hourSON DAKİKA
left-arrowright-arrow
weather
İstanbul
down-arrowup-arrow

    “Güzel Son”

    “Güzel Son”
    expand
    KAYNAKBetül Memiş / Cnnturk.com

    Garip şiirinin etkisi gözlenen tek bir şiir kitabı (ki Orhan Veli’ye ağıdı) “Otopsi”yi 1978’de yayınlayan ve Melih Cevdet Anday’ın da “Halim Şefik, bu küçük kitabı ile bizim kırk yıllık şiirimizi temize çıkarmıştır. Evet, küçük bir kitap, ama yaşamı savaşım içinde geçmiş bir kişinin tanığı.” diye ifade ettiği Halim Şefik Güzelson, arkadaşları Orhan Veli, Melih Cevdet, Sait Faik ve Nurullah Ataç’ı uğrak mekânları olan Mösyö Lambo’nun meyhanesine davet eder. Bu gecenin bir de sürpriz konuğu vardır Suat Derviş… Peki, siz bu buluşmanın tanığı olmak istemez misiniz?

     

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    “Bir kere suyumuza alışmağa görsün. Onu canavar haline getirmek için hiç bir fırsatı kaçırmayacağız” der Sait Faik Abasıyanık “Dülger Balığının Ölümü” hikâyesinde; “Yaşamak anımsamak mıdır yoksa? / Sanmam, biz de bir sestik belki / Birileri için yıllar önceki / Şaşırtıcı karşılaşmada” der Melih Cevdet Anday “Şaşırtıcı Karşılaşma” şiirinde; “İstanbul'da Boğaziçi’ndeyim / Bir fakir Orhan Veli’yim / Veli’nin oğluyum / Tarifsiz kederler içinde” der Orhan Veli Kanık “İstanbul Türküsü” şiirinde; “Önümüzde gölgeli yollar / Açıldıkça sessiz ve ıssız; / Gezdik, gezdik geç vakte kadar... / Ne söyledik biz orada yalnız?” der Nurullah Ataç “Akşam Şarkısı” şiirinde; “Seneler, asırlar, o günün hiçliğini bize öğretiyor. Hayat bir kuruluşun değil, yıkılışın ifadesidir. Neye dayanacaksınız? Neye tutunacaksınız? Her şey yıkılıyor. Elinizi etrafta bir destek bulmak, bir hakikat bulmak için nafile sallamayınız. Ortada hiç… hiçbir şey yoktur” der Suat Derviş “Hiç” romanında ve “Şiir bir emekçidir / Hep güzel şeyler üretir / Bir yerde rastlarsan ona / Gir koluna bize getir” diyen ise “Somut” şiiriyle Halim Şefik Güzelson.

    Birazdan meramına düşeceğimiz güzergâhın öznesi de -anlayacağınız üzere- Halim Şefik’in soyadından alıyor hevesini… “Halim Şefik Güzelson arkadaşları Orhan Veli, Melih Cevdet, Sait Faik ve Nurullah Ataç’ı uğrak mekânları olan Mösyö Lambo’nun meyhanesine davet eder. İmzalı davetiyelerin arkasında ise bir not: “Lütfen içmeden geliniz!” Bu gizemli davet üzerine Suat Derviş’in de meyhaneye uğraması geceyi ayrı güzel kılar. Şimdi tek eksik geceye sürprizli bir ‘Güzel Son’dur” diyor, Hakan Tabakan’ın kaleme aldığı, Volkan M. Sarıöz’ün rejisini üstlendiği, Semaver Kumpanya kadrajı / yorumu olan “Güzel Son”…

    “Güzel Son”

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Bu yıl 26.’sı düzenlenen İKSV Tiyatro Festivali’nde, Işıl Kasapoğlu’nun 30 yıl önce tasarladığı ve Semaver Kumpanya’nın hayata geçirdiği “İstanbul Mon Amour” projesinde yer alan “Güzel Son”da, Selen Şenay, Ahmet Kaynak, Mehmet Konu, Mertcan Ertürk, Metin Alpargun, Onur Şenol ve Muhammed Türkoğlu rol alıyor. Sahne arkasında ise; yönetmen yardımcısı Nur Güven, ışık tasarımı Cem Yılmazer, dekor ve kostüm tasarımı Başak Özdoğan, müzikleri de Fırat İkisivri’ye emanet.

    Cemalimde temizinden bir tebessüm ve us’umda en aşırısından bir özlemle çıktım oyun salonundan. Ezcümle; “burnumun direği sızladı” dedikleri hissiyatın tam içindeydim üstatları karşımda dikizlerken ve bu sezonun sevdiğim oyunlarındandı “Güzel Son”. Bu bağlamda da bu kıvamında hikâyeyi bizlerle buluşturan ekiple bir röportaj gerçekleştirdim. Araya coğrafyanın beşeri hemhallikleri girince, es verdik röportajımıza ama şimdi sezonu yaza uğurlarken, isterim ki sizler de demlenin bu dost meclisi üstatların kelamından, hasbihalinden…

    “Birçoğu eserleriyle anılarımızın bir parçası”

    · “Güzel Son”u seyredaldıktan sonra eve dönüşte, yol boyunca kafamda dolanan Henri Bergson’un “Madde ve Bellek” adlı kitabındaki şu tanımlardı: “Gerçek şimdiki an, geleceği yiyip bitiren geçmişin ele avuca sığmaz ilerleyişidir. İşin gerçeği, her türlü duyu, belleğin parçalarından başka bir şey değildir... Doğrusu, her duyum zaten anıdır.” Üstadın bu tanımının yamacına sizin düşünceleriniz nedir veyahut tarifiniz ne olur?

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Hakan Tabakan: Özellikle çocukluk anıları çok ilham verici benim için. Yani anıların bitmez bir hazine olduğuna inanıyorum. Değiştirip kullanabiliyorum da. Şiirlerde, novellalarda ve oyunlarda. 1970’lerin Adana’sında geçen (tarihteki ilk Adanasporlu dedektif ve roman kahramanı) Marlon Cahit (Uzungece) polisiyelerinin mekânı, temeli ve dolayısıyla karakterleri tamamen çocukluk anılarına bağlıdır örneğin. Sonra oyunlarda bu anılardan yararlanmanın pekiyi olmadığını fark ettim. Oyunu ağırlaştırıyor, aksiyonu yok ediyor, sıkıcı oluyor ve daha birçok neden. Ama toplumsal anılar söz konusu olunca harika işler çıkmasına yardımcı oluyor. Anı konusunda eğer kişisel bir haz peşinde koşmuyorsanız, toplumsal anılardan yararlanıyorsanız, o zaman tiyatro buna yaşam şansı veriyor. “Güzel Son” bunun güzel bir kanıtı oldu galiba. Çünkü yazar ve şairlerimizle, sanatçılarımızla, yani kendi insanlarımızla anılarımız var. Toplumsal veya bireysel olarak, roman karakterlerini de buna dâhil edebiliriz. Nazım Hikmet, Orhan Veli, Melih Cevdet, Oktay Rifat, Nurullah Ataç, Suat Derviş, Sait Faik, Halim Şefik, Yaşar Kemal, Aziz Nesin, Firuzan, Ayla Kutlu, Ahmet Muhit, Memduh Şevket ve daha birçoğu eserleriyle anılarımızın bir parçası. Paul Auster bir kitabına giriş cümlesi yapmıştı, “Geçmiş bir nesnede saklıdır” diye. Benim için de öyle. O şiirlerde, romanlarda, oyunlarda da Cumhuriyet tarihi saklı. “Güzel Son” o anılara ayrıca dâhil olup hatırlattıysa güzel olmuştur.

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    “Güzel Son”

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Volkan M. Sarıöz: Evet; hafıza (bellek), flaş bellek gibi değildir. Ne kaydederseniz onu geri alamazsınız. Hafıza geçmişten günümüze akan bir ırmak gibi her şeyi toplayarak ve içinde öğüterek, emerek, dönüştürerek ilerler. Aynı anın geçmişinden günümüze kavuşan iki kişi aynı hafızaya sahip değildir. Bu çok iyidir, bizi insan yapar, varoluşumuzu zenginleştirir. Yoksa geçmiş ne işe yarardı ki tatsız tuzsuz bir veri... Oysa hafıza acısıyla tatlısıyla muhteşemdir. “Sen gel bir de onu bana sor” diyebilir annem, onun acılarının katlanabilir olduğunu söylediğimi sanabilir. Evet, katlanılmazdır, çoğu acıların sadece sahibinin bilebileceği bir zulmü vardır. Annem öyle dediğinde susarım hep. Kendimden bahsederken ise “bunlar benim” derim, yoksa çöle dönerim. Öte yandan yaşadığımız tüm savaşların nedeni de olabilir hafıza, çünkü aynı şeyleri uzlaşmaz bir şekilde farklı hatırlıyoruz.

    Mehmet Konu: Anılar, şimdiye destek atarak gelecekle bağ kurmasını sağlar insanın. Duyumlardan oluşan, tabiri caizse, halat salınır durur geçmişle gelecek arasında.

    · Gelelim adıyla müstesna (Halim Şefik’in soyadına temizinden de bi selam çakan) “Güzel Son”a… Bize bu biyografi ve nostaljinin harmanında bellekleri yoklatan metnin çıkışından bahseder misiniz? Kısaca bu üstatları, İsa’nın son yemeği kadrajı kıvamında bir masada buluşturma fikri nasıl doğdu?

    Hakan Tabakan: İstanbul Tiyatro Festivali kapsamında yarım saatlik bir oyun da sahnelenecekti. Volkan (Sarıöz) benden bu doğrultuda bir oyun istedi. Şairler olsun dedi, özellikle Orhan Veli, bir akşam, bir meyhanede otursunlar. Böylece Volkan, beni en sevdiğim mekâna davet etmiş oldu. Çünkü oyunlarımın çoğu tek gecede, mümkünse bir barda, meyhanede veya buna benzer bir yerde geçer. Birbirlerini tanıyan veya tanımayan insanlar mekânın ve bir duygunun peşinden gider. Çünkü bana göre asıl olan ‘atmosfer’ ve ‘his’tir. Oyunlarımda bu ikisini yakalamaya çalışırım. Farklı karakterler de nasıl olsa devamını getirecektir. Önce yarım saatlik bir oyun çıktı ortaya. Ama metin devam etmek istiyordu, yani öyle hissettim. Sonunda ise iki buçuk saatlik bir oyun vardı elimizde. Süre uzun olacağı için metni kısaltarak şimdiki haline getirdik. İsabetli oldu. Oyunun devamı nasıl olsa insanların anılarında var ve onlar canlandı, canlanıyor, canlanacak!

    Mertcan Ertürk: Günümüzde yaşadığımız toplumda iletişimsizlik o kadar artmış durumda ki, insanlar birbirleriyle bırakın konuşmayı, sohbet etmeyi, artık neredeyse birbirlerini görmüyorlar bile. Yaşım yetmez belki ama okuduklarımdan, izlediklerimden ve duyduklarımdan biliyorum; insanlar birbirleriyle konuşuyorlarmış, birbirlerinin dertleriyle hemhal oluyorlarmış. Şimdi öyle değil, kimse kimseyi sevmiyor, saygı duymuyor, farklı düşüncelere, fikirlere tahammül gösteremiyor. Varsa yoksa ‘ben’ ve ‘benim fikirlerim’. “Güzel Son” masası tüm bu olumsuzluklara bir yabancılaşma gibi, özlenen iletişimin, sohbetin bir yansıması gibi. Bu oyun ihtiyaçtan doğdu aslında. Her şeyi o kadar tükettik ki, tüketecek bir şey kalmayınca doğan bir ihtiyaç. Yolu uzun olsun!

    “Güzel Son”

    Volkan M. Sarıöz: Eğer Işıl (Kasapoğlu) Hocamız, İstanbul Tiyatro Festivali küratörlüğünü kabul etmiş olmasaydı; çocuklar, “İstanbul Mon Amour’u yapacaksınız” demeseydi; ya da yıllar önce, kimbilir hangi bağlantılarla o “rock opera”yı düşünmüş olmasaydı; akademiye gelmeseydi; Semaver Kumpanya’yı kurmasaydı; Yavuz, Serkan, Cem ve ben, geceler boyu “Biz ne yapacağız, İstanbul ne demek?” diye birbirimize sorup durmasaydık; ben, Konya’ya okumaya gitmeseydim; Hakan’la (Tabakan) tanışmasaydım; Hakan kimbilir neler neler yaşamasaydı; Sarp ve Sezin, “Mağrur Fil Ölüleri oyununu oynayalım” demeselerdi; şairlerin toplandığı o küçük bara gitmeseydim; bla bla… Kısaca, bu fikir asla doğmazdı! Her şey birbirine bağlı, ayrı görünse de öyle. İnsan ölürken anlıyor bence bunu, “Vay” diyor, “Ben ayrı bir şeyim sanıyordum meğer”… Ölürken tüm hayatının gözlerinin önünden geçtiği söylenir ya, bence o ölüm daha gelmeden, korkudan yaşanan bir şey. Ölüm kesinleştiği anda film şeridi bitiyor ve vay be! Tüh! Şu son yemek göndermesi onu daha önce de duydum. O sofrada ihanet olsa da bir yönüyle yerinde bir çağrışım. Sofra, birlikte içilen kadehler, bir masanın etrafında paylaşılan kahkahalar, kederler, dostluk. Daha güzel ne olabilir ki! Hele bir de o sofrada sevdiğiniz, fikirleriyle büyümek isteyeceğiniz, ağızlarından bal damlayan insanlar varsa, daha ne olsun! İşte bu fikir, o hissi arayışımdan çıktı. Hakan Tabakan’da büyüdü, Semaver’de o muhteşem oyunculardan doğdu. Şimdilerde o oyuncular, o doğumu, her oyun gecesi bir daha bir daha yapıyorlar. Oyunculuk öyle bir şey, bir başkaldırı… Bütünleşebilen bir başkaldırı.

    Ahmet Kaynak: Bu oyunda yer almak zamanda yolculuk yapmak gibi gerçekten. Özel bir masada özel insanlarla sohbet etmek bana tekrar bir şeyler öğretiyor. Oyun oynanırken sanki ben de onları dışarıdan izliyor gibiyim. Kendimi bir misyon edinmiş gibi de hissediyorum bu oyunu oynarken. Bu değerli insanları gençlere anlatmak, tanıtmak bizi gerçekten çok mutlu ediyor. Bu seyirci için de büyük bir şans aslında. Sanırım sağlığımız el verdikçe bu oyunu oynayacağız. Edebiyatımızın bu önemli isimlerinin farklı yönlerini seyirciye anlatacağız.

    “Güzel Son”

    “Boynumuzun gönüllü borcuydu”

    · 20’den fazla kitabını okumuş ve takip etmiş bir Suat Derviş okuru olarak, Derviş’i o dönemin jargonunda “erkek şair / yazarların” masasında kelama düşürmenizin sebebi neydi? Yani “beyaz döpiyesli ceket-eteğiyle” neden yazar Suat Derviş? (İç ses: Açıkçası efsunlu bi alt metin olarak düşündüm!)

    Hakan Tabakan: Suat Derviş; yazar tercihiyle, ona bir saygı olarak adeta davet edildi Lambo’nun meyhanesine. Cumhuriyet dönemi edebiyatımızda, emeği çok, kendisi yok bir kadın yazar. Komünist ve Sovyet dostu bir yazar. Edebiyatçılığı, gazeteciliği ve öncülüğüyle yok sayılmış. Okul kitaplarında anılmasını beklemiyorduk ama antolojilerde de yok. Fethi Naci’nin “Yüzyılın 100 Romanı” adlı kitabında da yok. (Oysa siyaseten kardeş olan) Fethi Naci bile onu yok saymış bu eserinde. Anlaşılmaz bir şey bu. Ne diyeyim! Suat Derviş’i anmak boynumuzun gönüllü borcuydu adeta, azını da olsa ödedik diye düşünüyorum.

    Volkan M. Sarıöz: Suat Derviş’i, Hakan düşündü, ben daha çok masadaki şairlerin hayatında olan kadınlar arasından düşünüyordum. Sevdikleri ya da sevilmedikleri... Hakan, Suat Derviş’le geldi. “Nasıl bir bağ kuracağız Hakan?” diye sordum. Bir tek “Fosforlu Cevriye”yi biliyordum. Romanlarını okumamıştım. Derviş’in, İstanbul’dan, ülkesinden gitmek zorunda oluşundan, siyasi kimliğinden, kendisine edebiyat dünyasında yeterli değer verilmeyişinden, oysa fikirleriyle döneminin çok ilerisinde oluşundan bahsetti. “Tamam” dedim, “Harika düşünmüşsün.” Ve haklısınız, efsunlu bir alt metin. Çalışırken ben de hissetim aynı şeyi, hatta o efsun bozulmasın, araya girip üzerinden bir şeyler söylemeye başlamayayım diye kendimi çok tuttum. Çünkü o orada çok şey anlatıyor, başkasına ihtiyacı yoktu.

    · Oyunu yazım ve sahneleme aşamasında hangi tür enstrümanları masanıza yatırdınız? Mesela, süreçte yazarken ve sahnelerken öncelikleriniz nelerdi? Ve aslında size tiyatral manada etkisi neydi / nasıldı?

    Hakan Tabakan: Karakterlere dair birçok anı vardı tabii. Ama yeni okumalar da gerekiyordu. Yazılı metnin sonunda yaklaşık 40 kaynağı not ettik. Yukarıda belirttim, benim için öncelikli olan atmosfer ve histi. Bunu sağlamanın yolu tabii ki gerçeklerden geçiyordu, çünkü karakterlerimiz aslında hâlâ yaşayan, dolayısıyla kitaplığımız sayesinde yanı başımızda olan insanlardı. Ama kurgunun o büyülü olanakları da var elimizde. Yazılanların çok küçük bir bölümü doğrudan karakterlerin kendilerine ait... Gerisi kurguya, bu kurgunun gerçeğe mümkün olduğunca içten ve dürüst bir şekilde hizmet etmesine kalıyordu. Mösyö Lambo’nun meyhanesi, atmosfer ve his için isabetli mekândı. O dönemde yazarlar ve şairler başka yerlerde de buluşuyormuş ama içlerinde en dolu olanı, yani en hüzünlü olanı Mösyö Lambo’ydu; bütün hayatı, Veresiye Defteri, meyhanesinin ve kendisinin sonu ile…

    Mertcan Ertürk: Bizler oyuncu olarak, sahnelenme aşamasında dâhil olduk haliyle. Masada Orhan Veli, Nurullah Ataç, Sait Faik, Melih Cevdet, Suat Derviş gibi büyük isimler olunca, beslenebileceğin şeyler de oldukça derin oluyor. Onlarca roman, şiir kitabı, deneme, köşe yazıları vs. girdikçe çıkamadığın, çıkamadıkça daha çok öğrendiğin bir derya. Tabii bu büyük üstatlara hayat verme olayı bir yandan müthiş bir keyifken, bir yandan da ciddi bir sorumluluk. Dolayısıyla birazcık stres de oluyor insanda. Elimizden geldiği kadar yazdıklarından, demeçlerinden, anılarından yola çıkarak en doğalını yakalamaya çalıştık. Umarım izleyen herkes mutlu ayrılır.

    Volkan M. Sarıöz: Oyunun yazım ve sahneleme aşamaları farklı süreçlerdi. Kısa sürede yazdı. Öncesinde sadece konuştuk, birbirimize sorular sorduk. Çeşitli konular üzerinde duygularımızı paylaştık. Bir iki kurgusal çalışma ve ardından Hakan, “Beni rahat bırak, yazayım” dedi!... Oyuncularla buluşmamıza gelince, hepsi çok sevdiler, hemen başlamak istediler. Önce okumalar yaptık, söz konusu şair ve yazarları okuduk. Haklarında konuştuk, hislerimizi paylaştık. Nuri Zengin tiyatronun sahiplerinden, onun edebiyata ilgisini biliyordum. Zaman zaman çay içer, konuşurduk. Onu provalara çağırdım. Çok güzel sohbetler oldu. Oyun kendisi gibi güzel sohbetlerle çıktı. İçten içe biliyordum. Ancak seversek içimize işlerse oynayabilirdik bu oyunu. Şiiri sevenler değil, şair olmalıydık. Sonra yavaş yavaş (her an) kendini göstermeye başladı. Orhan, Melih, Ataç, Sait, Suat, Lambo, Şefik birbirlerini duymaya, görmeye başladı. Üzüldüler, güldüler, kırıldılar, sarıldılar, hem kendilerini hem arkadaşlarını var ettiler. Çok güzellerdi. Oyuncu arkadaşlarıma benimle paylaştıkları bu deneyim için teşekkür ediyorum.

    “Güzel Son”

    “Özlemini çektiğimiz bir dost meclisi”

    · Açıkçası oyunda hüzün ve tebessümü bir arada yaşadım; yaşam mesaimde okuduğum, sevdiğim üstatlar / ustalar sanki karşımdaydı ve onların bir gecesinin misafiri, dikizleyeni olmuştum. Bu sebepten dolayı da eyvallah! Tıpkı sizin tanıtım metninizdeki kelamınız gibiydi: “Yeni bir söz değil hayatın geçici ama sanat ve edebiyatın sonsuz olduğu. Şairler ölür, şiirler yaşar...” Sorum, biz seyirciler olarak duygudan duyguya geçtik; peki, sizler, “Güzel Son”un hangi kadrajında ve duygu evresindeydiniz? Neler oldu sahne arkasında ve sahnede?

    Hakan Tabakan: Genel olarak… Edebiyat tarihimizdeki birçok şair, yazar var olandan çok daha fazla saygıyı hak ediyor. Çünkü onlar yaşadılar, güzel günleri de olmuştur birçoğunun fakat daha çok acı çektiler ve öldüler ama neticede yaşadılar. Uygun bir atmosferde, dürüstçe arınmış bir his, o içten etkiyi yaratır o hayatlara dair. Sorunuzun devamı Volkan’da ve arkadaşlarda!

    Volkan M. Sarıöz: Keşke anlatabilseydim. Bildiğim kelimeler yeterli gelseydi. Çoğu sustum zaten, pek konuşmadım. Böyle çok ama çok özlediğiniz, sevdiğiniz vardır. Kardeşinizdir, arkadaşınız ya da çocuğunuz ya da sevgiliniz. Çok zaman geçmiştir. Sonsuz gibi, umutsuz. Hani olur da göz göze gelirseniz, o ilk anda uzun saniyeler, dakikalar boyunca… Her şey susmuş. Siz susmuşsunuz… Sadece gözler… O kavuşma anı... İşte öyle oldu hep.

    Mertcan Ertürk: Bu soruya en net vereceğim cevap şu olur sanırım; oyunun ilk gösterimini Galatasaray Lisesi’nde yaptık. Hazırlanma sürecimiz çok kısaydı, 15-20 dk. prova gibi bir süreçte çıkarmak zorundaydık oyunu. O gece haliyle çok heyecanlıydık. Oyun başladı ve seyirci enerjisiyle bizim bütün stresimizi ve heyecanımızı aldı adeta. Oyun bitti, selam verdik, arkaya geçtiğimizde hepimiz hüngür hüngür ağlıyorduk. Çok ilginç bir andı. Ben, 10 yıldır profesyonel olarak sahnedeyim, ilk defa böyle bir şey yaşamıştım. Oyun, metin, seyirci, ustalar, şiirleri, şakaları, muhabbetleri bizi öylesine alıp, uzaklara götürmüştü ki etkisinden çıkmak kolay olmadı. Hâlâ da aynı hisse sahibim…

    Onur Şenol: Her oyun türüne, dönemine, biçimine göre oyuncunun bazı yeteneklerini daha çok geliştirmesini -kullanmasını- ister. Mesela, kimi oyunlar bedeninizi geliştirir, kimi oyunlarsa sizi entelektüel olarak geliştirir. Ve yine başka bir oyunda duygularınızı ön plana çıkarıp karakterle özdeşleşmeniz isterken, bazıları mesafe koymanızı ister. Bu oyun da bizlerin ruhunu geliştirdi diye düşünüyorum. Çok samimi bir metin, bu açıdan bizleri kolayca içine aldı. Şimdilerde özlemini çektiğimiz bir dost meclisi. Oyun kişileriyle özdeşlik kurmakta neredeyse zorlanmadık diyebilirim. Çünkü karakterler bildiğimiz, hayranı olduğumuz, hayatlarımıza bir yerden dokunmuş kişilerdi. Kimi daha az kimi daha çok. Mesela, ben, Orhan Veli ve Sait Faik düşkünü biriydim. Melih Cevdet’i sadece oyunlarından bilirdim. Nurullah Ataç’ı, Suat Derviş’i ve Halim Şefik’i o kadar da tanımıyormuşum hâlbuki... Her birini tekrar araştırıp, hayatlarının peşinden gittik bir süre. Aşkları, yoksullukları, varsıllıkları, birbirleriyle atışmaları, edebi tutumları... O güzel insanların ayak izlerini takip ederken, eksik kalan okumalarımızı da tamamlamış olduk. Sonra da sadece o masaya oturup sohbet etmek kaldı geriye!

    Muhammed Türkoğlu: Oyunu okumadan önce beklentim yoktu, okuduktan sonra çok şaşırdım gibi bir cümle kurmayacağım. Oyunu Hakan’ın yazdığını öğrenince zaten bir beklentiye giriyorsunuz. Yalnız, ilk okumadan sonra hepimiz beklentimizden daha büyük bir metinle karşı karşıya olduğumuzu anladık. Çok değerli bir metin... Aynı şekilde yönetmenimiz Volkan’ın da bizi ustaca ve nokta atışı yönlendirmeleri çok değerliydi. Şairlerimiz zaten edebiyatımızın yapıtaşı. Onları canlandıracak olmak heyecan verici ve bir taraftan da riskliydi. Taklit olmamalıydı. Bunun da sadece o karakterleri yaşayarak altından kalkabilirdik. Oynamaya değil, yaşamaya karar verdik. Oyun öncesi kulisimizi görmenizi çok isterdim. Orada herkes bambaşka bir atmosferde. Bizi bu denli etkileyen bir oyunun, seyircilerimizi etkilememesi çok zor, fakat takdir tabii ki seyircilerimizin... Umarım bunu başarabilmişizdir.

    Mehmet Konu: Birçok duygunun iç içe olduğu bir oyunda benim kadrajım: Bir söz yüzünden küsen iki arkadaşın / ustanın birbirine duydukları özlemin de, cebindeki son parayı şarapçıya verenin de, dostane bir âşık atışmasının da, Lambo’nun kavurmasının da; yani genel, basit birer insan olduklarında.

    · Peki, bu üstatların sizin hayatınızdaki meramı / yeri nedir? Ve oyunu yaratım aşamasında fonunuzda neler vardı?

    Hakan Tabakan: Hiç ölmeyecek olan arkadaşlarım onlar. Bu çok güzel bir his... Geçen yaz, Ören’de Melih Cevdet’in evinde Suna (Anday) Hanım’ın misafiri olduk. Suna Hanım ne güzel şeyler anlatmıştı, hediyeler vermişti Melih Cevdet’in de kullandıklarından, evin duvarına astıklarından, okuduklarından. Sonra bu oyunun olması… Melih Cevdet’in “Ölümsüzlük Ardında Gılgamış”ıyım, Orhan Veli’nin ‘Kaybolmak üzere suya düşen bileziği’, Nurullah Ataç’ın “öfkesiyim”, Halim Şefik’in “Kılıçbalığı”, Sait Faik’in “Mahalle Kahvesi”nde oturduğu masayım, Mösyö Lambo’nun “Veresiye Defteri”, Suat Derviş’in “komünistiyim”.

    Mertcan Ertürk: Her birinin yeri çok özel diyebilirim. Ben, Orhan Veli ile lisede tanıştım ilk. Bir gün edebiyat hocam bir şiir kitabı verdi bana. O zaman ki dar bilgi dağarcığımla bile çok etkilenmiştim. O yıl, Orhan Veli’nin hayatını anlatan bir şiir dinletisi yapmıştık. Arkasına tiyatroya olan ilgimi fark edince Melih Cevdet ile tanıştım. Oyunlarını okumaya başladım. O sıralar Sait Faik çıktı karşıma, öykülerine daldım. Hem de ne dalmak, içenden çıkmak imkânsız. Açıkçası Nurullah Ataç ve Suat Derviş ile ilgili çok bir bilgim yoktu. Halim Şefik’i ise hiç bilmiyordum. Şimdi onları tanıyorum, haklarında araştırmalar, okumalar yapıyorum. Yani oyun bize de öğretiyor, seyirciye de. Oyundan çıkan yaşı çok genç olan, bu ustaları tanımayan izleyiciler bize teşekkür edip, hepsini araştıracağını ve okuyacağını söylüyor. Bu inanılmaz bir his, bir kişinin bile hayatına dokunabilmek ne gurur verici.

    Volkan M. Sarıöz: Bu insanların edebiyatımıza katkıları çok büyük, ancak sadece edebiyatımız açısından değil. Toplumumuzun bilincinde çok değerli, çok önemli bir aşamanın eşiğinde durmuşlar, oradan el uzatmışlar. Hiçbirini dünya fikir tarihinde adı büyük harflerle yazılan, anılan filozoflardan, şairlerden, yazarlardan ayıramam. Benim okur olarak aldığım keyif ne ki ondan bahsedeyim? Çünkü tüketilebilen bir yere çekmek istemiyorum. Ah bir eyleme geçebilsek, durup el uzattıkları eşikten ellerini tutup bir sıçrayabilsek, ah! Fona gelince, fonda savaşlar, ekonomik buhran, yozlaşma, korku, kaybolmuş değerler, umutsuzluk, kendini zalimce tekrarlayan vasatlık, erime, aptallık, maalesef kötülük ve tüm bu fonun içinde hayatta kalmaya çalışan güzelim insanlar, hayvanlar, doğa, kültürler, değerler, umutlar… Etrafımda sevdiğim arkadaşlarım, sevgilim ve çocuklarım.

    Muhammed Türkoğlu: Halim Şefik Güzelson hakkında pek az bilgi mevcut, fakat olan bilgilere baktığımda benim karakterime yakın olduğunu anlayabiliyorum ve oyunda bahsedilen “ilginçlikler” bana ilginç gelmiyor. Dolayısıyla karakterimi de çabuk benimsedim diyebilirim. Zaten az, ancak öz olan şiirlerini okursanız, düşünce yapısını direkt anlıyorsunuz. Onunla tanışmayı, hatta ani bir kararla uzun bir yolculuğa çıkmayı çok isterdim.

    “Güzel Son”

    · 40 kuşağının “Alaylılar Akademisi” diye nitelediği Lambo’nun meyhanesi hikâyesinden bahsetmenizi istesem, oyunu merak edenlere yolluk olur niyetine? Zira mekânın ve sahibi Mösyö Lambo’nun hayatı da başlı başına bir hikâye…

    Hakan Tabakan: Güzel bir hayat, hüzünlü zamanlar, hazin bir son. Küçük bir mekân, tarife göre tramvay vagonu gibi, harika müşteriler, Lambo dostu Sait Faik, yüce gönüllü bir “Veresiye Defteri” ama aslında bir nevi edebiyat tarihi, derken kaliteli şarap şişelerine vasat şarapları doldurmak da var hayatta, sonra Rus asıllı olmak, takibe uğramak, komünistlikle suçlanmak, el konulan o “Veresiye Defteri”, kapatılmak, meslekten men edilmek, bir ayakkabıcı dükkânı, bir ip ve son. Oyunumuza kadar kötü bir son. Neyse ki artık bir “Güzel Son” var elimizde!

    Onur Şenol: Beyoğlu, Nevizade’de 13 numarada... Müdavimlerinden mütevellit alaylı akademisi denilmeye başlanmış bu mekâna. Ve ne çok ruh, ne çok anı, ne çok yaşanmışlık... Şimdilerde adı var ama ruhu, zamanın ve kalabalığın gazabına uğramış bir “dükkân”. Şimdiki işletmecisi iyi niyetle bu adı yaşatmaya çalışsa da, artık o mekân, bu mekân değil maalesef. Belki olması da beklenemez. Belki zaten orada o haliyle hayallerimiz ve anılarımızda kalması daha iyidir, bilemiyorum. Fakat o samimiyetin, o naifliğin özlemini duyduğumuz bir gerçek. Mösyö Lambo’ya gelirsek, metni ilk okuduğumda hayali bir karakter sanmıştım. Böyle gerçek kişilerin arasında hayali bir karakterin ne işi var diye düşündüm. Rolü benim oynayacağım belliydi ve eyvah dedim! Sonra Lambo’nun da gerçek bir karakter olduğunu öğrendim ve bir kere daha eyvah dedim! Çünkü diğer karakterleri tanıyorken Lambo ile ilgili hiçbir veri yoktu elimde. Gerçekte yaşamış ama hayatına dair çok az şey bildiğin birisine hayat vermeye çalışmak büyük bir sorumluluk. Karaktere haksızlık etmemelisin, olduğundan farklı göstermemelisin, yanlış bir yönelim vermemelisin. Lambo da tıpkı diğer karakterler kadar gerçeği ve samimiyeti hissettirmeliydi. Burada benim için anahtar kelime “samimiyet” oldu. Edinebildiğim hayat hikâyesinin ve metnin içerisinde yazarların yer yer ipuçlarını verdiği bilgilerin içerisine samimiyeti, insan Lambo’yu koyup yoğurdum. Umarım sevilmiştir. Ben kendisini çok sevdim.

    Volkan M. Sarıöz: Kesinlikle, sadece Lambo’yu anlatsak olur. Onun gözlerinin önünden gelip geçen hayat, hayatı… Güzel insanmış çok belli, oyunumuzda da öyle… Hakan onun hikâyesini anlattığında yüreğim dağlandı. Off, diyebildim. Düşüşler vardır sadece düşenin bildiği, yanına çökseniz de kaldırmak için hiçbir empatinin yaklaşamayacağı mesafeler vardır.

    Mertcan Ertürk: Lambo Meyhanesi edebiyatımız için önemli bir yere sahip. Ama bütün bunların yanında Lambo deyince, akla Sait Faik gelir. Abidin Dino, Lambo için “Sait Faik’in ta kendisidir” demiştir. Sait Faik sadece burada kendini evinde gibi hissediyormuş. Huzuru, mutluluğu burada buluyormuş. Sanata ve şiire düşkünlüğü bilinir Mösyö Lambo’nun, Rus asıllıdır. Hatta şöyle ki, dönem parasız bir dönem, ustalar parasızlar, buraya gelip yer, içerler ve sonra hesabı ödeyemediklerinde, o meşhur veresiye defterine şiir, hikâye yazarlar para yerine. İnanılmaz bir hikâye. Ancak şimdiki halini görmek içler acısı. Eski halinden eser yok, sıradan bir bar haline gelmiş. Keşke bu değere daha iyi sahip çıkabilseydik.

    “Vay be! Çok güzel bir akşam olacak!”

    · Tesadüf bu ya, yeniden hayat verdiğiniz bu karakterlerle aynı apartman ya da mahallede tanışsınız. Ve aynı masalarda kelama düşmüşsünüz ve bir vakit böylesi bir yemek masasındasınız; onlara bir cümle söyleseniz, bu ne olurdu?

    Hakan Tabakan: “Bir içki daha söyleyelim mi?”

    Onur Şenol: “İyi ki yazmışsınız. Var olun”

    Mertcan Ertürk: Ben, sanırım Melih Cevdet ile sohbet etmek isterdim. Melih Cevdet’in yeri bende ayrı, onu canlandırmak da büyük keyif tabii... Üstada şunu sorardım: “Toplumu ve insan değerlerini ne kadar önemsediğini şiirlerinden ve romanlarından biliyorum, günümüzdeki insanı, toplumu anlamak için kitaplarını referans alıyoruz. Hiçbir şey değişmiyor usta, umudunu ve direnişini nasıl büyüttün?”

    Volkan M. Sarıöz: Ne diyeyim, ne güzel olurdu. Otururdum oracığa, davet ederlerse; masalarına… Hesabı nasıl ödeyeceğimi yine bilemezdim. Veresiye defterine de bir şey yazamazdım. Aklımdan ödenmesi gereken faturalar, kira vesaire geçerdi. Olsun bir ödeyen çıkar nasıl olsa derdim. Sait gibi… Sonra dinlerdim. Oradan iki de bir kaçmak isteyen kafamı Sait’e, Orhan’a tutunarak tutardım. Melih’in sessizliğini seyrederdim. Aklımda onca soru olurdu ama sormazdım. Henüz sarhoş olmadım. Suat’a bakardım. Yanlış anlamaz umarım derdim. Yanlış anlayacak der, çekerdim gözlerimi… Aptal çocuk, erkek kafam işte! Dönerdim Ataç’a, nedense bir gülümseme takılırdı yüzüme… Aklımda hâlâ Suat çok kederli… Lambo’yu çok severdim eminim. Belki ben de bir, iki şiir okurdum. Dizlerim titrerdi. Sonra sarhoş oldukça gülmeye başlardım. Efkârımı yüksek sesle dile getirirdim. “Neden hiçbir şey değişmiyor?” diye sorardım. Siz, sizin gibi milyonlarcası tane tane anlattınız nasıl yaşanır, ne yapmalı, neden değişmiyoruz, neden dünya hâlâ böyle? Neden bunca aptallık, neden? Bir an susarlardı bence! Sonra gülüşüp başka konuya geçerlerdi. Ben de anlardım sarhoş olduğumu ve gülerdim onlarla.

    Mehmet Konu: “Nasıl bu kadar sevebildin? Nasıl konuşturdun bizi, bizden daha iyi, kaleminle? Sait Abi, iyi ki varsın!”

    Muhammet Türkoğlu: Biz bunu her oyunda yaşıyoruz fakat sorunuza Halim Şefik’in oyundan bir repliği ile cevap vermek isterim. “Vay be! Çok güzel bir akşam olacak!”

    · Şu anda aklınıza gelen veya uzun süre us’unuza takılan oyundan bir replik ya da bölüm hangisi?

    Hakan Tabakan: Sait Faik, Orhan’a der: “Orhan, o anı gerçekten yaşadın değil mi? O kadına kur yaptın, onunla flört ettin, kendini sevdirdin ve tabii ki sevdin. Sen harika bir haytasın.”

    Mertcan Ertürk: “Bence tanrı işini hiç bilmiyor, siz hiç kahramanlarını başta öldüren bir romancı gördünüz mü?”

    Volkan M. Sarıöz: “Seni sekseninde tanımak isterdim mesela.”

    Mehmet Konu: Şu beni aslında bir hayli düşündürmüştü. Dülger balığının kaç metrede olacağını bilen, martının sıkıntısını anlatan, hayali arkadaşlarının bakışlarındaki anlamı bile deşen bir adamın annesinin çayı nasıl içtiğini bilmemesi... Ve bu anlamda da oyundaki şu replik: “Kahveyi şekersiz içer diye biliyorum. Öyle olduğunu düşünüyorum. Galiba şeker hastalığı var biraz.”

    “Güzel Son”

    · Oruç Aruoba’nın “Yazılamayan Zaman”da dillendirdiği üzere, “Her şeyi yazarım da zamanı yazamam - o yazar çünkü beni.” Bugün, “Güzel Son”daki kişiler aynı masada toplansaydı 2023 fotoğrafında nasıl bir hayat ve insan tarifi veyahut duygu hemhali yaparlardı sizce?

    Hakan Tabakan: Yine Lambo’nun meyhanesi olsaydı evet, oturup içebilirlerdi ama o “Veresiye Defteri”nin mutlaka bulunması gerekirdi. Malum, ekonomik yönden çok daha zor olurdu ve tabii siyasiler zamanında yazdıklarımızı dikkate alsalardı diye sitem edip, çözüm önerilerine devam ederlerdi. Bence, toplumcu bir yönetim anlayışının şart olduğu fikrinde birleşirlerdi, Suat Derviş çizgisinde. Zaten Melih Cevdet, o yönde tavrını net olarak koymuştu. Diğerlerinin vakti olmadı.

    Volkan M. Sarıöz: Bilmiyorum. Çok zor. Hesap konusu var bir kere. Yani aslında ben sormalıyım. Öyle bir anda kendilerini 2023’te mi bulmuşlar? Öyle ise kalplerine inerdi. Yok, çok fena… Bilmem, belki o gün nasılsa bugün de aynı olurlardı. Yine çok gerçek… Şaka bir yana, bilemeyiz. Aslında o insanlar bugün de yaşasalardı aynı güzellikte ve derinlikte olurlardı. Yine muhteşem işler yaparlardı. Dün bugünden daha az kötü değildi. Bugün dünden daha çirkin değil. Bilmiyorum.

    Mertcan Ertürk: Üstat Melih Cevdet’e sormak istediğim sorunun devamı niteliğinde düşünüyorum bu soruyu. Zaman öyle bir durum ki bizi içine alıyor ve bizlerse bize sunulan seçeneklerden en iyisini seçmeye çalışıyoruz ve buna da “hayat” diyoruz. Şu gün yaşadığımız hayat kötülüklerle, adaletsizliklerle, haksızlıklarla dolu. Bu ustalar hayatlarını bu olumsuzluklara savaş açarak geçirmişler, insanlara biraz olsun iyiyi, güzeli fark ettirmek için yazmışlar çizmişler. Can Yücel “Saloz’un Mavalı” çevirisinde, “Yalanlar gerçek, yanlışlar doğru olmuş” der. Ne güzel bir cümle değil mi? Bugünü anlatmıyor mu? Eğer ki bugünü bu pencereden değerlendirecek olursak, içten içe sitem, hatta belki biraz öfke hissedeceklerini düşünüyorum. Öfke kelimesinin altını çiziyorum, hayatı, doğayı, insanı bu kadar iyi analiz eden insanların hissedeceği türden bir öfke, yıkan, kıran bir öfke değil! Suat Derviş’in hayatı boyunca verdiği mücadeleyi bir düşünün; hak ve adalet için kendi özgürlüklerini hiçe sayan insanlardan bahsediyoruz. Eğer, o masa bugün gerçekten hayatta olsaydı, bağıra çağıra derlerdi ki; “Yalanlar gerçek, yanlışlar doğru olmuş!”

    · Bugünlerde sizi yataktan uyandırıp da hayata / yaşam mesaisine salan neler var; film, kitap, sergi, müzik, fotoğraf gibi, bizler de nasiplenelim isterim?

    Hakan Tabakan: Yeni bir oyun üzerinde çalışıyorum, adı “Kar Baykuşları”. (2022 basımlı / Sözcükler Yayınevi’nden çıkan “Ve Kış” şiir kitabı) Şiir var. Zeytin toplama işi bitmedi. Eleni Karaindrou ve Müzeyyen Senar dinlemek çok güzel. Her gün, en az iki film izlerim. Yarım kalmış bir novella var, yazıp bitirmek için heyecan duyup onu kaybediyorum. “İnce Memed” ve “Rakı Ansiklopedisi” başucu kitaplarım, döner döner okurum. Sevgili motosikletimle uzun yolculuklara çıkarım. Bir de, A.Ş. yönetiminde olan Adanaspor’u yeniden özgürleştirip, onun taraftarına iade edilmesini sağlama yönünde hayati bir çabam da var, çok ciddiyim; bu, memleket meselesi gibi bir dava oldu bana.

    Mertcan Ertürk: Şu sıralar gündemim haliyle oyunda adı geçen yazarlar. Bol bol onların kitaplarını okuyorum, haklarında araştırmalar yapıyorum. Eğer okumayanlar varsa Melih Cevdet Anday'ın “İsa’nın Güncesi” ve “Gizli Emir” isimli kitaplarını önerebilirim. Film olarak son zamanlarda “Rabia Kurnaz George W. Bush’a Karşı” filmini çok beğendim. “The Banshees of Inisherin”i de saymadan geçemeyeceğim sanırım, Colin Farrell muhteşem oynamış. Bu aralar bol bol Khruangbin dinliyorum.

    Volkan M. Sarıöz: Ailem var. Çok sevdiğim bir işim var. Güzel dostlarım var. Yaşam var. Diğer saydığınız şeyler kendinizden çıkıp dışarı baktığınızda paylaştığınız da güzeller ve varlar. Film, müzik, tiyatro kitap gibi tavsiyeler veremem. Önerim merak sadece… Eğer merak edersek bir şeyin peşine takılırsak diğerleri peşi sıra gelir. Saydıklarınızdan müzik ve kitap özellikle günümüzün bir parçası olmalı asla boş vakitlere bırakılmamalı.

    Onur Şenol: Bugünlerde tiyatromuzda yeni bir oyun provası yapıyoruz. Sait Faik’in bir öyküsünde “yazmasaydım çıldıracaktım” dediği gibi, biraz da akıl sağlığımızı korumak için mesleğe sarıldık sanırım. Bu röportajı okuyanlar “Güzel Son”u izledikten sonra, o yazarları tekrar araştırmak isteyeceklerdir. Ee, madem edebiyata bulaştılar; José Saramago ve genç kuşak, yerli yazarlardan da benim çok beğendiğim Mahir Ünsal Eriş okumalarını tavsiye edebilirim.

    Sıradaki Haberadv-arrow
    Sıradaki Haberadv-arrow