“Müzik yalnızca duyulmak için değil”

“Müzik yalnızca duyulmak için değil”
expand
KAYNAKBetül Memiş / Cnnturk.com

Müzik eleştirmenlerinin, “Saksafonlu Jim Morrison!” diye tarif ettiği saksafon virtüözü, besteci Vasko Atanasovski ilk kez İstanbul’da. “Transbalkanika” projesi kapsamında, 8 Mayıs’ta CRR’de sahne alacak sanatçı ile konuştuk…

Haberin Devamıadv-arrow
Haberin Devamıadv-arrow

Slovenyalı saksafon virtüözü ve besteci (1977) Vasko Atanasovski, Balkan halk müziğinin köklü ezgilerini cazın çağdaş diliyle harmanladığı “Transbalkanika” projesi kapsamında, 8 Mayıs’ta İstanbul, Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda… Hıdrellez haftasına denk gelen konserde Atanasovski, Balkan ritimleri, doğaçlamalar ve etnik tınıların yer aldığı repertuvarıyla huzurlarımızda. “Transbalkanika” konserinde (saksafon, flüt, bestelerde) Atanasovski’ye, piyano ve keyboardda Vasil Hadzimanov, ud ve gitarda Zoran Majstorović, vokalde Dobrila Grašeska, kontrbasta Žiga Golob, davul ve perküsyonda ise Marjan Stanić eşlik edecek. Müzikal yolculuğunda dünyanın dört bir yanındaki ünlü festivallerde ve salonlarda 2 bin 500’den fazla konser veren sanatçı, 200’den fazla konser bestesi yazdı ve yirmiden fazla tiyatro ve dans gösterisi için müzik besteledi. Toplamda 17 albüm yayımlayan Atanasovski, daha öncesinde Türkiye’de hiç sahne almamış; bu yanıyla hem kendisi hem de İstanbul müzik ahalisi için keyifli bir deneyim olacak!

Atanasovski ile yaptığımız röportaja geçmeden evvel fonumuzu, konser öncesi ısındırma olur niyetine “Transbalkanika” melodilerine bırakabiliriz! (Foto: Photo Josef Leitner, Borut Peterlin)

“Müzik yalnızca duyulmak için değil”

“Yolculuğun hâlâ sürdüğünü hissediyorum”

İzninizle sondan başlamak isterim. Sevdiğim kültür eleştirmeni, yazar Lynne Tillman: “İnsan olmak, homo sapiens’e toplumsal hayatta bir tür çeşitlilik ya da esneklik sunar, gerçi sosyologlar etrafta kimse olmadığında insanların kişiliklerinin ortadan kalktığını iddia ediyor. Bu boşluğu hayal ettiğimde, kendi seçtiği bir barınakta, bir sandalyenin üzerinde -kavrama yetisine sahip başparmakları olan bir ev bitkisi gibi- hareketsiz oturan birini görüyorum” der ve ekler: “Herkes özel olmak istiyor. Sorun da bu.” Tillman’ın tanımından yola çıkarak sizin kişisel ve sanat hayatınızın kadrajından 2024 yılı “Z Raporu”ndan ortaya nasıl bir fotoğraf çıkar? Ve 2025 yılı için kısa ve uzun vadede öngörünüz ne olur?

Haberin Devamıadv-arrow
Haberin Devamıadv-arrow

 

Ortaya koyduğunuz fikir oldukça çarpıcı; beni doğrudan psikolog Ernest Becker’ın felsefi yaklaşımına götürdü. Becker, insanın kendini özel hissetme arzusunu ve bunun yarattığı varoluşsal çıkmazı inceler -ki bu, ontolojik varlığımızın en derin katmanlarına kök salmış bir meseledir. Ona göre insanın yüzleştiği en temel sorulardan biri şudur: Birey, kahramanlık hissini -yani gerçekten istisnai biri olduğunu duyumsama hâlini- nasıl kazanır? Becker, bu ihtiyacı ölüm korkusuna bağlar; insanın bilinçaltında bu korkuyu bastırma çabasına. Bu korkuyu o denli reddederiz ki, özümüzde -fizyolojik ve organik derinliklerimizde- kendimizi neredeyse ölümsüz hissederiz; kendi ölümlülüğümüzü tam anlamıyla idrak edemeyiz. Becker der ki: İnsan, bu bastırılmış korkuyla, evrenin merkezine kendini yerleştirme gayretiyle yaşar; fakat bu çabanın sonuçları yıkıcıdır. Ölüm korkusuna karşı verdiğimiz bu savaş, paradoksal biçimde, etrafımızda sürekli bir yıkım üretir. Yine de karanlığın içinde daha umutlu bir melodiyle tamamlamak isterim sözlerimi -ve böylece sorunuza tam anlamıyla yanıt vermiş olurum. Eğer 2025’te insanlığa ve müziğe dair bir çağrı varsa bu, hayat yaratma cesaretidir. Dayanışmayı inşa etme, yeni müzikal formlar keşfetme, sanatsal üretimi çoğaltma ve topluluk bağlarını kuvvetlendirme cesareti. Savaşların, ekolojik felaketlerin, dijital yalnızlığın ve tüketime indirgenmiş müziğin karanlık armonilerine karşı, dayanıklılığı ve anlamı besleyen melodiler besteleme cesaretini bulmalıyız.

Haberin Devamıadv-arrow
Haberin Devamıadv-arrow

 Müzik eleştirmenleri sizin için; “Saksafonlu Jim Morrison!”, “Enerji ve duygu dolu müziğiyle doğu ve batıyı birleştiriyor” ya da “İklimimiz için tamamen yeni bir müzik tarzı yarattı!” gibi daha pek çok tanımda bulunuyor. Bu tarifler sizin için ne ifade ediyor?

Çalışmalarım hakkında geri bildirim almak her zaman ilgi çekici ve hatta bazen tuhaf derecede büyüleyici bir deneyim. Özellikle konserlerimdeki o anda kurulan enerji, sanki havda asılı duran görünmez bir akım gibi ve neredeyse elle tutulur gibi; seyircinin buna verdiği tepki -bir göz teması, ritme eşlik etmesi, tebessümü- gerçekten büyüleyici. Ana akım ticari eğilimlerin dışında kalan bir müzik için, böylesi yankılar ve yorumlar paha biçilmez birer destek niteliğinde. Çünkü o tepki/ler yalnızca bir beğeni ifadesi değil; bir tür varoluş onayı. Özgün işler üreten her müzisyen gibi, ben de zaman zaman şüpheye kapılıyorum: Acaba bu sanatsal vizyon gerçekten bir yankı buluyor mu dinleyicide? O şüphe, insanın içine yavaşça sızar, iç sesin tonunu bozar. Ama sonra bir dinleyici çıkar ve hiçbir kelimeyle açıklanamayacak bir bağ kurulur aranızda. O bağ, şüphenin delip geçmeye çalıştığı duvarı onarır. Tamamen yok etmez belki ama o kemirici hissin seni yutmasına da izin vermez. Bu yüzden müzik yalnızca duyulmak için değil, duyulmaya değer olup olmadığını yeniden hatırlamak için de vardır.

Haberin Devamıadv-arrow
Haberin Devamıadv-arrow

Müzikal kariyerinize baktığımda; solo ve çeşitli projelerdeki iş birliklerinizle çok çalışkan ve üretken bir müzisyen olduğunuzu görüyorum. Besteci, saksafoncu ve flütçü kimliğiniz; müzikal tarzınız caz, klasik, folk, Balkan müziği ve doğaçlamayı harmanlayan çok katmanlı bir yapıda… Orijinal besteleriniz ayrıca tiyatro, dans ve kukla gösterileri, seçkin solistlerin, orkestraların, toplulukların ve koroların repertuvarları dünyasında da bir rota niteliğinde. Biraz da sizden dinleyelim; müzikal yolculuğunuz ne zaman ve nasıl başladı?

Haberin Devamıadv-arrow
Haberin Devamıadv-arrow

Aslında her şey oldukça erken bir yaşta başladı; müzisyenler, ressamlar ve dansçılarla çevrili, sanatsal bir ailede büyüdüm; beş yaşında keman çalmaya başladım. Bir yandan Yugoslavya’nın güçlü müzikal geleneğiyle yoğruldum -ki bu gelenek, ben dünyada kendi yolumu çizmeye başlarken paramparça oluyordu. Diğer yandan, daha ilkokuldayken cazla tanıştım ve caz piyanisti olan büyükbabamın bana Louis Armstrong’un “La Vie en Rose” parçasını çalmayı öğretmesiyle gerçekleşti. Beş yaşında müzik okulunda keman eğitimi almaya başladım ama bir şeyler eksikti. Altı yıl boyunca keman çaldım fakat mutsuzdum ve okulu bıraktım. Sonrasında büyükbabamın bir konserinde caz ve saksafonun sesini duydum; bu beni büyüledi. ECM, Enya gibi plak şirketlerinin albümlerini dinledim. Bu albümler bana büyük bir ilham ve motivasyon kaynağı oldu ve benzer tınılar yaratma arzusunu içimde yeşertti. Böylece genç yaşta, alışılagelmiş ve sıkça yürünmüş müzikal patikaları geride bırakıp, kendi sesimi ve sanatsal ifademi keşfetme yolculuğuna çıktım. Bu arayış beni hızla bağımsız albümlere ve baştan beri uluslararası boyutta olan çok sayıda müzikal iş birliğine yönlendirdi. Bu uzun kariyer, çeşitli dönemlerle biçimlendi. Ardından tiyatro müziğiyle tanıştım; öyle bir dönem oldu ki albümlerimi bir süreliğine rafa kaldırdım ve turne müzisyeni olarak, saksafon ve flütle solo performanslar yaparak ustalığımı keskinleştirdim. O dönemde çoğunlukla birçok farklı grupla sahne aldım -cazdan rock’a, çingene müziğinden avangarda kadar geniş bir yelpazede. Öyle yıllar oldu ki yılda 180’den fazla konser verdiğim olurdu. Bu yoğunluk, beni çok yönlü müzikal tarzlarda usta ve sahnede pişmiş bir icracıya dönüştürdü. Sonra yeniden kendi üretimlerime döndüm. Bu süreçte orkestralar ve klasik topluluklar için müzik yazmaya da başladım. Ardından Vasko Atanasovski Trio kuruldu. Bu grup, benim ilk kez vokalist olarak sahneye çıktığım projeydi ve on yıl süren bu serüven, bizi dünyanın dört bir yanına taşıdı. Bir anda eski Yugoslavya coğrafyasının kapıları da yeniden açıldı ve bu topraklarda daha çok konser vermeye başladım. Şimdi ise bu yolculuğun hâlâ sürdüğünü hissediyorum -ve bu yolun beni nereye götüreceğini büyük bir merakla bekliyorum.

 “Hayatın kendisi de bir doğaçlamadır”

“Müzik, ruha giden en doğrudan yoldur… Doğaçlama gösterişle ilgili değil, dinlemekle ilgilidir” diyorsunuz. Sanatınızın merkezinde yer alan temalar dikkat çekici: “Kültürlerarası etkileşim”, “özgürlük ve doğaçlama”, “mistik ve spiritüel ifadeler”, “Balkan halk ezgilerinin caz formlarıyla yeniden yorumlanması”… Peki, siz icra ettiğiniz müziği nasıl tanımlıyorsunuz? Müzikte derdiniz nedir?

Evet, gerçekten de doğaçlamanın gösterişle ilgili değil, dinlemekle ilgili olduğunu düşünüyorum. Gerçekten kulak vermek, sadece sese değil, anın ruhuna, etrafındaki titreşimlere, içindeki sezgiye… Hatta bunu daha geniş bir çerçevede ele alırsak, bu yaklaşım hepimiz için bir yaşam felsefesine dönüşebilir: Zira hayatın kendisi de bir doğaçlamadır ve gerçek etkileşimin özü, dinlemektir: Planlarla çizilmiş gibi görünen ama her an yön değiştiren bir akış. Bu akışın içindeki asıl ustalık, duymakta, hissetmekte ve yanıt verirken içten olmaktadır. Daha önce konuştuğumuz gibi, “özel biri olma” arzusunun peşinden durmaksızın koşmak kolayca bir tuzağa dönüşebilir. Hepimiz zaman zaman düşeriz o arayışa. Ama ben ise müziğimle şoku kucaklıyorum -ama bu, sırf bir gösteriş uğruna değil; bedeni harekete geçirmek, düşünceyi sarsmak ve zihinsel cesareti kışkırtmak için. Belki de işimin en büyük değeri tam da burada yatıyor. Katı akademik kalıplara bağlı kalmaksızın türleri birbirine dokuyorum; böylece ruh, çeşitli ritimler aracılığıyla kendini ifade etme özgürlüğüne kavuşuyor. Bu etkileşim, yüzeydeki estetikten çok daha fazlasını sunuyor ve derinden öznel bir dinamizmi harekete geçiriyor. Pasifliğin, yorgunluğun ve kayıtsızlığın gittikçe daha yaygın hâle geldiği bir çağda, kendi içimizdeki hareketi yeniden ateşleme yetisi hayati bir önem taşıyor. Konserlerim, bu fırsatı sunuyor: Durağanlığı kırmak, yeniden bağ kurmak ve yaratımın enerjisini benimsemek için bir alan açıyor.

“Müzik yalnızca duyulmak için değil”

İlk özgün müzik albümünüzü 20 yaşındayken yayımlıyorsunuz ve sonrası 25 yıllık dünyaya yayılmış muazzam bir kariyer. Çeşitli gruplarla birlikte 15’ten fazla albümünüz bulunuyor. Ve diyorsunuz ki: “Müzik benim işim, içimde ve ben ruhumla, bedenimle onun içindeyim.” Bunca yıl taviz vermeden özünüzü koruyarak yarattığınız melodiler çok etkileyici. Müziğe ilk başladığınız yıllara ve bugünkü serüveninize baktığınızda nasıl bir fotoğraf görüyorsunuz? Mesela, ilk albümünüzden bugüne sound’unuz nasıl evrildi?

Oldukça erken bir yaşta tek bir müzikal tarza ait olmadığımı fark etmiş olsam da hayatım boyunca bunun müzikal kariyerim için iyi olup olmadığına dair çeşitli ikilemler ve sorularla boğuştum. Acaba tek bir stile, tek bir alana daha fazla odaklanmalı mıydım? Daha görünür, daha kolay tanımlanabilir biri mi olurdum? Bugün artık bu konuda içim çok daha net: Tarzlar ötesi (transgenre) yaklaşımımın, kendi müzikal dilimi ve ifademi yaratma yolunda doğru bir yön olduğunu biliyorum. Bu çeşitlilik, bu sınır tanımazlık sayesinde kendi müzikal dilimi kurabildim. Zaman zaman krizler yaşasam da hiçbir zaman durmadım. Bugüne dek geniş bir müzikal külliyat ortaya koymuş olsam da ilhamımın sonuna geldiğine hiç inanmadım. Müzik, yürümeyi bıraktığın an susar. Bense hep hareket hâlinde kaldım. Şimdi müziğimin başka bir evreye girdiğini hissediyorum. Şu anda müziğimin daha olgun bir döneme girdiğini, özel bir ruhsal derinliğe, güçlü ve odaklı bir enerjiye kavuştuğunu hissediyorum -ve bu da dünyaya daha net bir mesajla sesleniyor.

Müzik hayatınızdaki kırılma noktanız hangi döneme denk geliyor? Hayatınızı etkileyen olay nedir, kişiler kimlerdir?

Yolculuğum, daha önce de söylediğim gibi, pek çok dönüm noktasıyla, içsel ve dışsal etkilerle şekillendi. Ama tüm bu dönüşümlerin arasında bir tanesi var ki, hayatımın yönünü belki de en derinden değiştiren oldu: 25 yaşımda baba oldum. O an, zamanın içinde durduğu bir eşikti. İçimde bir şeyler yer değiştirdi; bakışım, sesim, varlığım başka bir ritme kavuştu. Baba olmak, sadece bir sorumluluk değil; aynı zamanda bir aynaydı benim için. O aynada hem geçmişimi hem geleceğimi aynı anda gördüm. Belki de bu yüzden hâlâ, o ânı hikâyemin en özel katmanlarından biri olarak taşıyorum. Bugün oğlumun kendi başına bir çellist -yetkin, bağımsız ve derinlikli bir müzisyen olarak- kendi yolunu çizdiğini görmek, bana tarifsiz bir mutluluk ve içsel bir gurur veriyor. Onun müziğinde bazen kendi melodilerimin gölgesini duyuyorum, ama daha çok, bambaşka bir dünyanın yankısını. Bu da bana, aktarılan şeyin sadece bilgi değil, bir ruh hâli, bir yaklaşım, bir dinleme biçimi olduğunu hatırlatıyor.

“Hâlâ sesler var duyulmayı bekleyen”

Kurucusu olduğunuz “Vasko Atanasovski Trio” ve “Vasko Atanasovski Adrabesa Quartet” adında iki grubunuz var. Ayrıca benim de çok ilgimi çeken; felsefe doktoru Magdalena Germek’le birlikte terapötik bir katarsis deneyimi sağlayan “Philo Klang” adını verdiğiniz felsefe ve müziği birleştiren özel bir metodoloji geliştirdiniz. Biraz bu oluşumların doğuş hikayelerini ve günümüzde neler yaptığınızı anlatır mısınız?

Sorunuz beni gerçekten şaşırttı -işlerime bu kadar aşina olmanız harika bir his; sanatsal ve felsefi açıdan özel bir anlam taşıyan projeler üzerine konuşma fırsatını bulduğum için minnettarım. Filozof Magdalena Germek’le iş birliğimiz, ölüm ve sanat temalarını iç içe geçiren felsefi-müzikal tiyatro projesi “Arthanatos” ile başladı. Bu projede ikimiz de sahnede yer alıyoruz -Magdalena bir felsefi anlatıcı olarak, ben ise anın içinde tamamen doğaçlama biçimde, düşünceyle birlikte şekillenen bir müzik yaratıcısı olarak. “Arthanatos” hâlâ devam eden ve seyircileri derinden etkileyen bir proje; bu anlamda hem beni hem de Magdalena’yı şaşırtmaya devam ediyor. “Philo Klang” ise bu etkileşimi daha da derinleştiriyor. Bu projede filozof, modern çağın karmaşık psikolojik meselelerine -yabancılaşma, tükenmişlik, narsistik şiddet gibi- dokunuyor ve bunlara dair felsefi açılımlar sunuyor. Aynı anda müzisyen, dinleyicide arınma (katarsis) duygusunu tetikleyen ses manzaraları (soundscape) yaratıyor, dinleyicinin içinde derin, kişisel bir harekete alan açıyor. Aslında burada yapmak istediğimiz şey çok sade ama güçlü: Felsefeyle müziği yan yana getirmek değil, iç içe geçmesini sağlamak. Düşüncenin sesle, sesin düşünceyle bütünleştiği bir deneyim yaratmak. Magdalena ile bu projelerde çalışmak bize de çok şey öğretti. Her performans, bize olumlu dönüşümün gerçekten mümkün olduğunu tekrar tekrar hatırlatıyor.

“Müzik yalnızca duyulmak için değil”

Bugünden geçmişe bakınca neler görünüyor fotoğrafınızda? Tariflemek isteseydiniz bu nasıl bir hissiyata denk düşerdi?

Hayatım son derece renkli geçti -müzikle, karşılaşmalarla, hazla, sanatsal ilhamla ve bitmek bilmeyen yolculuklarla örülmüş bir yaşam bu. Aklımda sayısız güzel görüntü ve anı, sayısız çılgın hikâye var. Bazen bir şehirde sabaha kadar süren bir doğaçlama, bazen yolda karşılaştığım bir yüz, bir cümle, bir nota… Hepsi bu hikâyenin içinde bir yer tuttu. Şunu tüm kalbimle söyleyebilirim ki, şanslıydım. Hayatı gerçekten dolu dolu, bazen coşkuyla taşan bir kaşık gibi yaşadım. Ve belki de en güzeli şu: Bu macera henüz sona ermiş değil. Hâlâ sesler var duyulmayı bekleyen, yollar var yürünmeyi bekleyen, ilhamlar var gelmeyi bekleyen.

Bugün 2025’ten geçmişteki genç Vasko’ya ne söylemek isterdiniz; yapmasını veya yapmamasını istediğiniz şey ne olurdu? Bu cevabınızla genç müzisyenlere -öneri niteliğinde- ilham olabilirsiniz!

Bugünkü bakış açımdan geçmişe döndüğümde, genç Vasko’ya kesinlikle daha odaklı olmasını, sürdürülebilirliği gözeterek düşünmesini ve bilge rehberleri arayıp bulma konusunda daha ısrarcı davranmasını tavsiye ederdim. Çünkü yol uzun, dönüşümlü ve bazen de yalnız. Böyle zamanlarda doğru bir rehber, tek bir cümleyle bile seni yeniden yola sokabilir.

Melodilerinizi dinlediğimde bendeki etkisini şöyle tarifleyebilirim sanırım: Ana enstrümanız ve duygusal ifadenizin merkezi saksafon hem çığlık atan hem de fısıldayan bir karakter sanki… Flütle iletişiminiz daha çok ruhsal gibi… Notalarınızın kulaklarıma yansıması ise ne Doğu ne de Batı; ikisiyle yaşamak gibi; bir yanıyla politik bir yanıyla varoluşsal bir çağrı kıvamında besteleriniz… İlhamınız nedir; yaratım rutininiz nasıl işliyor?

İlginiz ve nazik sözleriniz için gerçekten teşekkür ederim. Ben hiçbir zaman kültürler ya da dünyalar arasında katı sınırlar kurmadım; aksine, açıklığı seçtim. Bu açıklık, ilhamı özgürce içime çekmemi ve ruhumu transgenre bir dille ifade etmemi sağladı. Seyircinin bu yaklaşıma sahici bir bağla, içtenlikle karşılık vermesi ise beni derin bir minnet duygusuyla dolduruyor. Ayrıca müziği hızlı ve keskin bir odakla yaratırım. Müzik o kadar derinden bana işlenmiş ki, süreç zahmetsizdir; beste yaparken zorluk çekmem. Nedenini tam olarak bilmiyorum ama müzik basitçe akar; bir fikir aklımı ateşlediğinde, inandığım bir şey, gerçekten ifade etmem gereken bir şey olduğunda yaratırım. Tabii, böyle uzun ve canlı bir kariyerin ardından şüpheler kaçınılmaz bir şekilde gelir -belki de söylenecek bir şey kalmamış olabileceği korkusu. Ama bu bir illüzyondur. Merak canlı olduğu sürece ve öğrenmeye, düşünmeye açık olduğum sürece, her zaman iletilmeye değer anlatılacak ve paylaşılacak bir şeyler olacaktır.

“Nostalji, çok yaratıcı bir kıvılcım olabilir”

Müzik endüstrisinin, tıpkı diğer pek çok sektör gibi, hızla değişen bir evrim sürecinden geçtiğini ve bunun büyük ölçüde tüketim odaklı bir ticaretin etkisiyle şekillendiğini gözlemliyoruz. Aynı zamanda teknolojinin bu evrime olan etkisi de oldukça derin. Bu değişimi ve dönüşümü nasıl görüyorsunuz? Bu kadar yoğunluk arasında zeitgeist / zamanın ruhunu yakalamak mümkün mü?

Hızla ilerleyen bir dünyada yaşıyoruz; zamanın kendisi sanki kayıp gidiyormuş gibi! Sürekli alıyor, emiyor; hızlanıyoruz -bu da geri dönüşü olmayan bir noktaya yaklaşıyor gibi hissettiriyor. Böyle bir çağda sanat, büyük bir yük ve baskı taşıyor sırtında; ona yön bulmak, bir an duraklamak, tüketimi ve kitlesel tüketim taleplerini reddetme fırsatını nadiren de olsa bulmak için savaşıyoruz. Ancak, soru hâlâ geçerliliğini koruyor: Sanat, yaratıcısı aynı sistemin içinde kaçınılmaz bir şekilde sıkışıp kalmışken, gerçekten ne kadar yardımcı olabilir? Bu paradoksa rağmen, yine de içimde sarsılmaz bir inanç var: Müzik her zaman vizyoner bir kıvılcım taşır. Herkesin ruhuna temas edecek kadar evrensel, her kalbin içinde yankılanabilecek kadar derindir. Ve belki de tam bu yüzden, en karmaşık zamanlarda bile bizi birbirimize bağlayabilir.

“Müzik yalnızca duyulmak için değil”

Bugünün müzisyenleri, geçmişi hem ilham kaynağı hem de yenilikçi bir şekilde nasıl kullanabilir? Nostaljinin, sanatın gelişimi üzerindeki etkisi hakkında ne düşünüyorsunuz? Yaratıcılığı teşvik eden bir unsur mu, yoksa sınırlayıcı bir etken mi?

Nostalji, çok yaratıcı bir kıvılcım olabilir, ancak sanatı gerçek anlamda ilerlemenin önüne koyan şey, sadece geçmişin ağırlığı değildir. Asıl mesele, geçmişin kendisi değil; taklidin, sıradanlığın, kalıpların, uyum çabasının ve dış beklentilere teslimiyetin sanatı ele geçirmesidir. Bunlar, yaratıcı enerjiyi içten içe kurutan güçlerdir. Benim için müzik, önceden belirlenmiş ihtiyaçlara hitap etmek veya onları uyarlamak için var olmamalıdır; aksine, yeni ve güçlü müzik formları ile öznelikler yaratmalıdır. Müziğin gerçek gücü, sadece olanı yansıtmasında değil; onu aşabilmesinde, dönüştürebilmesinde, bazen de radikal bir şekilde sorgulayıp kışkırtabilmesindedir. Yeni sesler, yeni öznelikler yaratmalı; müzik, bilineni tekrar etmektense bilinmeyene doğru cesur bir adım atmalıdır.

“İstanbul’u daha derinden hissetmeye”

Masanızda veya kafanızdaki projeler nelerdir? Kısa ve uzun vadede sizden hangi haberleri duyacağız?

Haziran’da Çin, Pekin’de konserlerim olacak. Vladimir Jurc’un yönettiği ve orijinal müziklerimin yer aldığı “The Truth” adlı tiyatro prömiyeri, Makedonya’nın Üsküp şehrinde sahnelenecek. Bu müzik, ünlü Sloven şairi Dane Zajc’ın şiirlerinin Makedonca çevirilerinden bir kısmını içeriyor. Kendi kurduğum gruplar ve konserlerimin ötesinde, Ljubljana’da, Yulia Kristoforova’nın yönettiği “The Snow Queen” adlı aile operası için bir müzik besteliyorum. Ayrıca Haziran’da “Arthanatos” adlı felsefi müzikal tiyatro oyununun performansı gerçekleşecek. Bu, ölüm ve sanat üzerine keşif sunan bir proje. Ardından, Dr. Magdalena Germek ile “Requiem for Time” adlı yeni bir felsefi müzikal tiyatro projesini yönetmeye başlayacağım. Geleceğe bakacak olursam, büyük bir besteleme girişimi planlıyorum: “Ode and Requiem” adlı, solistler, koro ve orkestra için yazılacak bir eser. Ayrıca, gelecek yılın başlarında, Slovenya’nın büyük yazarlarından (oyun yazarı, denemeci, şair ve politik aktivist) Ivan Cankar Sloven’i konu alan ve ünlü yönetmen (ressam, illüstratör ve kukla sanatçısı) Silvan Omerzu’nun yönettiği “Cankar” adlı kukla tiyatrosu için müzik besteleyeceğim.

Bugünlerde size iyi gelen neler var veyahut dikkatinizi neler çekiyor?

Seyahat etmeyi hâlâ çok seviyorum. Eskisiyle kıyaslandığında bugünlerde bunu daha rahat daha bilinçli bir şekilde yapıyorum. Kendime daha fazla zaman ayırıyorum; iş için gittiğimde bile her şehirde daha uzun süre kalıyorum; sokaklarında yürüyüp, yerel yemekleri tadıyor, müzeleri gezip medeniyetin ve bireysel sanatçılarının nadir ve olağanüstü başarılarından ilham alıyorum. Mesela buradaki konserimden sonra da -İstanbul’da birkaç gün daha kalıp- şehri daha derinden hissetmeye ve içselleştirmeye devam edeceğim.

Ve İstanbul konseriniz… Klasik soru, hayranlarınıza mesajınız nedir? Nasıl bir konser gecesi bekliyor gelenleri?

Canlı, büyüleyici bir tutku ve enerji. Sanırım sizler de bu duyguyu hissedecek ve bundan keyif alacaksınız. İstanbul canlı, kozmopolit bir şehir; kendi başına bir senfoni gibi. Zıtlıkların ve yoğunluğun iç içe geçtiği, antik çağın, uyumun ve fütürizmin bir arada yaşadığı bir yer. Gerçekten de “Dünyalar Arası Bir Köprü” fikrini somutlaştırıyor. Bu da İstanbul’u “Transbalkanika” konseri için mükemmel bir sahne haline getiriyor.

Sıradaki Haberadv-arrow
Sıradaki Haberadv-arrow