anlam ifade ediyor?
Erkan Oğur’daki mistik erimeyle, müzikle ahlaki eğitim yapmak isteyen akılcı Aristoteles arasındaki mesafe müziğe içinden ve dışından bakma olarak adlandırılabilir belki. Aslında insan bir ağaç olduğu kadar bir müziktir de. Aklın bizi taşıdığı bu çağın içinden kendini daha geriye çekmiş, kısmen yenildiğini anlayan bir akılla çıkabiliriz bence. Boşluğa değerini vermemiz gereken bir çağdayız. Her şey bunu söylüyor bize. İyi müzik de uzay da. Belki zekice müzik yapılacak, daha derine inmek için ama çok da akıllıca olması ve her şeyi ezmesi gerekmiyor yapılanın. Tabii her şeyden önce alışverişin fonundaki müziği ayırmak gerek. Onu yapmamak belki de.
· İspanya’da yaşıyorsunuz, müzik arenası kapsamında biraz bize oralardan kadrajınıza düşenleri paylaşır mısınız ve bugün, dünyada ve Türkiye’de müzik yaratıcılarını ve dinleyicilerini ve özellikle müzik mekanlarını nasıl görüyorsunuz? “Şu da var, yapılsa veyahut yapılmasa” dedikleriniz neler? Ayrıca gelecekte nasıl bir müzik oluşumu öngörüyorsunuz?
İspanya’da yarım yaşıyorum. Öteki yarı memleket elbet... Ama toplumların sanata, özel olarak kulüplere, gece hayatına, canlı müziğe ilgileri, oralara sahip çıkışları arasındaki fark yaşamları arasındaki fark da aslında... Biz, bu konulara ve mekânlara olmasa da olur kıvamında, aman işte renk veren marjinallik gibi bakınca, belki de kendinizi iyi hissettiğiniz tek yer olabilecek yerleri ve zamanı elinizden alıveriyorlar. Müzisyenler aç kalıyor, kulüpler kapanıyor gibi. Biz, 1994’te memlekete, yurtdışından canlı müzik grubu getiren ilk kulüptük sanırım. Hem de 12 kişilik Merengue (ya da okunuşuyla merenge) grubuydu. Ondan sonra yıllarca da yaptık bu işi. Şimdi düşünemezsiniz bile. Kulüplerde canlı, hele ki yabancı müzik grubu görmek giderek imkânsız hale geldi. Ülkeler sadece dolar, euro parite’leriyle karşılaştırılmıyor. Sanat üretimi ve tüketimi ve sahne güçleri de bir o kadar önemli aslında. Sponsorlar olmadan, sadece biletle canlı müzik yapamazsınız, o destekleri kendince haklı nedenlerle yok etmiş olabilirsiniz ama toplum bunu istiyorsa yeni kaynaklar açılmalı. Barselona’da belediye, insanlar ve dükkânlar dışarıda yaşayabilsin diye sokak kenarındaki park alanlarını kafelere verdi. Paris’te, Berlin’de ayrı destekler aldılar. Hemen hepsi hayatta şu an, yaşam da o kadar darbe almadı. Tabii neyi istiyorsunuz iş o.
· Son olarak bugünlerde size iyi gelen, sabah kalkmanızı sağlayan neler var? Mesela, ilginize mazhar olan film, kitap, albüm, fotoğraf veya sergi gibi varsa bizler de / okuyucular da nasiplensin isterim…
Size ukalalık gibi gelecek ama ben eskilere dönüyorum epeydir. Oralarda okurken, dinlerken bildiğim kendi iç sesimi duyabildiğim anları bulmaya çalışıyorum tekrar. Bütün bu karmaşadan bildiğim biri olarak sağ çıkabilmek için (yazar) Lev Tolstoy, (yazar) Milan (yazar) Kundera, (yazar) Vladimir Nabakov, (besteci) Johann Sebastian Bach, (besteci) George F. Hendel, barok diyorum, (müzisyen) Roger Waters, (caz müzisyeni) Bugge Wesseltoft, (caz müzisyeni) Charlie Parker, (besteci) Miles Davis diyorum, bazen ‘Yes’ de diyorum “Ishiguro” da. Dostoyevski demiyorum. Yeni çok güzel gruplar da var. Mesela, bizde rap başka bir boyuta çıktı ve Türkçe popun artık zevzekleşmiş ritmini, dilini durdurdu. Orada da bir bocalama var bu ara ama olsun hâlâ çok başarılı çocuklar çıkıyor. Ve son söz: Umarım her yerden çocuklar kafalarını kaldırır, müziklerini derinlerden hayata çıkarırlar.
SON DAKİKA
EN ÇOK OKUNANLAR
Ali Sunal'dan 'Ferdi Zeyrek' paylaşımı! Babasına duygusal bir mesajla veda eden Nehir Zeyrek'e destek verdi: 'Gözyaşları içinde okudum'
Cazın Nabzı Antalya’da Atıyor: Rus Efsane Butman Sahnedeydi
Mert Demir’den Yeni İmaj ve “Bi Gece Gidebilirim” Sürprizi!
Selin'i sanatçı dostları yalnız bırakmadı! Mabel Matiz ve Buray'dan büyük destek!
Hz. İsa’nın olduğu değerlendirilen figür ilk kez sergide