“Ne içindeyim zamanın ne de büsbütün dışında”

“Ne içindeyim zamanın ne de büsbütün dışında”
expand
Kaynak:Betül Memiş / Cnnturk.com

2002’de İFSAK Kısa Film Atölyesi’ni oluşturan ve burada 6 yıl eğitim veren, sonrasında “Kırmızıyı Arayan Adam”, “Duvarın Arkası” adlı iki kısa belgeselin yönetmenliğini ve film müziklerini yapan, 2004’te Akbank Kısa Film Festivali programını oluşturan ve bugüne dek festival yönetmenliği görevini sürdüren, 2006’da da Evci Film’i kuran senarist, yönetmen Selim Evci’nin son filmi -üçlemenin ilki- “Savrulan Zaman” vizyonda!

 

Haberin Devamıadv-arrow
Haberin Devamıadv-arrow

“Zaman kıtlaştıkça, hayat hızlanır ama anlam kaybolur” der sosyolog Hartmut Rosa; “Varlık zamanla anlam kazanır; insan, zamanın içine atılmış bir varlıktır” diyen filozof Martin Heidegger ve “Ne içindeyim zamanın / Ne de büsbütün dışında / Yekpâre, geniş bir ânın parçalanmaz akışında” diyerek -bence- noktayı koyan ise üstat (23 Haziran da doğum günüydü) Ahmet Hamdi Tanpınar.

Kabul edelim 350 bin yıllık insanyavrusu hikayemizde “zaman” mevzusunu tam anlayabilmiş veya kavrayabilmiş değiliz -neyi tam olarak anlayabiliyoruz ki orası da ayrı bir dilemma ama- Albert Einstein’in, “zaman olmadan mekân asla, mekân olmadan zaman asla ol(a)maz” kelamını fener yaparsak da rica edeceğim, (an’da kalmak mevzusunda bir boşluk yaratıp) “zeitgeist / zamanın ruhu” kavramını şu günümüz fanilik ahvalinde, biri(leri)niz üşenmesin de -dört işlem yapıp- çözüp bizlere anlatıversin!

“Ne içindeyim zamanın ne de büsbütün dışında”

Haberin Devamıadv-arrow
Haberin Devamıadv-arrow

“Zaman” kavramını yeniden okuma mesaime özne yapan ise; yönetmen ve senarist Selim Evci’nin dördüncü uzun metraj filmi “Savrulan Zaman”… Ekim ayında, Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde, Türkiye prömiyerini yapan ve 12. Boğaziçi Film Festivali’nde de “En İyi Kurgu Ödülü”ne layık görülen film, 19 Haziran itibariyle vizyona girdi! Bir hafta boyunca vizyonu şereflendirecek olan film, sonrasında yolculuğuna Selim Evci’nin direktörlüğünde Anadolu’da devam edecek. Filmi beyazperdede kaçıranlar ise MUBI’den seyrine düşebilirler.

Görüntü yönetmenliğini (Nesimi Yetik) “Toz Ruhu”, (Nuri Bilge Ceylan) “Kuru Otlar Üstüne” ve (Zeki Demirkubuz) “Hayat” gibi filmlerden aşina olduğumuz (dramatik atmosfer yaratmada ve ışık kullanımındaki ustalığıyla tanınan) Cevahir Şahin’in üstlendiği filmin kurgusu İranlı sinemacı (Abbas Kiarostami ve Cafer Penahi gibi yönetmenlerle yaptığı çalışmalarla dünya çapında ses getiren) Mastaneh Mohajer’e emanet. Filmin sanat yönetmeni Ecem Evci, yardımcı yönetmeni ise Yıldız Aşanboğa.

“Ne içindeyim zamanın ne de büsbütün dışında”

Haberin Devamıadv-arrow
Haberin Devamıadv-arrow

“Gri bir tablo çizmek istedim”

Kısa filmlerle başladığı sinema kariyerinde, “İki Çizgi” (2008), “Rüzgarlar” (2012) ve “Saklı” (2015) gibi ödüllü uzun metrajlara imza atan, insana ve bireyin içsel çatışmalarına odaklanan hikayeleriyle tanınan Selim Evci, “Savrulan Zaman”da da bu temalarla yarenlik etmeye ve ettirmeye devam ediyor. Sinemaya hayatın bir kolajı gibi baktığını belirten Evci, “Temelde benim yapmak istediğim şey, hayat çizgisi. Hayat gibi, hayat kadar olmasını istedim. Bütün hikâyede, iyiler, kötüler değil de hepimizin yaşadığı gibi, her şeyi içinde barındıran gri bir tablo çizmek istedim” diyor. Modern yaşamda insanın içsel çatışmalarını ve arayışlarını ilişkiler üzerinden ele alan filmin baş karakteri Alper’e hayat veren Selim Evci’ye eşlik eden oyuncular: Özge Gürel, Beste Bereket, Mine Teber, Derya Karadaş, Arın Kuşaksızoğlu, Erdem Şenocak, Nihan Okutucu, Şehnaz Bölen Taftalı ve Ümit Çırak.

Haberin Devamıadv-arrow
Haberin Devamıadv-arrow

Babasını yeni kaybetmiş ve 7 yıllık bir ilişkiden yeni ayrılmış (aslında ‘anne-abla-ev hizmetlisi veya barda/evde arkadaş ortamında tanış olduğu tüm bu kadınlarla hemhalinden anlıyoruz ki tam manasıyla ayrılık - kayıp - travma - yas dinamikleri daha hazmedilememiş), bu gelişmelerin etkisiyle de zaman ve mekân duygusunu yitirmiş, etkiyi tepkiye dönüştürmeyen, adeta zihni boşlukta asılı kalmış bir karakter Alper… Ve film, tüm bunların gölgesinde Alper’in iş yerinde yaşadığı beklenmedik bir olayla birlikte vicdani bir sorgulama sürecine girmesini konu alıyor: Yolsuzluk yaptığı gerekçesiyle işten çıkarmayı planladığı bir çalışanıyla görüşme sırasında, çalışan aniden fenalaşarak felç geçiyor ve hastaneye kaldırılıyor. Ve bu süreç, ilk kırılma noktası olarak Alper’i, hayatta “var oluş” eşiğinin bir nevi sınavına sürüklüyor.

“Ne içindeyim zamanın ne de büsbütün dışında”

Haberin Devamıadv-arrow
Haberin Devamıadv-arrow

Adından da anlaşılacağı üzere “savrulan zaman”ın içinde, aslında (ve belki de kayıtsız veya iletişim kuramayan / bilemeyen, duygularını gösteremeyen ya da tüm bunların hepsinin bir bahanesinden oluşan veyahut günümüz janrında dissosiyasyon -duygusal kopma- sürecindeki) “savrulan” Alper’in hikayesini anlatan film, başlangıç merhabasını ve final / veda busesini; ‘zaman-mekan’ ikilisinin döngüsünde, karlı bir İstanbul denizi yamacında “soğuğu ve rüzgârı geçmişine-şimdiye-geleceğe fon yapan” bir kadın ve bir erkeğin hemhalinin (çeken ve çekilen olarak) fotoğraf makinasına düşen kadrajından veriyor.

Aslında biz de daha o ilk sekansta, kadraja düşen Alper’in hikayesinin artık tanığı olmaya başlıyoruz. Ve Alper’in Boğaz’ın sahiline nazır “istemeden” poz verme / profil ayarını (eliyle nazikçe saçını) ‘düzeltmeye’ çalıştığı patinajda da sanki dikize düşen bizlere seslenişi, tam da o deklanşör sesiyle hayat buluyor. Hayat buluyor derken, matrix’i aşıp felsefi açıdan baktığımızda, fotoğrafa negatiflenen suretimizi düşününce, aslında “o an” artık ölüyor veya sonsuza dek an’da asılı kalıyor; tercih sizin! (Ve tam da bu kamera açılarında, yeniden Tanpınar’a selam ediyorum!)

“İlişkiler üzerinden insanın çıkmazları”

İstanbul, Cihangir’de geçen ve bir kent filmi olarak tasarlanan yapım, başında ve sonunda verdiği “mekân – karakter – zaman” üçlüsünde, Nietzsche’nin “bengi dönüş”üne de göz kırpıyor gibi! Savrulan zamanın içine / dışına sıkışmış bir an / iki karakter ve dolayısıyla biz seyirciler… O sıkışmışlığı çevreleyen karlı hava ise bir metafora dönüşüp; tüm film boyunca Alper’in yüzündeki, duygu ve düşüncelerindeki donukluk / soğukluk / durağanlık oluyor gibi! Başlangıç ve son veyahut son ve başlangıç; aslında fark etmiyor; gün sonunda “z raporu”na çıkan Alper’in dünyası oluyor! Evci’nin de dediği gibi: “Mekânın ruhu zamanla da çok paralel… ve bu film, bireyin içe doğru bakışı, anlatışı.”

“Ne içindeyim zamanın ne de büsbütün dışında”

Üstat Zeki Demirkubuz’un “öve öve bitiremediği” “Savrulan Zaman”ı üçleme olarak düşündüğünü söyleyen Evci: “Hayatın üç farklı evresini ele alan bir hikâye yapısı düşündüm. Bu arayış içindeki insanı bir evliliğin içinde görmek ya da hayatı savrulan biri olarak ele almak istedim. Hepimiz bir şekilde savruluyoruz; kimimiz bunun farkında, kimimiz değil... Alper’in yaşadığı, aslında hepimizin deneyimlediği bir süreç. Zaman, hastalık, ölüm gibi konularda çaresiziz. Filmde de ölüm ve hayatın sonuna dair bir his var; bu durum sabrı ve çaresizliği beraberinde getiriyor. İkinci evrede, aynı karakteri evlilik içinde, baba olduğu, yani farklı koşullarda göreceğiz. Aslında hayat döngüsü gibi, ilişkiler üzerinden insanın çıkmazlarını, açmazlarını anlamaya ya da o alanları karıştırmaya çalışan bir film ikilisi olacak. Şu anda diğer parçasıyla ilgili çalışıyorum. Ama tabii araya başka bir film /senaryo girdi, süreçte bakacağım.”

Film sonrası söyleşide sinemaseverlerin sorularını yanıtlayan Evci, Alper karakteriyle uzay boşluğunda gezinen bir karakter yaratmayı hedeflediğini belirterek, kişisel hayatından detayların ne kadar filme yansıdığı sorusuna dair de cevabı (ki filmde de sair hayatında olduğu gibi bağırmadan, sakinde anlatıyor meramını): “Genç yaşlarda modern yaşamın size sunduklarıyla daha barışık hareket edebiliyorsunuz. Ama 40’lara geldiğiniz zaman, hayat aniden sizin yüzünüze çarpıyor. Trafikte yol ayrımındaymış gibi bir şey... Tüm bunların üzerine hayatta bir arayış ve bir yönelim ihtiyacı oluyor. Hayat birey olarak devam eden bir yaşam mı, yoksa daha domestik mi dediğimiz, bir aile kurma, baba olma gibi de bir ikilem karşınıza çıkıyor… Alper, 40'lı yaşlarına gelmiş, babasını kaybetmiş ve uzun bir ilişkiden ayrılmış biri olarak, zamanın hızla geçişini ve evlilik ya da çocuk sahibi olma gibi hayati kararlar için zamanının daraldığını hissediyor. Modern hayatta insanın tek başına var olabilmesi mümkün, ancak bu özgürlük bazen sıkışmışlık hissine de yol açabiliyor. Geleneksel yaşamın dışında alternatif modern bir hayatın baskısı da var. O vakte kadar gördüğünüz, bildiğiniz şeyler ama gün sonunda hakikaten bir karar vermek gerekiyor.”

Oyunculuk anlamında, ikinci filmde oynamak isteyip istemediği sorulduğunda ise cevabı manidar: “Hikâyeyi kendim oynamak için yazmamıştım. Çevremden gelen ‘sen oyna’ önerileriyle denemeye karar verdim. Kendimi kamerada deneyip sevdim, ama çok zor bir süreçti. Ben sinemanın her alanını seviyorum; yazmak, kurgu yapmak, yönetmek. Ama sette işler ciddileşince kendimi zor bir görevde buldum. Oynamak, izlemek, yönetmek arasında gidip gelmek zor oldu. Bir daha yapar mıyım? Sanmıyorum. Zordu ama aynı zamanda değerli bir deneyimdi.”

“Ne içindeyim zamanın ne de büsbütün dışında”

“Mutluluk kabullenmektir”

Gelelim, naçizane bir sinemasever olarak payıma düşenleri sıralamaya… Filmde, iyi ve kötü kavramlarını “görecelik bakımından” sorgula(t)ma biçimini sevdim; iyi olduğumuz için mi “yardım” ediyoruz, yoksa ‘küçük çapta kendi dünyamızın tanrısı olan benliğimizi’ tatmin edip vicdanımızı susturmak veya ihya etmek için mi! Alper’in motto gibi “Mutluluk kabullenmektir!” tanımı; mutluluk ve mutsuzluk mevzularına çok da kafayı takmanın bir sonuca varamadığı gibi başlıklarda açtığı soru işaret cümlelerini ve somut-soyut kavramlar diyarının köşelerinde gezinen biz fanileri tam da ortaya / savrulan hayata yanaştırmasını manidar buldum. Ve film boyunca Alper karakterini Evci değil de profesyonel bir oyuncu oynasaydı, ortaya nasıl bir hikâye harmanlanması çıkardı diye de düşünmedim değil! (Erken içimden geldi notu: “Mutluluğu” değil ama “kabullenmek” kısmını anahtar kelimem yaptım!) Sevmediklerim de vardı tabii ama o kısımları sinema eleştirmenlerine / üstatlara bırakıp şimdilik bana düşen rotalar bunlardı diyelim! Bir de film öncesi kelamında, Krzysztof Kieślowski’den ve üçlemesi “Beyaz”dan örnek vermişti Evci. Film sonrası us’umda harmanlanan ise: Kieślowski’de zaman, sadece akan bir kronoloji değil, bir iç dünya haritasıdır ya; Evci’nin “Savrulan Zaman”ı da benzer şekilde zamanı üç boyutta kuruyor gibiydi; geçmişin hayaleti / ağırlığı, şimdiki anın kırılganlığı / anlam arayışı, geleceğin belirsizliği / kaygısı… (Meraklısına not: Evci’nin bir de kafasında-masasında önümüzdeki yıllarda tiyatro oyunu projesi varmış, meraktayız!) O vakit, bugünlük bize ayrılan sürenin sonuna gelmiş bulunmaktayım, huzurlarınızdan uzamadan evvel, sözü usta Kieślowski’ye bırakalım isterim: “Pencerelerden bakmayı seviyorum evet, bu dünya ile aramdaki mesafedir.”

Sıradaki Haberadv-arrow
Sıradaki Haberadv-arrow