hourSON DAKİKA
left-arrowright-arrow
weather
İstanbul
down-arrowup-arrow

    Paris’te, üç kadın göçmenin sanal izlerinin peşinde...

    Paris’te, üç kadın göçmenin sanal izlerinin peşinde...
    expand
    KAYNAKAslı Ulusoy Pannuti

    Paris’teki Ulusal Göç Tarihi Müzesi’nde göç ve göçmen olgusunu irdeleyen ‘Welcome’ başlıklı festival, Sedef Ecer’in yazarlığını ve yönetmenliğini yaptığı ‘E-passeur’ başlıklı oyunu ağırladı. Daha önce İstanbul’da ‘E-mülteci’ başlığıyla Türkçe sahnelenen oyundaki rolünü Fransızca da yorumlayan Fehmi Karaarslan ve Sedef Ecer ile Paris’teki gösterimden sonra ayrı ayrı konuştuk. Bazen aynı, bazen farklı sorularımıza ilginç yanıtlar verdiler.

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Guatemala’nın dağlarında doğmuş ebe Anaba.. Vietnamlı kuaför Hoa Mi ve Suriyeli arkeolog Zeynab. Her biri farklı nedenlerle ama hep daha iyi bir gelecek umuduyla gurbet yoluna düşmüş üç kadın. Birleşmiş Milletler’in yok olduğu, tüm dünya vatandaşlarının çevre felaketleri ve savaşlar nedeniyle mülteciye dönüştüğü bir dünya onlarınki. Ve bu dünyadaki milyonlarca mülteciyi gözleyip hükmeden, onları elektronik ortamda, sosyal medyada bıraktıkları izlerden takip eden bir elektronik insan kaçakçısı! Sedef Ecer’in yine toplumsal ve dramatik bir gerçeğe değdirdiği mizahi renkler de taşıyan kalemi, seyircisini hem güldürüyor hem ağlatıyor. Oyun girişine yerleştirilen sergi de çok ilginç: Oyunun başında gösterilen ve Birleşmiş Milletler’in artık yok olduğunu duyuran sunucu görüntüsünün hemen önündeki masaya yerleştirilmiş cep telefonlarıyla, oyunda canlandırılan kadın karakterlerinin Facebook, WhatsApp, Twitter gibi sosyal medya ortamlarında bıraktıkları izleri görebiliyor, oyundan parçaları karakterlerin mesajları ya da başkalarıyla diyalogları halinde okuyabiliyorsunuz.

    Daha önce İstanbul Tiyatro Festivali’nde Fehmi Karaarslan ile Meltem Cumbul’un Türkçe oynadığı oyun Fransa’da yine Fehmi Karaarslan, Estelle Meyer ve Türkiye’deki versiyonunda da yer alan Richard Dubelski tarafından sahneleniyor. Oyunun yazarı ve yönetmeni Sedef Ecer ile insan kaçakçısı rolünü oynayan Fehmi Karaarslan Ulusal Göç Tarihi Müzesi’ndeki gösterimden sonra bizimleydi.

    -Welcome festivaline girişiniz nasıl oldu, daha önce de farklı projelerde yer almış mıydınız orada?

    Sedef Ecer: Ulusal Göç Tarihi Müzesi ile beş yıldır başka işlerde çalışmıştık. Başka bir metnimden bir okuma gecesi de yapmıştım ama ilk kez onların sahnesinde bir oyun sergileme şansım oldu. Göçmenlere ‘Welcome’ diyen bu festival bünyesinde hem oyunu sergiledik, hem de Fransa Kültür Bakanı’nın ve göçmenler konusunda uzmanların katıldığı bir yuvarlak masa toplantısında projeyi anlattım.

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Paris’te, üç kadın göçmenin sanal izlerinin peşinde...

    Fehmi Karaaslan performansını sergiliyor... Fotoğraf: Ali Güler

    -Oyunda sosyal medyayı, internet çağını ve bunun göçmenlere yansıyışını irdeliyorsunuz. Yazma / oynama sürecinizde sanal dünyayla kendi ilişkinizi de sorguladınız mı?

    S.E.: Memleket değiştirmiş her birey gibi benim için de internet doğduğum yere açılan bir pencere. Fransa’ya öğrenci olarak geldiğim 80’li yıllarda Türkiye ile ilişkim annemlerin haftada bir yolladığı ve 15 günde postayla gelen Cumhuriyet gazetesiydi. Hep bayat haber okurduk. Oysa bugün dünyanın her noktasından anavatanınıza 7 gün 24 saat bağlanabiliyorsunuz. Bu da geldiğiniz kültürle ilişkinizi değiştiriyor, içinde yaşadığınız memlekete ‘entegrasyon’ kavramına yepyeni bir anlam yüklüyor. Dolayısıyla elbette çıkış noktam kendi tecrübemdi. Ama ardından yarattığım karakterlerin sanal kimliklerine ve internette bıraktığı izlere yoğunlaşmak için göçmenlerin Facebook, Twitter, WhatsApp, Google vs alışkanlıklarını araştırdım.

    Fehmi Karaarslan: Oyunda kurulan dünyanın içine girdikçe, bir oyuncu olarak oradaki dünyayla hesaplaşıp onu oynamaya çalıştıkça, elimdeki telefonla aslında korkunç bir şeyle başbaşa olduğumuzu hissediyorum. Elimizdeki aletin her anımıza tanık olduğu, gizem diye bir şeyin kalmadığı bir araç bu. Sedef’in oyunda yarattığı şey çok güzel: Üç kadın kahramanı elektronik dünyada bıraktıkları izler üzerinden takip ediyoruz..Aslında seyirci orada izleri izliyor. Kaçakçı da artık olmuş bitmiş hikayeleri anlatıyor. Yaşanmış, bitmiş hikayeler ama bir yerlerde, iz olarak asılı kalmışlar çünkü sanal ortamda bir iz bıraktığınızda asla silinmiyor.

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    -Oyunun bir yerinde insan kaçakçısı, “E-mülteci, gezegenin geleceği!” diyor. Bu türden bir geleceğin gerçekleşmesi ihtimali ne sizce?

    S.E.: Hiçbir fikrim yok. Ben bir kurmaca yarattım. ‘Gerçek gelecek’ ile ilgili soruları sosyolog, antropolog ve siyaset bilimcilere sormak lazım.

    F.K.: Bundan 50-100 sene önce yazılmış, o zamanlar insanları çok şaşırtan birçok şey gerçek oldu. 50 sene sonra bilmiyoruz ki gerçekten sınırlar kalacak mı?. Belki bir gün bu kaçakçının ruh halini taşıyan karakterler görüp, ‘Ah, o oyunda gördüğümüz gibi’ diyeceğimiz anlar yaşayacağız..

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Paris’te, üç kadın göçmenin sanal izlerinin peşinde...

    Fotoğraf: Ali Güler

    -2009’dan beri iltica ve göç üzerine üç oyun yazdığınızı söylüyorsunuz, bu olaya duyarlılığınız nasıl başladı?

    S.E: Duyarlılığım hep vardı, kendi kimliğimden dolayı. Anadilini terkedip oturduğu ülkenin dilinde yazmaya geçmiş birisinin bu konuyla ilgilenmesi doğal. Ama bu dönemde başka konular üzerine de oyunlar yazdım, sadece bu konu üzerine çalıştığım zannedilmesin.

    -Oyundan önce iltica, göç olgularıyla ilgili miydiniz?

    F.K.: Türkiye’de, Suriyelilerin göçüyle birlikte zaten bunun içindeyiz. İstanbul’da artık bununla yaşıyor, her gün bir sürü drama şahit oluyoruz. Bir süre sonra görmezden geliyorsunuz maalesef. Aslında bu oyun biraz da mercekle bakmayı hatırlattı, yani o görmeyip umursamadığımız şeyi çok yakından gözümüze soktu. Farklı bir gözle bakmak farkındalık kazandırdı. Belki Fransa’da bu göçten daha az etkilendiler. Biz ise 3 milyon Suriyeli mülteci barındırıyoruz ve onlar hayatın her yerindeler. Bir Türk başka, Avrupalı başka yaşıyor bu olguyu. Fransa’da oyundan sonra gelip ağlayan, sarılan seyirciler oluyor. Göç edenlerin kadın olması da çok dokunaklı bir hal uyandırıyor seyircide.

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    -Oyun nasıl doğdu, hazırlama ya da yazma aşamasında mültecilerle tanıştınız mı?

    S.E.: Senelerdir mültecilerle atölyeler yapıyorum, uzun sohbetler ediyorum. Duyduğum, okuduğum yüzlerce hikayenin parçalarından üç karakter harmanladım. Sonra bu üç kadın öyküsünü kadın heykeller gibi düşündüm. Onları oturtacak bir kaide gerekiyordu, onu da iki bürlesk karakterin korkunçluğu üzerine kurdum. Onlar komediyi ve kötülüğü taşıyor, kadın oyuncu da trajediyi.

    Paris’te, üç kadın göçmenin sanal izlerinin peşinde...

    Fotoğraf: Ali Güler

    -Anaba, Hoa Mi, Zeynab karakterleri nasıl ortaya çıktı? Okuduklarınızdan mı, karşılaştığınız kişilerden mi?

    S.E.: Vietnam ve Guatemala gidip gördüğüm, çok sevdiğim ve seyahatler sırasında notlar aldığım ülkeler. Suriye’ye gelince, Türkiye’den geçerek Avrupa’ya göçenler zaten hepimizin iyi bildiği bir konu. Gerisi bol bol araştırma. Ardından da biriktirdiğim öykülerin içinde bir şeyleri seçerek karakterler ve durumlar yarattım, her yazarın yaptığı gibi. Uzakdoğulu fahişeler konusunu başımdan geçen bir olaydan esinlenerek yazdım. Bir gün çok uzun saatler yazı yazdıktan sonra sırtım çok ağrıdı ve böyle zamanlarda her zaman masaj yaptırdığım yerden randevu alamadım. Yan sokakta Asyalı kadınların çalıştığı bir masaj salonu buldum, kadın “Randevusuz alırız” deyince girdim, temiz bir yere benziyordu. Masajımı yaptırıp çıktım ama masöz kadınların kıyafetleri, davranışları falan ilgimi çekti. Sonrasında salonun önünden geçerken incelemeye, girene çıkana bakmaya başladım. Birkaç gün sonra o salonda kadınların sadece normal masaj değil, isteyen erkeklere ‘Happy end’ dedikleri işi de yaptıkları kabinler olduğunu anladım! Ardından internetten ve bu işi bilen bir sosyoloğun anlattıklarından yola çıkarak Asyalı kadın trafiğiyle ilgilendim ve Paris’te çok ucuza çalıştırıldıkları Belleville semtinde araştırma yaptım.

    -Oyundaki kadın öykülerinden içinizi en çok acıtan hangisi?

    F.K.: Üç kadının öyküsü de dokunaklı ama ilk aklıma gelen Vietnamlı Hoa Mi oluyor, Paris’e gelip de sokağa düşmesi.. Vietnam’a gitmiştim, çok dokunaklı gelmişti bana orası.

    -Gerek Fransız gerekse Türk oyuncuları nasıl seçtiniz? Neden Fehmi Karaarslan?

    S.E.: Bütün oyuncularım farklı projelerde birlikte çalıştığım, senelerdir takip ettiğim kişiler. Fehmi oyunculuk eğitimini Fransa’da almış, buranın şartlarını ve seyircisini iyi tanıyan bir oyuncu. Senelerdir birlikte küçük işler yaptık ama hep böyle bir projede birlikte çalışalım diyorduk. Oyunun Türkçe versiyonunu İstanbul Festivali bünyesinde yapmak istediğimde aklıma ilk gelen isimdi. Ardından Fransızca versiyonunu yapacağımı söylediğimde, “Ben bu rolü Fransızca da çıkartırım” dedi ve ben de ona güvendim.

    Paris’te, üç kadın göçmenin sanal izlerinin peşinde...

    Fotoğraf: La Cie du Seuil

    -Peki oyunda 3 kadını birden oynayan Estelle Meyer?

    S.E.: Meyer Fransız tiyatrosunun yükselen yıldızı. Bu sene en büyük tiyatrolarda, Avignon resmi bölümünde oynadı. Her dakika telefonu çalıyor, ajansı, yönetmenler arıyor çünkü muhteşem bir duygu potansiyeli ve skalası var. Seneler önce birkaç iş yapmıştık ama hep büyük bir projede bir araya gelme hayali kuruyorduk. Bu projeye takvimi çok dolu olduğu halde tamam dedi.

    -Perküsyoncu Richard Dubelski Türkiye’deki oyunda da yer aldı mı? Türkçe konuşmadı sanırım?

    S.E.: Richard operalar besteleyen bir virtüöz. Fransa’nın en ünlü kabarelerinden Alkazar’ı yaratan ailenin dördüncü nesil çocuğu. Kulislerde büyümüş, ayrıca Ortadoğu’yu çok iyi bilen bir sanatçı. Birkaç kez birlikte çalıştık. Ben bu oyundaki perküsyoncu karakteri onun için yazdım zaten. Oyunun müzikal yapısını kurması için Türkiye’deki yapımdan itibaren onunla çalışmaya başladım. Ama Türkçe bilmediği için repliklerini Emrah Özdemir’in sesi veriyordu. Fransa’daki yapımda hem dört karakter canlandırıyor, hem de canlı müzik yapıyor.

    -Dil farkı, oyuncuyla çalışma farkını da getiriyor mu beraberinde? Ya da oyun sahnelendiğinde sizde yarattığı etki dile göre değişiyor mu?

    S.E.: Hem dil farkı, hem de her ülkenin kendine has oyunculuk geleneği çalışmayı etkiliyor elbette. Benim farklı oyunlarım farklı dillerde birçok kez oynandı. Kendim sahneye koymadığım metinlere zaten çok fazla karışma şansım olamıyor ama yönetmenlerle uzun alışverişler sonucu ortak bir dil buluyoruz, mizansene göre bazen bir bölüm çıkartıyorum, bazen bir cümle ekliyorum. Mesela Almanya’nın efsanevi yönetmeni Hansguenther Heyme ile buluştuk, Hamburg’da yapacağı prodüksiyon için birkaç cümle eklememi istedi. 80 yaşında, artık kanıtlayacağı hiçbir şey kalmamış, en büyük tiyatrolarda en büyük yazarları sahneye koymuş, Piscator’a asistanlık yapmış bir yönetmenin yazara saygısını o yemekte gördüm. Ardından oyun çıktı ve izlediğimde Almanca bilmediğim halde o cümleyi neden istediğini anladım. Amerika’da birlikte çalıştığım iki yönetmenle çevirilerde bambaşka şeyler yaptık mesela. Bazen de hiç yazarla ilişki kurmak istemeyen ekipler oluyor.

    Paris’te, üç kadın göçmenin sanal izlerinin peşinde...

    Oyunun sahnelendiği Paris'teki Ulusal Göç Tarihi Müzesi / Fotoğraf: Aslı Ulusoy Pannuti

    -Fransızca oynamak nasıl bir duygu?

    F.K.: Tiyatro eğitimimi Fransa’da, Lyon Bölge Konservatuvarı ile Paris Konservatuvarı’nda aldım. Ayrıca bir yıl Ulusal Sirk Sanatları Merkezi’nde (CNAC) eğitim gördüm. Burada oyunculuk eğitimi almış olmayı hayatımda kendim için yaptığım en iyi şey olarak görüyorum ve Fransızca oynamaktan müthiş zevk alıyorum. Çünkü iki dünya barındırıyorsunuz içinizde, o seslerin size dokunuşu, tınısı gerçek bir keyif. Fransızca oynarken bambaşka bir his ve dürtüler dünyasıyla cebelleşirken, Türkçe’de bambaşka bir dünyanın içinde oluyorum.

    -Oynadığınız karakterin her iki dilde de sizi en çok zorlayan tarafı ne oldu?

    F.K.: Ayaklarını yere bastırmak biraz zaman istedi. Çünkü doğrudan esinlenerek, gerçekçi bir yerden besleyeceğiniz bir karakter değil, fantastik bir karakter. Öncelikle metinle iyi bir yüzleşme gerekiyor. Ardından karakteri nasıl fiziksel bir şeye büründüreceğim üzerine çalıştım, o biraz zorladı beni. Batman’daki Joker, Steve Jobs’un ‘clown’ hali ya da 3. Richard olabilir diye düşündüm. Bütün bunları bir araya getirip hayalgücümle karıştırarak, bedenimde kimi zaman akrep misali, kimi zaman örümcek adam gibi denemeler yaptım.

    Paris’te, üç kadın göçmenin sanal izlerinin peşinde...

    Fotoğraf: La Cie Sur le seuil

    -Oyunun Türkiye’deki versiyonunda Ahu Türkpençe, Ece Dizdar, Fırat Tanış, Gizem Soysaldı, Mathilda May, Okan Bayülgen, Tilbe Saran gibi isimler oyunda görüntüleriyle yer almış. Fransa’da bunu yapmadınız..

    S.E.: Türkiye’deki prova döneminde daha sahneye yeni çıkmıştık, oyuncular yeni ısınıyordu, o yüzden videolara daha çok önem verdim. Türkiye’de sadece dört hafta prova yapacaktım. Oysa ben Fransa’dan çok daha uzun araştırma ve prova dönemlerine alışığım. Bu kadar kısa dönemde ne çıkacağını bilmediğim için elimde iyi oyuncularla çekilmiş malzeme olsun istedim. Hepsi de sağolsun, kırmadılar, bir dakikalık video çekimine uzun metraj filme hazırlanır gibi çalışıp geldiler, Sevgili arkadaşım Hüseyin Karabey’in stüdyosunda çekimler yaptık.

    Ama ardından Fransa’da yeniden provaya girdim ve metin-oyuncu ilişkisini daha sade bir alanda arayacak vaktimiz oldu. O zaman bu videolara gerek kalmadığını, her şeyi sahneden vermem gerektiğini anladım. Ama tüm o isimlerle video çekimlerinde çalışmak büyük bir zevkti. Hepsi de muhteşem oyuncular. Bu arada kadın rollerini Türkiye’de canlandıran Meltem Cumbul’u da anmadan geçmeyelim. O da oyuna çok farklı bir renk getirmişti.

    -Oyunda belgesel görüntüler ve anekdotlar da kullanıyorsunuz.. Sahneye IŞİD’in tarihi eserleri yok edişi yansıyor ya da sözünü edip gösterdiğiniz Ölü Kız Lahdi çok etkileyici. Bu seçki nasıl oldu?

    S.E.: Görüntüleri Fransız video sanatçısı François Roman ve genç Türk sanatçı Mümin Güven ile birlikte seçtik. Ölü Kız Lahdi bölümünüyse, arkeolog Rüstem Aslan’ın anlattığı gerçek bir hikayeden esinlenerek yazdım. Lahdin aslı Çanakkale Müzesi’ndeki Poliksena Lahdi ama ben oyunda öyküyü biraz değiştirdim.

    -Oyunun girişine sergi kurma fikri nasıl doğdu?

    S.E.: Daha oyunu yazar yazmaz, provalara başlamadan çok önce bu fikir kafamda oluşmuştu: Seyircinin oyundan önce ve sonra, bir bilgi hırsızı gibi oyun karakterlerinin telefonlarına girerek application’larını karıştırması. Ama işin teknik tarafının nasıl kotarılacağını bilmediğim için bayağı araştırdık. Sonunda oyunun videolarını da yapan arkadaşım her karakter için sahte application’lar yaptırdı, içine de benim senaryolarımı yükledik. Oyunun oynandığı salonlarda bir masa üzerine altı telefonun bulunduğu bir yerleştirme yaptık, seyirci orada vakit geçiriyor.

    FEHMİ KARAARSLAN: O ADAM DA FATURA ÖDEYECEK, ÇOCUK YAPACAK

    Paris’te, üç kadın göçmenin sanal izlerinin peşinde...

    Fransa’da ve Türkiye’de tiyatroculuk yapan, Çalıkuşu, Muhteşem Yüzyıl gibi dizilerde oynayan Fehmi Karaarslan ile tiyatro üzerine...

    -Sizin için bir ayağı Türkiye’de, diğeri Fransa’da diyebilir miyiz?

    Evet. Özellikle bu oyundan sonra daha çok gidip gelmeye başladım. Lyon’da birlikte okuduğum arkadaşlarla bir tiyatro kurmuştuk, Le Spoutnik diye. Human Profit diye bir oyun yaptık, Avignon’da 2009’da tüm yaz kapalı gişe oynadı. 2010 itibariyle Türkiye’deydim. Muhteşem Yüzyıl zamanı, yani 2010-13 arası pek kıpırdayamadım. Ama çok oyun yaptım, Human Profit’i üç sezon Türkiye’ye götürdük. Türkiye’de şehir tiyatrosuyla ortak işler gerçekleştirdik. Fransa’dan hocaları götürüp work shop’lar düzenledik. Bağımsız tiyatrolarda çalıştım, Laçin Ceylan’la, Erkan Can’la oyunlar oynadık.

    -Dizi mi yoksa tiyatro oyunculuğu mu tercihiniz?

    Tabii ki tiyatro! Oyuncunun er meydanı derler ya, öyle.. Orada yetişiyoruz, orada büyütüyoruz içimizdeki dünyayı, oyunculuğu, yaratıyı.. Sonra onu istediğin biçime, diziye, sinemaya evirebilirsin. Zaten bakınca birçok büyük, usta oyuncu eski tiyatrocu. Dizi oyunculuğu tiyatro kültürünün gelişmediği ülkelerde biraz sistemi ele geçiriyor. Gerçek oyunculuğun o olduğu düşünülüyor ve tek bir gerçek oyunculuk biçimi vardır zannedilerek onun üzerine akım geliştiriliyor. Bu, tiyatroya zarar veren bir şey.

    -Neden bizde tiyatro geleneği Fransa’daki gibi değil sizce?

    Buna o kadar farklı yerden bakıp o kadar farklı cevaplar verebiliriz ki: Birincisi kültür politikası. Tiyatro zaten Türkiye’ye sonradan getirilen bir şey. 40’lardan sonra Ankara Konservatuvarı ile başlayan süreçte Batı ekolü öğretiliyor. Bazı şeyler sonradan getirildiği zaman yani kendi kültürünün içinden çıkıp gelişmediğinde herkese hitap etmiyor sanırım. İkincisi, tiyatro sanatı Batıda belki ritüel anlamda da özgür alan yaratan bir şeye dönüşmüş durumda. Çünkü insanlar daha bireysel, daha yalnız, buluştukları yer sanat oluyor. O yüzden sanat Batıda daha çok gelişmiş gibi geliyor bana. İslam toplumlarında belki bu tarz  ilişkilerinizi daha farklı figürlerle, aile içi sohbetlerle bile sağlayabiliyorsunuz. Sanatın geliştiği toplumlara baktığınızda sanat bir açılım, bir pencere, var olanın ötesindeki arayış.. Var olanla yetindiğiniz ve mutlu olduğunuz yerlerde çok arayışa girmiyorsunuz. İslam toplumunun getirdiği ‘Kader böyleymiş’ hissi ile ötesini aramama ilişkisi belki de cevaplardan biri.. Bunların hepsi hipotez tabii. Ayrıca günümüzdeki kültür politikaları da buna sebep; birazcık destek verilse, insanlar bu işten hayatlarını kazanabilseler.. Sanatın geliştiği yerlere, dönemlere bakın. Hep  paranın olduğu yerler, Venedik ve ‘commedia dell’arte’ en iyi örnek. Şehirde para vardı, ticaret vardı, tiyatro da vardı. Kaçınılmaz bir gerçek bu. Oyunculara bravo, maşallah demek yetmiyor. O adam da fatura ödeyecek, o adam da çocuk yapacak.

    Dizi kültürünü artık eleştiremiyoruz bile, onun içinde kalmak gerekiyor ve insanlar istemedikleri işleri yapmak zorunda kalıyor. Oyunculara, yönetmenlere, sanatla uğraşan insanlara biraz destek verilse, Türkiye’de inanılmaz malzeme var. Maalesef olanaklar kısıtlı olduğu için prodüksiyonların da seviyesi düşebiliyor. Çalışma süren azalıyor, oyuncuları bir araya getirmek zor olabiliyor, bütçe ayıramıyorsun, kısa sürede prova yapman gerekebiliyor, mekan bulamıyorsun. Bütün bu zorluklara rağmen mücadele eden Don Kişot’larla, alternatif sahnelerle dolu Türkiye. Ve çok büyük saygıyı hak ediyorlar. Eskiden çok mu iyiydi diyeceksiniz ama 60’larda, 70’lerde çok önemli dönemler yaşamışız tiyatroda. Gönül istiyor ki dünyada tanınan yönetmenlerimiz, yazarlarımız, oyuncularımız daha çok olsun. Ama küçük inisiyatifler dışında kendi içimize hapsolmuş durumdayız.

    -Türkiye’de tiyatro alanındaki kişisel çaba ve girişimlerden söz edersek...

    Tabii ki.. Şirince’deki Tiyatro Medresesi Celal Mordeniz önderliğinde çok iyi işler yapıyor mesela. Yine İstanbul’da altı yıldır Yeşim Özsoy, Galata Perform’da muhteşem işlere imza atıyor. Türkiye’de yeni yazarlar yetiştirdiler ve artık oyunları oynanıyor. Bunların hepsi bireysel girişimler ve ufak ufak desteklerle gerçekleştiriliyor hep.

    -Tiyatro dünyası açısından Fransa ile Türkiye arasındaki başlıca farklar ne?

    Fransa’da oyun bir başlıyor, haftada beş, ayda yirmi gösteri, üç ay süren turneler vs. Türkiye’de alternatif sahnelerin de tıpkı şehir ve devlet tiyatroları gibi kendi sadık seyircisi var ama yirmi milyona yaklaşan nüfusuyla İstanbul’da alternatif sahnelerde sahnelenen oyunların on sezon sürmesi gerekirdi. Çünkü 40-50 en fazla 80-100 kişilik salonlarda oynuyorlar. Bazen haftada bir oyunla seyircini bir, hadi bilemedin iki sezonda bitiriyorsun ve ikinci sezonda yeni bir şey yapman gerekiyor. Fransa’da hiç televizyona çıkmamış aktörleri sokakta tanıyıp imza istiyor insanlar. Tiyatro kültürünün yerleştiği bir ülke burası. Bizde kaç kişi tanır devlet tiyatrosu oyuncularını? O, eğer bir dizin varsa olur. Bir de Fransa’da ‘intermittent du spectacle’* denen bir sistem var ki sanatçıların başlıca desteği.

    -Fransa’da da tiyatrocular için güçlükler var muhakkak...

    Tabii ki.. Fransa’da demin sözünü ettiğim sisteme karşı her gün yeni bir olay çıkıyor, grevler oluyor. Ya da  tiyatroların sübvansiyonları kesiliyor. Aslında tüm dünyada var bu sorunlar ama tabii burada yerleşik, devasa bir kültür olunca dışarıdan geldiğinizde, ‘Vay!’ diyorsunuz. Oysa burada yaşarken, şunu da kestiler, bunu da engellediler diyorduk biz de...

    -Sizce neden yönetimler tiyatroya tam destek vermiyorlar?

    İnsanların dünyaya açık gözlüklerle bakmasını pek istemiyorlar herhalde. Ne kadar çok farklı görüş olursa o kadar dağılacaktır grup. Bireyselliğiyle toplumsallaşabilen gruplar en büyük tehlikedir, yönetemezsiniz.

    *‘Intermittent du spectacle’ kavramı Fransa’da sinema, radyo, tiyatro dünyasındaki şirketlerde belirsiz aralıklarla çalışan teknisyen ya da sanatçılar için kullanılıyor. Bu tanıma uyan çalışanlar çalışmadıkları dönemlerde bir çeşit ‘işsizlik yardımın’na tabi tutulup, ücretlendiriliyor.

    Yazarla iletişim için: asli@siradisiparisrehberi.com

    Sıradaki Haberadv-arrow
    Sıradaki Haberadv-arrow