“Gülmekten de saçmalamaktan da vazgeçmeyelim”

Şubat ayından bu yana tiyatroseverleri çevrimiçi olarak, farklı dünyaların hikayelerinemisafir eden Kadıköy Boa Sahne’de heyecanlı koşturmaca “Boa Kısalar” adıyla devam ediyor. Pek çok yazar, yönetmen ve oyuncunun biraraya gelerek oluşturduğu, “hayatta kalmak” temasıyla ortaya çıkan proje kapsamında, Boa Sahne Sanat Yönetmeni Aytekin Atabey ile ‘gündem dışı’ gibi görülen ama aslında yaşam alanındaki nefes sahamız olan sanatın / tiyatronun bugünlerdeki yansımasını konuştuk…
Avusturya menşeili yazar Ernst Fischer, (Sözcükler Yayınevi’nden çıkan, Cevat Çapan’ın Türkçeye çevirdiği) “Sanatın Gerekliliği” adlı kitabında; “Burjuva dünyasında sanat artık bir gizemleştirmeye doğru yönelmiştir ve bu gizemleştirme var olan gerçekliği gizlerle örtmek anlamına gelir. Bu eğilim her şeyden önce yabancılaşmanın sonucudur. Sanayileşmiş, nesnelleşmiş burjuva dünyası, içinde yaşayan insanlara yabancılaşmış, toplumsal gerçekler anlaşılmaz olmuş, bu gerçekliklerin bayağılığı aşırı boyutlar kazanmıştır.
Bu nedenle yazarlar ve sanatçılar her şeyin dış kabuklarını kırabilmek için her olanağı kullanmışlardır. Bir yandan dayanılmaz derecede karmaşık bir gerçekliği yalınlaştırma, onu temel özüne indirgeme isteği bir yandan da insanların maddi değil de, temel insan ilişkileriyle bağlıymış gibi gösterme isteği sanatta mit’i, efsaneyi yaratmıştır” der ve ekler:
“Klasik sanat mitlerden sadece biçimsel olarak yararlanırken, romantik sanat burjuva dünyasının yavanlığına başkaldırmış ‘salt tutku’yu, aşırı özgün ve değişik olan her şeyi anlatmak için mitlerden yararlanmayı seçmiştir. Bu yöntem ise tarih içinde gelişen insana karşı tarihdışı ‘öz insan’ı zamanla koşullunun karşısına ‘değişmez’ olanı çıkarmıştır. Burjuva dünyasındaki gizemleştirme ve mit yaratma bir anlamda toplumsal kararlardan az çok bir iç rahatlığı sağlama sayesinde kaçışı getirmiştir...”
Fischer’in bu kelamı üzerine biraz düşünelim, malum bu aralar düşünmeye yetecek ‘çok zamanımız’ var. Ama izninizle fonu da eksik etmeden; bugünkü yolluğumuz Johnny Cash’in 1971’de müzikseverlere reverans verdiği, hani “Niye hep siyah giyindiğimi merak ediyorsunuz” cümlesiyle başlayan (albüme de adını veren) “Man in Black” adlı şarkısı…
Haftanın öznesi ise; hayata geçirdiği “Boa Kısalar” ile pandemi şartlarında, cemalimize temiz tebessümler düşürerek, biz sanatsever kitleyi mest eden ve bugüne kadar tiyatrosunda, 60 ekip, 270 etkinlik, 22.000 seyirci ağırlayan İstanbul, Kadıköy’de konuşlanan Boa Sahne… Pandemide vedasını vermek zorunda kalan Toy İstanbul, Öykü Sahne, GalataPerform ve son olarak da Kadıköy Theatron’dan sonra memleketim koordinatları içinde dikize yattığımız tiyatro mesaisinde neler olur biter, bu şimdilik -pek çok mevzu gibi- bir muamma ama Boa Sahne üretimleriyle algı dehlizlerimizi ferahlatmaya devam ediyor. Gelin, detayları Kadıköy Boa Sahne ve “Kısalar”ın Sanat Yönetmeni Aytekin Atabey’den dinleyelim…
“Belki de herkesin cevabı aynalarda”
Son günlerde tiyatroya dair kafamın içinde yankılanan cümle İspanyol oyun yazarı, romancı, şair Miguel de Cervantes’e ait: “Tiyatroya ve dolayısıyla tiyatro oyuncularına ve oyun yazarlarına olumlu yaklaşmanı isterim Sancho; çünkü bunların hepsi, adım başı karşımıza bir ayna koyup insan hayatındaki olayları canlı olarak bize göstermekle, halka büyük bir hizmette bulunmuş olurlar; hiçbir kıyaslama, bize ne olduğumuzu ve ne olmamız gerektiğini, oyunlar ve oyuncular kadar canlı bir şekilde gösteremez.” Sizce, bugünlerde bizler ayna(ları)mızdan nasıl görünüyoruz?
Shakespeare, “Doğduğu gün de, bugün de tiyatronun asıl amacı nedir? Dünyaya bir ayna tutmak, iyilerin iyiliklerini, kötülerin kötülüklerini göstermek, çağımızın ne olup ne olmadığını ortaya koymak” demiş. Bizler yaşadığımız bu süreçte, hem sosyal hem de ekonomik olarak hayatta kalmaya çalışırken; seyirciye de yaşadığı bu sancılı dönemde -kendimizce- bir ayna tutmaya çalışıyoruz. Hepimiz bir şekilde gelinen bu noktadan memnun değiliz. Dolayısıyla da mutlu bireyler olamıyoruz. Evet, dünya tarihinde insanlık, hep hırslarıyla savaşları ve kargaşayı bir politika haline getirmiş ve toplumun da buna hizmeti için eleştirel bakışı yok etmeye odaklanmış.
Ne yazık ki bunun bedeli de hep acı ve ağır olmuş. Ama artık bunların yanına çevreyi ve doğayı da eklemek zorundayız. Belki de herkes şunu düşünmeli; suçlu kim? Belki de herkesin cevabı aynalar(ın)da. İşte bu yüzleşmeyi yaratmak da sanatın ve sanatçının gerçeği olmalı; önce kendisi, sonra da insan için. Bu bağlamda özellikle de bu ülkenin gençlerinin çabası takdire değer. Çünkü yeni yollarını çizdikleri bu zamanda, oldukça kaygan bir zeminde hayatta kalmaya çalışırken, üretme çabası basit bir savaş değil. O nedenle gerek sanatçılar gerek diğer üreten insanlar, dönüşümü bu şekilde sağlayacaktır diye düşünüyorum.
“Aristoteles için insanları kötü ve yanlış duygulardan arındıracak en etkili sanat -dram sanatı- yani tragedyaydı. Bunun karşısına Brecht epik ve diyalektik tiyatroyu koydu ve tüm kuramını buna karşı oluşturdu. Bütün bir tiyatro sanatı kendini Aristotelyen sanat kuramına göre şekillendirmişti ve bu estetiğin en önemli iki öğesi de özdeşleşme ve katharsis’di. Bu iki öğe ise Brecht’e göre, “İzleyicinin sahnede olup bitenler karşısında, aklını değil duygularını harekete geçirmektedir. Ancak Brecht hiçbir zaman duyguya karşı değildir. O duygusal boşalıma karşıdır. Bu noktada Brecht, idealist yapıtlardaki duygunun bilgisizlikten ortaya çıktığını düşünür. Oysa olumlu bir özdeşleşme hiçbir zaman anlamayı önlemez. Brecht bu yüzden saf bilgiden doğan duygudan yanadır...” Oğuz Arıcı, “Epik Tiyatro ve Gestus Kavramı Üzerine” adlı makalesinde böyle diyor. Sizin yorumunuz ne olur?
Aristoteles tiyatrosunun kökü dinsel törenlere dayanır. Fakat tiyatro özgürleşmeyi öngörür, bu dinsel durumdan ayrılması şarttır ki ayrılırken de ritüellerinin işlevlerini yanında taşır; katharsis, özdeşleşme gibi. Aristoteles korku ve acıma duygularını spesifik göstererek bu duyguların izleyicide arınma sağlayacağına inanır. Yani bir boşalım yaratma peşindedir. Brecht ise bunun tam karşısındadır; gerçekçi tiyatroda bireyin merkeze alınmasına karşıdır; ve epik tiyatro “bilim çağının tiyatrosu”dur. Yani burada söz konusu olan çağın gereksinimlerini karşılayan bir tiyatrodur. Brecht’in özdeşleşme kavramına karşı olması da aslında “özdeşleştiği kahramanın görebildiği kadar” olmasından dolayıdır. Bu noktada “yabancılaştırma” kavramı devreye girer. Burada aslında seyirci için de bilinen tüm kavramlar kırılır. İzleyici bu sayede de oyuna eleştirel bakabilir...
Yeniye dair çıkarım yapabilmek için genel olarak doğru kabul edilen birçok araştırma, deneme ve kuramların üzerinden de geçilmesi gerekiyor. Ayrıca Stanislavski’nin de yarattığı kırılmaları ve yeniye dair çıkışını da merkezde bir yerde tutmak zorundayız. Daha dar bir çerçeveye indirgersek de; başlangıçların çok önemli kırılmalar ve kökler olduğunu kabul ederek, Brecht’in söylemlerinin bizim için daha geçerli bir yerde olduğunu belirtmek gerek. Kendi zamanının ihtiyacını karşılayabilen ve günümüzde de yeterli olduğunu düşünenler olabilir katharsis’in.
Bana göre ise, oyuncunun, 21. yüzyıl, yani bilim çağında, araştırmalarında, denemelerinde, toplumsal meselelerin bu kadar önemli bir noktasında, seyirci ilişkisini daha eleştirel, düşündüren ve sorgulayan bir yerden ele almasının, yaşadığı çağa daha uygun olduğunu ve sanatın özünedaha iyi hizmet ettiğini düşünüyorum. Bu nedenle yabancılaşma noktası bizim hissettiğimiz değerlere daha uygun. Bireysel hak ve özgürlüklerden insani şartlara kadar acımasızlık had safhada. Bu nedenle de tercih ettiğimiz; seyircinin eleştirel bakması.
“Bireyin bir buzul çağ virüsü yaşaması”
Röportajımızın girişinde de selamını veren Fischer’in “Sanatın Gerekliliği” adlı kitabından yola çıkarak, bugün yaşadığımız dünyada, sizin cephenizden bakınca ortaya nasıl bir fotoğraf çıkıyor?
Fischer şöyle der: “Sanat insanın dünyayı tanıyıp değiştirebilmesi için gereklidir. Ama salt özünde taşıdığı büyü yüzünden de gereklidir.” Sanat, kendini, çevreni, yaşadığın dünyayı değiştirebilmek adına aslında bir araç olarak görülür. Ve insanoğlu için araç, amaçtan önce gelir hep. Sanat da kuşaktan kuşağa ritüeller, mitler sayesinde aktarılan bir kolektif hafızanın tezahürü, yani bir nevi kendini var etme çabasıdır. Tabii yüzyıllar içerisinde “sanat” da kapitalist dünya düzeninde metalaştırıldı. Fotoğrafa baktığımızda, bugün yaşadığımız felaketler, afetler, siyasi ve sosyal tükenmişlik, deyim yerindeyse bireyin bir “buzul çağ virüsü” yaşaması, belki bir yandan sanatı beslerken, bir yandan da maddi kayıplar yaşatıyor.
Bu dönem, sanatçının velut olduğu yılların arasında da görülebilir bence. Tiyatrodan örneklersek; seyirci ile göz göze gelerek o oyunu canlandıran bizler, bu süreçte 1,5 metre mesafenin de çok ötesinde, ekranın karşısında kendimizi konumlandırmak durumundayız. Dijital çağ ve dijital gereklilikler dedikleri de bu olmalı. Sanayileşen kapitalist dünya içinde yaşayan insan, hem bu dünyaya hem de kendisine yabancılaşıyor. Kral Kraus’a göre: “Makineler tam geliştiği ve insanın görevini yerine getiremediği anlaşıldığı zaman, çağdaş dünyanın sonu gelmiş olacaktır.” Bu durum ne zaman gerçekleşir bilmem ama ben bu fotoğrafta, bu çağın şartlarında ayakta ve hayatta kalmak için çabalayan sanat ve sanatçılar görüyorum. Fischer’in deyimiyle: “İnsanlık ölmedikçe sanat da ölmeyecektir.”
Gelelim Boa Sahne’ye… Aslında son yıllarda, tiyatroların maddi, manevi vaziyetleri ortadayken kuruldu Boa Sahne ve sonrasında pandemi baş gösterdi. Kısaca, sizinle yeni tanışacaklara biraz ısındırma olur niyetine tevellüdünüzü anlatmanızı istesem; kimdir Boa Sahne’yi kuran ve yaratan ekip, derdi nedir?
Ne geçmişte ne de günümüzde, bir sanat alanı oluşturmak hiçbir zaman kolay olmadı. Bu minvalde de neleri göz önüne alacağını bilerek hayata geçti Kadıköy Boa Sahne. Evet, biz tarihin en büyük küresel felaketlerinden birinde aktif bir tiyatro olarak bu süreci oldukça sert bir şekilde yaşıyoruz. İşte bunu bilmiyorduk. Zaten işletme şartları, ülkemizin en dezavantajlı türünde olan sanat mekanları için her şey daha karmaşık bir noktaya gitti bu etkiyle. Şu an, bu röportajı yaparken kafamın içinde yüzlerce kelime aynı anda devreye giriyor.
Çok söyleyeceğim şeyler var ve sanırım, bu yüzden de dışarı çıkmak istiyorlar bu pandemi sürecinde. Yaşadıklarımızdan dolayı biriken ve haykırmak istediğimiz çok şey var. İlk günden bugüne (bir yıldır kapalı olan bir sahneyiz) tüm olumsuzluklara ve yorgunluklara rağmen durmuyoruz. Üretmeye, anlatmaya, düşünmeye devam ediyoruz; önce kendimiz, sonra da insanlar için yeni sanatsal anlar yaratıyoruz. Bu süreçte, tüm sorumluluklarını yerine getiren, sanatsal olarak üreten ve savaşan bir tiyatroyuz diyebilirim. İşte buradan bakınca da iyi ki hayata geçirmişiz Boa Sahne’yi… Sonucu ne olursa olsun, bu zamanda tiyatroya hizmet etmesi açısından değerli bir an. Kısaca, ülkemizin gerekkültür sanat faaliyetlerinde gerekseen özel biriciklerden tiyatro sanatı adına ‘umudu’ diri tutmak istiyoruz.
“Oynayarak hayatta kalıyoruz”
“Hayatta Kalmak” sloganıyla bu sezonu açtınız; “Boa Kısalar”la da pek çok tiyatro seyircisinin evlerinde, çevrimiçi izleyici modunda adeta temizinden bir vaha yarattınız. Ve diyorsunuz ki: “Nefes aldığımız, hayallerimizi paylaştığımız sahnemizde, en iyi yaptığımız şeyi yapıyoruz; oyun oynuyoruz... Oynayarak hayatta kalıyoruz.” Kısalar’ın konseptinden ve bir araya geliş serüveninden bahseder misiniz?
Bu güzel hisleri yarattığımız için mutluyuz biz de. Evet, “Boa Kısalar” tiyatro başlığının altında çok farklı duyguları ve hikâyeleri içinde barındırıyor. Bu nedenle yaratımındaki herkes için, kıymetli bir üretim çalışması. Çünkü üretebilmenin de oldukça zorlaştığı bir süreçteyiz. “Boa Kısalar”, tiyatromuz adına neler yapabilir ve bu fırtınanın etkisini nasıl azaltırız üzerine yapılan tartışmalardan; Murat Mahmutyazıcıoğlu’nun tasarımı, Kayhan Berkin’in danışmanlığı, Gökhan Gürün’ün yapımcılığı, Cansu Canaslan’ın koordinatörlüğünde ve benim sanat yönetmenliğini üstlenmem ile şekillendi. Ve sonuçta da, yazarlarımız, yönetmenlerimiz, oyuncularımız, video / görüntü yönetmenlerimiz, tasarımcılarımız, fotoğrafçımız ve asistanlarımızın özverisi ve inancı ile güzel bir proje ortaya çıktı. Kısaca, ortak aklın ve çabanın adıdır “Boa Kısalar”. Ve en önemli motivasyon kaynağımız ise; “işimizi seviyoruz”.
“Boa Kısalar”dan yedi oyun izledim ve sonrasında us’umu kaşındıran George Bataille’in (Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan, Ayşegül Sönmezay’ın çevirdiği) “Edebiyat ve Kötülük” adlı kitabındaki şu cümleleri oldu: “Varlığın bir biçiminden diğerine geçişini izlerken büyük bir hataya düşüyoruz. Ötekileri tanımaya çalışırken, onları dışarıdakiler olarak ele alıyoruz; oysa onlar bizim kadar içerideler... Hiçlik ya da boşluk ya da ötekiler, bunların hepsi de kişisiz -bilinmez- bir doluluktur.” Kısalar’ın ortak özelliği yaşamak üzerine, yani içinde bulunduğumuz bu çağın kelamı ekseninde pay ediyor meramını. Bugün bizlerin düştüğü hata nedir sizce?
En büyük hata belki de iletişimsizlik. Franz Kafka, ailesinin onu zalimce kınadığından bahseder: “Oturuyordum; daha önce olduğu gibi ailemle ilgiliymiş gibi görünüyordum, aslında toplumun dışına tekmelendiğimin farkındaydım…” Toplumun dışına itilmek; belki de bugün en büyük sorun bu. Kendi içinde de var olanı aslında yokmuş gibi, sadece “öteki”nde var diyerek, o kişiyi sorunlu bir birey haline getirmek belki de. Görünen o ki ne kadar kötü, boş yanları varsa onları açığa çıkararak, bir “hiçoğlu” yaratıyoruz. Öykücü, şair, tiyatro yazarı Feyyaz Kayacan, yazdığı karakter olan “Hiçoğlu” için şöyle söyler: “Her şeye yakındı ama hiçbir şeyle bir ilintisi yoktu.
Yeryüzüyle bir türlü düğümlenemiyordu.” Başta söylediğime döneceğim; karakter neden bu duruma geldiğini düşünür ve sonunda dabunun iletişimsizlik yüzünden olduğuna kanaat getirir. İzlediğiniz “Boa Kısalar”da da aslında ortak dert “yaşamak, var olabilmek”. Birileri benim burada olduğumu görsün, birileri ben konuştuğumda dinlesin! Bunun için de her zaman bir çığlık, haykırış gerekmesin… Buradan hareketle de şu tanımı yapmanın sırası geldiğini düşünüyorum; tiyatro sanatçısı sadece oyunculuk üzerine odaklanmaz, yeniye dair hep bir merak içerisindedir ve geçmişi de sürekli araştırarak aradaki çizgileri inceler. Ve bizler de düşünen, araştıran, yazan ve oynayan insanlar olarak elbette her noktayı inceliyor ve o dönüşümde geçmiş anı süzgeçlerimizden geçirerek bir farkındalık anı yakalamak istiyoruz. Ki bu anlar, toplumların çıkarlarınadır her zaman. Ama işte iletişim kurmadan bunu nasıl yapabiliriz!?
“Samimiyetlerini sorgulamaya devam ediyorum”
“Kısalar” yaratımı sürecinde, tabii sizin için de bir ilk, adeta analogtan dijitale evrimleşmek -hatta sert bir geçiş- ve üstüne de maddi, manevi sıkıntılar; biraz oralarda yaşadığınız veya yeni tecrübe ettiğiniz durumları, duyguları merak ediyorum? “Bu da varmış” dediğiniz şaşırdığınız neler oldu veyahut yeni öğrendiğiniz veya üstünü çizdiğiniz adres ve referanslar nelerdi?
İnsan ve insanın bir araya gelmesi ile büyüsü ortaya çıkan bir sanatı icra eden insanlar için durumun ne kadar işin içinden çıkılamayacak bir noktada olduğunun, sanırım artık herkes farkında. Biz sahne olarak bir senedir, bu pandemi şartlarını hafifletme ve mesleğimizi yapmak adına dönüşümün her parçasında aktif olarak yer aldık. Dönüşüm dememin sebebi, mesela, bu dönem biz de enstrümanımızı değişik bir şekilde çalmayı öğreniyoruz. Çünkü bizler mesleğimizle var olduğumuz için de bu dönüşümü sağlamak zorundaydık. Burada şöyle bir başlık açılmasında fayda görüyorum. Bugün dijitali tartışırken, tiyatronun tarih içinde, gerek teknoloji gerek insanların düşünme biçimlerinin değişmesi ile zamanla yaşadığı dönüşümü de değerlendirmemiz, bize zamanı anlama açısından fayda sağlayacaktır...
Şu ana dönersek de, zamanın bizden bağımsız getirdikleri açısından her iletişim kaynağını açık tutmalıyız. Çünkü seyirciyle bir araya gelmek için bir çözüme ihtiyacımız var. Tabii ki bunu da en iyi standartlarda ve şartlarda hazırlamak istiyoruz. Yeni bir tecrübe oluşturduğumuz aşikâr; yönetmeni, oyuncusu, kamerası ve metniyle değişimler ve dönüşümler yaşıyoruz. Şimdilik bu süreçteki referanslar oldukça değişken olduğu için, bu daha sonra cevaplayabileceğim bir şey olabilir. Gerçekten de bu zamanın çok içindeyim. Bu nedenle daha çok referans ve üstü çizilecek ya da ‘dur, o çizilmemeliymiş belki de’ diyeceğim şeyler olabilir. Benim için bu cevabın demlenmeye ihtiyacı var.
Tabii ki süreci kendi meraklarım ve araştırmalarımla incelemeye devam edeceğim… Şaşırtan şeyler konusunda ise, böyle büyük bir felakette daha somut ve yanımızda olan çözümleri görmek isterdim. Ve sanırım herkes, sosyal hayatın ve sanatın ne kadar önemli olduğunu anladı. Fakat bir yanda da kültür sanat yöneticilerinin, bununne kadar önemli olduğunu ve buna dert edinmesi gerektiği bir iş yaptığını bilmemesi kızdırıyor. Seyircinin, Boa Sahne’nin hayatta kalması için bu kadar çabası varken, onların bu kısmi ve günü kurtaracak yaklaşımları üzücü. Elbette iyi niyetli girişimler ve çabalar var. Fakat sorunların ve problemlerin doğru teşhislere ihtiyacı var. Bunun için de bizler, çözüm önerilerimizi sunmayı ve anlatmayı sürdüreceğiz. Sonuç olarak, kalıcı ve kapsayıcı çözümler sunmadıkları sürece, samimiyetlerini sorgulamaya devam ediyorum.
Amerikalı sanat tarihçisi Hal Foster’ın dikkat çektiği gibi, 2020’de beden ile şehir arasındaki siyasal ilişkiye, birbirine taban tabana zıt, iki toplumsal pratik damgasını vurdu; dünya çapında “eve kapanma” ve metropollerin “sokaklarında kitlesel gösteriler”. Siz sanatın yaratıcıları, sanatın içinde kendini var edenler için nasıldı vaziyet? Hissiyatınızı tariflerseniz ortaya nasıl bir fotoğraf çıkar?
Hepimiz her geçen gün insanlığın kendine zarar vermesinin en üst noktalarını iliklerimize kadar hissediyoruz. Çünkü insan çürüyor ve bir süre sonra bu çürümüşlük artık doğaya, çevreye sıçrıyor. Bir yanda bu çürümüşlüğe karşı direnenler ve diğer yanda bunu destekleyen sistemler. İşte biz bu noktada, dün olduğu gibi bugün de sonuçlara değil, sürece odaklanılması gerektiğini düşünüyoruz. Evet, dünya eve kapandı. İnsanlık tarihinin önemli felaketlerinden birini küresel olarak her evde hissediyoruz. Suçlu ya da suçlular arıyoruz.
Aramaya gerek yok; yaşamak için üretmeyen, doğanın insana sunduğu o muhteşemliği değil, yapaylığı ve tüketimi merkeze alan insan ve insan hırslarının bedellerini ödüyoruz. Ve hepimiz bir şekilde bu suça ortağız. Çünkü adalet kavramı ilkelleşmeyi tercih etmesin derken, ısrarla kendi adaletsizliklerimizle bu zemini besliyoruz hep. İşte bu noktada okumaya, araştırmaya ve sanata o kadar ihtiyacımız var ki. Çünkü bunlar oldukça daha sevgi dolu, daha anlayışlı ve insan hayatına, yaşamına odaklanıp sonucunda da mutlu bir dünya kurabiliriz.
Sadece daha çok olmaya ihtiyacımız var. Fotoğrafta;‘iyiliklerle dolu bir dünya hayali olan ne kadar çok kişi olursak, yaşadığımız sıkıntılar ve mutsuzluklar daha azalacak, belki de bir gün, daha fazla çürüyemeyeceğimiz için dönüşeceğiz’in kadrajı var. Yeter ki daha çok olalım. Bu belki romantik bir serzeniş gibi durabilir. Herkesin istediği ama cesaret edemediği alan da zaten burası. Bu yüzden de sanat her şeyden sıyrılıp, kendine ayrı bir duruş bulmakta.
“Kapitalizm belkide bir kültün, bir ibadetin, günahın kefaretine yönelik olmadığı ama suçluluğa yönelik olduğu tek vakadır. Bunu suçunun kefaretini ödemek için değil suçunu evrensel hale getirmek için yapar.” “Dünyevileştirmeler” adlı kitabında Giorgio Agamben böyle tanımlarken mevzuyu; “Kafka’dan Kafka”ya adlı kitabında Maurice Blanchot ise durumu şöyle özetler: “Teoride, yeryüzünde mükemmel bir şekilde mutluluk duyma olasılığı var: o da insanın kendinde yok edilemez olana inanması ve ona ulaşmaya çabalamaması.” Bu iki üstadın sözlerinin yamacında, bugün pandemi güzergâhında, kefaret ve mutluluk kısmından bizim payımıza düşenler neler?
Kapitalizmin amacı, dünyayı bir yıkıma uğratmak ve bu ortam da tüketim ortamıdır. Günümüzde aslında her şekilde bir kefaret ödüyoruz. Ödemeye mecbur bırakılıyoruz. Sanırım dünya düzeni bunu gerektiriyor ve mutluluk da bu düzende pek barınamıyor. Kefaret siyasi bir görev gibiyken, mutluluk onun yamacında duran bir kedi misali. Biricikliğimiz, belki bizi mutluluğa çağırıyorduysa da şu an bununla pek haşır neşir olamıyoruz. O zaman bizler ne yapmalıyız? Sorun olanı bilirken, onları görmezden gelmek daha mı kolay?
Şu an, o çözümde elimizden alındı. O zaman sadece kendimizi değil, kendi kararlarımız sandığımız şeyleri de sorgulamalıyız belki de. Kapitalizmin ısrarla bizi çektiği sürü psikolojisine karşı temkinli olmamız gerekiyor. En büyük gücü bu çünkü… Çoğunluğu aynı yerde buluşturmak ve o zaman neyin iyi, neyin kötü ve daha da önemlisi nasıl yaşaman gerektiği konusunda seni sadece çıkara göre yerleştirmesini, o tüketim halkasında reddettiklerinle de özgür ve böyle bir yaşamın mümkün olabileceğini tadarak anlamalısın belki de...
Tabii ki bu çok kolay değil insanlık için. Zira bu dönüşüm kültürel ve siyasal politikalarlasağlanır. İşte o halkalara katılmadıkça bu daha mümkün sanırım. Çünkü her şey, bu çoğunluktan yararlanma ve kullanma düşünden kirlenmeye ve canavarlaşmaya başlıyor. Önce birey olarak kendimizi tanımalı, ne istediğimizi, nesevdiğimizi ve ne hayal ettiğimizi bilmeliyiz. Sanat, felsefe, sosyoloji ve edebiyat dabizlere yardım etmek için binlerce yıllık kaynakları ve eserleri ile ellerimizin altında. Oraya da ara ara göz atmakta fayda var.
“Dünyanın insanları cevaba boğduğu bir dönemdeyiz”
“Tıpkı oyuncunun kendiyle yüzleşme sürecinde olduğu gibi, seyircinin de bir tür yüzleşmeye doğru kışkırtılması esas alınır… Bir rolü oynamak karakterle özdeşleşmek anlamına gelmez. Oyuncu rolünü ne yaşar ne de dışarıdan resmeder” diyen tiyatro kuramcısı ve yönetmeni Jerzy Grotowski ve “Eksik olanı bulabilmek için kendine dönmek zorunluluğu vardır” diyen yazar, filozof Georges Bataille. Bu iki üstadın cümlelerinin yamacında, siz sanat yaratıcıları ve biz de bu yaratımları dikize yatan seyirci / izleyiciler olarak bu yaşadığımız dönemde kendimizle yaptığımız mesailerle yüzleşmeyi ve kendimize dönebilmeyi -yeterince- başarabiliyor muyuz sizce?
Grotowski’den başlayacak olursak, ona göre oyuncu, seyircinin gözündebir karakter maskesi ardında var. Bu maske oyuncunun benliğinin saklı katmanlarının açığa çıkarılmasını sağlıyor. Grotowski için metin sadece bir araçtır. Ritüeller, bu noktada çok önemsenir, anılar başı çeker. Düşüncelerin bedensel tepkilerine yer verilir. Bu görüş belki birçok eleştiriyi de sırtlamıştır. Soruya gelecek olursak da; bizler pandemiyle birlikte belki de şu an, küçük bir içe kapanış, içindeki ‘biricik’e erişme, kendiyle yüzleşme, çözümleme ve onu arzulama gibi edimlerimizi su yüzüne çıkartıyoruz. Bunlar bizlerin beslendiği deneyimlerdi. Ne kadar başarıyoruz veya başarabiliyoruz!?
Batallie’nin belki de iddiasının en somut anlarını yaşıyoruz. Ona göre kötülük, ahlaktan yoksunluk ya da ahlak yetersizliği değildi, tam tersine verili ahlakı yadsıyan başka tür bir ahlakın koşuluydu. Böyle alındığında kötülük, yasakları aşmanın ve kuralları ihlal etmenin bir yoludur ve yüksek ahlak bunu gerektirir. İşte bu iki bağlamı bir araya getirirsek ona göre gerçek özgürlük; “yaşamı kışkırtmak ve aşmaktır”.
Özgürlüğü ve değerleri yeniden yaratmanın kötülükten geçtiğini, gidilecek en uzak yerin burası olduğunu söyler. Sanırım şu an insanlar, kendi kötülükleri ile dışsal kötülüklerinin yüzleşmelerindeler. Ama bu süreçte, belki de yalancı ahlak anlayışlarının sallantıda olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü dünyanın, insanları cevaba boğduğu bir dönemdeyiz. Bizler de o cevapları, sanatsal işleyişlerle anlamayı ve anlatmayı deniyoruz.
Pandemide yer yer epistemolojiden uzaklaşıyoruz ve pek çok kavramın da yer değiştirdiğine şahit oluyoruz. Sizin bu salgın sonrasında dünyaya, insana ve sahne sanatlarına dair öngörünüz nedir?
Her şeyin artısı olduğu kadar eksisi de olacağını düşünenlerdenim. Biz, şu anda yaşarken bile bir değişimin, dönüşümün içerisindeyiz. Salgın bu durumu daha hareketli bir hale getirdi ve belki de farkındalıkları daha fazla arttırdı. Kulağımıza çalınan bilgiler, ya evet bir gün bakarız dediğimiz şeylere, şimdi bulunduğumuz yerde bakmak için uğraşıyoruz. Bu süreç bizleri iyisiyle ve kötüsüyle bir noktaya taşıyacak; yani bir noktaya evrileceğiz. Bizler, bu dönüşümün içinde kendimize yeni bir oyun düzeni kuruyoruz.
Tiyatro da dijital çağın içinde kendine bir koltuk ediniyor. Tiyatro sanatı tarihin en zor şartlarında bile, her zaman masada sözü olan bir konumdaydıve bu sözünüsöylemekten de hiçbir zaman çekinmedi. Bugün dijital dediğimiz, geçmişte de sinema dediğimiz noktada oyuncular o ekranın karşısındaydı. İlk film yapımcıları “Lumière Kardeşler”in yaptığının bir sihir oluğunu düşünen insanlık, bugün de kendine yeni sihirler bulmaya devam etmekte... Tiyatronun hammaddesi her zaman insan oldu ve insanlık tarihinin, o canlı anlara tanıklık etmeyi hep tercih etmesinin sebebi şartlar değil, o ‘gibi yapma’ anların ona iyi gelmesinden kaynaklıydı. Gerek geçmişi gerek günümüzü her daim yaşatan eşsiz ve kıymetli tiyatro sanat dalı, her zaman insanlığın ihtiyaç duyacağı ve hissedeceği noktada kalacak.
Proje ve yeni başlangıçlardan masada ve kafanızda neler var?
Masanın üzeri bugünlerde haylice kalabalık. Yeni projelerimiz var; “Ben Nerden Bileyim?” adlı oyunumuzun provalarına başladık. Genç bir yazarımızın ilk oyunu olan “Kapuska”nın da ilk provasını yeni aldık. “Boa Kısalar”da, yeni üç oyunumuz hazır hale geldi, seyirci ile buluşacak. Ve provaları devam eden dört oyunumuz daha var. “Boa Kısalar” bu süreçte, özel bir çalışma olarak oldukça yoğun geçmekte; yaklaşık 100 sanat insanının bir araya geldiği özel bir çalışmadan bahsediyoruz. Bu arada, eğitici podcast kayıtlarımız Güney Zeki Göker’in sunuculuğuyla devam ediyor. “Kadikoyboasahne.com”dan da paylaşıyoruz. Bu dönem, eğitim kısmına da odaklanıp Boa Atölye’yi başlattık. 2020 - 2021 sezonunda, 11 oyunun prömiyerini yaptık. İki sesli tiyatro (Radyo Tiyatrosu) çalışmamızdan biri hazırlandı “Duymadıklarımız” sitemizde yayınlanıyor. Diğeri prova aşamasında...
Son olarak paylaşmak istediğiniz bir şey varsa, bizler de nasiplenelim ucundan?
Müzik, kitap, tiyatro veya sinema bunlardan herhangi birine, belki de hepsine birden yaşadığımız şu süreçte sıkı sıkı tutunun! Dünyayı daha iyi bir yer yapmak istiyorsak, sanatın değiştirici ve dönüştürücü gücünü kullanmak, her zaman insanlık için doğru bir seçim olmuştur. Çünkü sanat ruhu besleyen en önemli bileşendir. Ayrıca hayat anlattığımız kadar da ciddi bir yer değil! Gülmekten de saçmalamaktan da vazgeçmeyelim.
SON DAKİKA
EN ÇOK OKUNANLAR
Marquez'i yumruklayan Nobelli vefat etti!
Bakan Ersoy: Kültürle büyümeye, tarihimizle geleceğe yürümeye devam ediyoruz
Tarih, doğa ve lezzetin buluştuğu Edirne, gezginlerin uğrak noktası oluyor
Bakan Ersoy: Sanatın gücüyle tiyatro sahnesinde tarih yazıyoruz
Edirne Gezi Rehberi | Tarih, doğa ve lezzetlerin şehri yeniden keşfedilmeyi bekliyor