Camdaki Kız kimin hikayesi? Camdaki Kız konusu, kitapta sonu nasıl? Camdaki Kız yazarı Gülseren Budayıcıoğlu kimdir?
Masumlar Apartmanı ve Kırmızı Oda dizilerinin yazarı Gülseren Budayıcıoğlu izleyiciler tarafından yoğun ilgiyle karşılaştı. Gülseren Budayıcıoğlu'nun Camdaki Kız kitabının uyarlaması olan Camdaki Kız dizisi reyting rekorları kırmaya devam ediyor. Camdaki Kız dizisiyle birlikte Gülseren Budayıcıoğlu klinik ücretleri ilgiyle takip edilmektedir. Peki ama Gülseren Budayıcıoğlu hangi klinikte hizmet vermektedir? Gülseren Budayıcıoğlu kanser mi?
Gülseren Budayıcıoğlu ilk kitabının adıyla açtığı klinik ile hem yazın hayatına hem de doktorluk hayatına devam etmektedir. Gülseren Budayıcıoğlu kitaplarının dizilere uyarlanmasıyla popülaritesi daha da arttı. Masumlar Apartmanı, Camdaki Kız, Kırmızı Oda gibi diziler Gülseren Budayıcıoğlu'nun kitaplarından uyarlamadır. İşte Gülseren Budayıcıoğlu hakkında bilgiler...
Gülseren Budayıcıoğlu hayatı! Kanser mi ? Eşi kim?
Dr. Gülseren BUDAYICIOĞLU kendisini şu cümlelerle anlatıyor:
Ben, üç çocuklu bir ailenin ilk çocuğu olarak Ankara’da dünyaya geldim. Babam yakışıklı, sevecen, otoriter, giyimine, kuşamına çok düşkün biriydi. Kışın ortasında, her yerin çamur deryasına döndüğü günlerde bile ayakkabıları pırıl pırıl durur, sabahları siyah paltosunu ve yine siyah fötr şapkasını giyer, hepimizi teker teker öper, öyle çıkardı evden. Annem onu mutlaka kapıda uğurlar, “Allah işini rast getirsin” demeden babamı evden çıkarmazdı. Biz o zaman Ankara’nın Cebeci semtinde, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nin tam karşısında otururduk. Neden bilmem, mahallenin bütün çocukları korkardı babamdan, oysa o görünüşünün ardında son derece yumuşak bir kalbi vardı babamın.
Annemse bütün Türk anneleri gibi fedakâr bir kadındı. Onun her şeyi kocası ve çocuklarıydı. Babama her zaman çok saygı gösterir, o geleceği zaman hepimizi hizaya çeker, “babanız yorgun gelir, yaramazlık yapmak yok, kendinize çeki-düzen verin, sofrayı hazırlamamda bana yardım edin” derdi. Kendisi de giyinir, hafif makyajını yapar ve sofrayı da hazırladıktan sonra camın önüne hep birlikte oturur, babamın eve gelmesini beklerdik. Bazen geç gelirdi babam, o zaman camın önündeki bekleyişler uzar, hiçbirimiz o gelmeden sofraya oturmaz, bazen de bu yüzden aç yatardık.
Annem, aslında babamdan çok daha otoriter bir kadındı. O yüzden babamdan çekinsek de asıl annemden korkardık. Zamanında yatıp, zamanında kalkmamızı ister, derslerimize çok önem verir, bizi her zaman en iyi şekilde giydirmeye özen gösterir, bayramlarda elbiselerimizi evdeki Singer dikiş makinesiyle kendi diker, her bayram alınan siyah rugan, üstten bağlamalı ayakkabılarımızı temiz giymemizi isterdi. Evin ilk çocuğu olarak, özellikle benden beklentileri çok yüksekti. Okula, öğretmenlerimle görüşmeye çoğu zaman babamla birlikte gider, öğretmenlerin beni nasıl övdüğünü duyunca da eve gelirken, ödül olarak mutlaka pasta ya da dondurma alırdı. Benim okuyup doktor olmamı isterdi. Sülalede zaten doktor çoktu ama ben de mutlaka doktor olmalıydım.
Marifetli kadındı annem. Öyle her şeyi çarşıdan almaz, tarhana, salça, turşu, erişte, reçel gibi şeyleri mutlaka evde kendi yapardı. Kapısı herkese açıktı. O yüzden bizim ev hiç misafirsiz kalmaz, gelen giden çok olurdu. Herbirine elinden geldiğince ikramda bulunur, bizim de misafirlere aynı özeni göstermemizi isterdi. Bizi çocuk olarak değil, yetişkin insanlar gibi görür, özellikle başkalarının yanında çocukça şeyler yapmamıza asla izin vermez, sık sık dışarı çıkmamızı istemezdi.
Biz üç kardeş her zaman birlik olur, onu kızdırmamaya çalışırdık. Ama kızsa da öfkesi çabuk geçer, yüzü çabuk gülerdi. Ramazan’da oruç tutulur, geceleri sahura kalkılırdı. Annem her gece yatmadan mayalı hamur yoğurur, gece kalkar onu pişirirdi. Bizler oruç tutmasak bile kızarmış mayalı hamurun kokusunu duyar duymaz fırlardık yataklarımızdan. Çay demlenir, peynir, zeytin, yumurta, reçel çıkar, yine hep birlikte otururduk masanın başına. Bazen gece yarısı komşular da gelirdi bu sofraya. En çok da bir alt katta oturan sevgili arkadaşım Taylan Süer katılırdı bize. Şimdi de eskisi gibi aynı apartmanda oturuyoruz Taylan’la. Yine bir alt katta…
Masaya hep birlikte oturmak bizim evin en önemli kurallarından biriydi. Babamın yeri zaten belliydi, başköşe hep onundu. O yemeğe başlamadan biz başlayamazdık. Her zaman çeşit çeşit yemek olurdu sofrada. Zeytinyağlısı, etlisi, tatlısı, hiç eksik olmazdı. Ocağın başında yemekle birlikte annem de pişer ama yaptığı da afiyetle yenirdi.
Ortaokul ve liseyi TED Ankara Koleji'nde okudum. İyi bir öğrenciydim. Derste hocaları çok iyi dinlediğimden, az çalışır ama iyi notlar alırdım. Özellikle edebiyat derslerinde çok başarılıydım. Yazdığım kompozisyonlara hocalar yıldızlı on verir, derslerde bunları bütün sınıfa yüksek sesle okumamı isterlerdi. Kolejde okumak o zamanlar insanlara ayrı bir itibar kazandırırdı. Bütün bürokratların çocukları bu okulun öğrencisi olduğundan, okul çıkışlarında okulun önü siyah arabadan geçilmez, şoförler kapıda çocukları beklerdi. Hocalar her birimize ayrı özen gösterir, sınıflar zaten en fazla yirmi beş, otuz kişi olduğundan hepimizi yakından tanırlardı.
O zaman kız ve erkek koleji ayrıydı. Ben lise ikinci sınıfa geçtiğim yıl birleşti. Hepimiz çok heyecanlanmıştık. Yıllardır karşılıklı binalarda, ayrı ayrı okuyan bu iki grup aniden birleşiverecekti. O gün, annem beni okula bizzat kendisi getirmiş, sınıfa kadar gelip nerede, kiminle oturacağıma bile o karar vermiş, hatta gözüne kestirdiği bir delikanlıya da, bana göz kulak olması için tembih etmişti. O delikanlı, hala yakın arkadaşım olan sevgili Niyazi Akdaş’tı.
Okuldan gelince önce kendi derslerimi yapardım ama bununla bitmezdi işim. Annem kardeşlerimin derslerine de yardımcı olmamı ister, Yükselen ve Mustafa da buna hiç itiraz etmezlerdi. Yükselen’e Coğrafya, Mustafa’ya İngilizce çalıştırmaktan helak olmuştum.
Üniversiteye giriş sınavlarından çok yüksek puan almıştım. İstediğim her yere girebilecektim. Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne ön kayıt yaptırdım ama annemin de yönlendirmesiyle sonunda Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde karar kıldım. Kolej gibi bir yerden sonra oraya uyum sağlamak zor oldu. Zaten bu yüzden sınıf arkadaşlarımın hemen hemen tamamı Orta Doğu Teknik Üniversitesi'ne girmişlerdi. O zaman kolejliler orayı tercih ederdi. İlk yıl, ben de onlar gibi yapmadığım için çok pişman oldum. Burası ne acayip bir yerdi böyle! Hiçbiri kolejdeki arkadaşlarıma benzemiyordu. Giyimleri, kuşamları, dinledikleri müzikler, alışkanlıkları çok farklıydı. Okula gidiyordum gitmesine ama yeni bir arayış içindeydim. Sonunda aradığımı buldum ve o yıl TRT’nin açtığı spikerlik sınavlarına girdim. Yapıp yapamayacağımı bilmiyordum ama deneyecektim.
Okuldan çıktım ve Opera’nın karşısındaki Radyoevi’ne gittim. Heyecanlıydım. Nasıl bir sınav yapacaklardı acaba? Çok gelen vardı ve hepsi de benim gibi gençti. Sıra bana gelince küçük bir stüdyoya aldılar beni. Önüme bir haber metni koydular ve “oku” dediler. Bizim evde haberler hiç kaçırılmaz, mutlaka dinlenirdi. Spiker sesinin tonunu ayarlar, “Burası Türkiye Radyoları, şimdi haberler” diyerek başlardı okumaya. O tarz, o sunuş yabancı değildi bana. Ben de tıpkı onlar gibi başladım okumaya. Stüdyodan çıkınca “sen şöyle geç” dediler. Geniş bir salonda bir süre bekledim. Merakla etrafıma bakıyordum. Zaten her şeye fazla meraklı bir tiptim. Yerler, tuhaf, muşambaya benzer bir şeyle kaplanmıştı. Yürürken hiç ses çıkmıyordu. Ahşaptan yapılmış kalın kapıların üzerinde lambalar vardı. Lambaların rengi arada bir yeşil, arada bir de kırmızıya dönüyordu. Lambalar kırmızıya dönünce oradan gelip geçenler hemen konuşmayı kesiyor, zaten hiç ses çıkarmayan bu muşambaların üzerinde yine de ayaklarının ucuna basarak yürüyorlardı. Sevdiğim sanatçılar geçse de görsem diyordum ama hiç öyle birine rastlayamamıştım.
Sonunda ortadaki büyük kapı açıldı ve benim içeri girmemi istediler. Elim ayağım titreyerek girdim içeri. Bir sürü insan toplanmış, bana bakıyordu. Yaşım çok küçüktü henüz. Sanki ne diye gelmiştim buraya? Ortada oturan beyaz gömlekli yakışıklı adam başladı sormaya; Sonradan o yakışıklı adamın adının Turgut Özakman olduğunu öğrendim. Kitaplarını hayranlıkla okuyor ve hala sık sık kulaklarını çınlatıyorum.
-Kolejden misin sen?
-Evet.
-Belli oluyor. Sesin güzel, kulağın da iyi ama “e” ler açık. “Kendi” de bakalım.
-Kendi.
-Şimdi de “kedi” de.
-Kedi.
-İyi, biraz çalışırsan olacak. Dışarıda otururken etrafına iyice baktın mı?
-Baktım.
-Tavanda ne vardı?
-Koca bir avize.
-Nasıldı?
-Büyüktü ama güzel değildi.
-Demek beğenmedin! Başka ne vardı salonda?
-Deri koltuklar, yerde acayip bir muşamba, ahşap kapılar, üzerinde arada bir yeşil, bazen de kırmızı yanan lambalar.
-Acayip bir muşamba ha? Neden öyle bir şey koymuşlar acaba?
-Sanırım yürürken ses çıkmasın diye.
-Kırmızı lamba ne demek?
-Kırmızı yanınca insanlar ayaklarının ucuna basarak yürüyor. Her halde “susun” demek.
Gülüyordu Turgut Özakman. O gülüyordu ama benim hiç gülecek halim kalmamıştı. Ne ukala adamdı bu böyle? Hem daha yüzüme bakar bakmaz Kolej'den olduğumu da nereden anlamıştı? Ne biçim sorulardı bunlar? Salonda ne var, ne yok diye sorulur muydu? Kazandığımı anlamış ama sevinememiştim. Benimle dalga mı geçiyordu bu adam?
Hemen ardından “spikerlik kursları” başladı. Konservatuvardan hocalar geliyor ve spiker adaylarına yoğun bir ders programı uygulanıyordu. Sonradan Turgut Özakman’ın o soruları neden sorduğunu anlamıştım. “Spontan dikkat” ölçüyorlardı. Bir spikerin, özellikle canlı yayın sırasında spontan dikkatinin çok iyi olması gerekiyordu. Bir yandan Tıp Fakültesi, bir yandan radyo, hep dolu geçiyordu günlerim. Sonunda mikrofon başına oturabilmiştim. Çok heyecanlı, çok keyifli bir işti yaptığım.
Ertesi yıl TRT Televizyonu faaliyete geçti ve ben bu sefer de orada çalışmaya başladım. Televizyon Türkiye’de daha yeni kuruluyordu. Herkes genç, herkes heyecanlıydı. Kimse işini çok iyi bilmiyor ama yine de en iyisini yapmaya çalışıyordu. Sabahtan okula gidiyor, saat beş gibi okuldan çıkıp hemen televizyona koşuyordum. Akşam Altı’da başlıyordu yayın. Artık hemen her programda ben de yer alıyor, hatta gündüz okuldan vakit bulabilirsem seslendirmeler için stüdyoya giriyor ya da bant kaydı yapılan programlara katılıyordum. Bütün bunlara, o zaman nasıl yetiştiğime şimdi ben bile inanamıyorum. Tıp Fakültesi ağır bir okuldu. Kitapların her biri yerden kalkmıyordu. Devam mecburiyeti vardı ama yine de hepsiyle başa çıkabiliyordum.
Okuldan çıkınca doğrudan televizyona gittiğim için kitaplarım yanımda olurdu. O kıyamette, eğer ben boşsam, hemen kitaplarımı çıkarır, ne öğrenirsem kâr der, oturur, çalışırdım. Artık bütün sanatçıları tanımış, çoğuyla arkadaş olmuştum. Türk Müziği'ni eskiden beri çok sevdiğimden, canlı yayınlarda hem sunuculuk yapar, hem de onları zevkle dinlerdim. Türk Müziği eserlerinin o ağdalı cümlelerini doğru okuyabilmek için eski üstatların yardımını ister, öğrenmekten büyük zevk alırdım.
Canlı yayın herkesi korkuturdu. Tam yayın sırasında arızalar olur, yayın kesilir, seyirciler de “beklettiğimiz için özür dileriz” yazısını gördükçe isyan ederlerdi. Onun için özellikle Muzaffer İlkar yönetiminde stüdyoya giren büyük koronun geldiği günler programı önceden banda almaya çalışırlardı. İşte o zaman, bir saatlik bir programın çekiminin beş altı saatten önce bitmeyeceğini bilir, anons aralarında stüdyonun en tenha köşesine çekilir, kitaplarımı açar, çalışırdım. Arada bir, içlerinden biri yanıma gelir, “bu gürültüde gerçekten okuduğunu anlıyor musun” diye sorardı. Anlıyordum çünkü alışkındım buna. Bizim evde annemle babam bir yandan sohbet edip bir yandan pikapta Müzeyyen Senar çalarken Mustafa tabanca, tüfek oynar, Yükselen kendi odasında il radyosunda Batı müziği dinler, ben bütün bu seslerin arasında, sanki bundan doğal bir şey yokmuş gibi ders çalışırdım. Annem “çalışacak adam her yerde çalışır, sen kafanı derse verirsen bizi duymazsın zaten” derdi.
Artık TRT’nin kadrolu memuruydum. Yayın elemanı olduğum için ayrıca yayın tazminatı alıyor, yani iyi para kazanıyor, ama kazandığımı harcayacak vakit bulamıyordum. Gazeteler sık sık benden söz ediyor, ne zaman sokağa çıksam, “A, bu televizyondaki kız” diyerek, insanlar etrafımı alıyordu. Ünlü olmak güzeldi ama her zaman da güzel değildi. Özellikle okulda hocaların beni tanıması hoşuma gitmiyordu çünkü derslere düzenli gidemediğim zaman hemen beni soruyorlar ve arkadaşlarım her seferinde benim yerime imza atamıyorlardı. Yavaş yavaş bitiyordu okul. TRT beni çok benimsemiş, okulun biteceği konusu onları da yakından ilgilendirir olmuştu. Herhangi bir okul değildi ki bitirdiğim, koskoca doktor olacaktım. Ya TRT’yi bırakıverirsem, şimdi benim yerime hemen birini nereden bulacaklardı? Beni yetiştirebilmek için çok emek vermişler, yedi ayrı kurs, yedi ayrı sınavdan geçirmişlerdi. O zamanlar öyle herkes kolayca mikrofon başına geçemiyordu. Bu yüzden sık sık bana bunu soruyorlar, “acele etme, hiç olmazsa birkaç yıl daha çalış, sonra ayrılırsın” diyorlardı. Ama ben kararlıydım. Spikerlik iyiydi, hoştu, heyecanlı işti ama ben bir başka mesleğe gönül vermiştim.
Okul bitince hemen ayrıldım TRT’den. Bir süre, programları aksatmamak, bunca yıl çalıştığım bir devlet kurumunu zor durumda bırakmamak için özellikle sunuculuk yaptığım müzik programlarında görev aldım ama “iki yerde birden çalışamazsın” dediler ve bunu adeta bir ülke sorunu haline getirdiler. Gazetelerde bile her gün bu konuda haberler çıkmaya başlayınca küstüm. Sanki çok ayıp bir şey yapıyormuşum gibi bir hava esiyordu. Zaten o ara Hacettepe Psikiyatri Bölümü'ne asistan olarak girmiştim. Oradaki çok sevdiğim ve saygı duyduğum hocam bile “ya TRT, ya doktorluk, ikisi birden olmaz” demişti bana. Ve böylece sadece doktor oldum. O hocam, şimdi de bana “ya doktorluk, ya yazarlık, ikisi birden olmaz. Çok güzel yazıyorsun, ben senin yerinde olsam artık sadece yazarım” diyor. Ama bu sefer de yıllardır çok severek yaptığım doktorluktan vazgeçemiyorum.
Hacettepe’de işe başladığım günlerde evlendim. Eşim Aydın’la zaten okulda yakın arkadaştık. Çok yakışıklı, karizmatik biriydi Aydın, ama o zamanlar ikimizin de dünyaları ayrıydı. Kızlar onun etrafında, erkekler de benim etrafımda döner dururlardı. Sonunda dünyalarımız birleşti ve tam otuz dört yıl keyifli bir beraberliğimiz oldu. O da doktordu. Özellikle ilk yıllar ya onun, ya benim hastanede nöbetlerimiz olur, birbirimizi pek fazla göremezdik bile. İki çocuğumuz oldu. Çocukların büyümesinde sevgili annemin katkılarını inkâr edemem. Onun sayesinde başka kadınların elinde kalmadı çocuklar. Her akşam, iş çıkışı çocukları alır, öyle giderdik eve. Ne güzel günlerdi onlar!
Yağmur sanki dünyanın en güzel bebeğiydi. Sarı saçları, tıpkı babasına benzeyen yeşil gözleriyle yolda insanlar bizi rahat bırakmaz, illa Yağmur’u sevmek isterlerdi. O da çok sıcakkanlı bir çocuktu. İnsanlarla tıpkı benim gibi hemen ilişki kurar, kimseyi yabancılamaz, herkesle ahbap olurdu.
Hasan pek öyle değildi. Yağmur’un tersine simsiyah saçlı, kara gözlü, beyaz tenli, kirpikleri yanaklarına değen, güzel ama insanlara pek yaklaşmayan, yani babası gibi biriydi. Hala da öyle…
Hacettepe’de on yıla yakın kaldım. Orada da çok güzel günlerim, çok güzel arkadaşlıklarım oldu. Sonra özgür ruhum yine macera peşine düştü ve ayrıldım oradan. Kendime bir muayenehane açtım. Sadece hastalarımla ilgilenmek, her gün değişik bir insanı dinlemek hoşuma gitti. Kendimi öyle bir kaptırdım ki, neredeyse gece yarılarına kadar hiç sıkılmadan o küçücük odada çalıştım. Bir de baktım, çocuklar büyümüş, etrafımdaki her şey çok değişmiş. Yavaş yavaş frene basmaya başlamış, hızla geçip giden hayatımın biraz olsun peşine düşmek nihayet aklıma gelmişti. Artık muayenehaneme her gün gelmiyor, kendime, aileme ve arkadaşlarıma daha fazla zaman ayırmaya çalışıyordum.
2000 yılında torunum Zeynep dünyaya geldi. Onu hepimiz büyük bir heyecanla karşıladık. Aynı yıl yazmaya başladım. Duyduklarımı, öğrendiklerimi mutlaka insanlarla paylaşmam, önümde açılan sır perdelerini onlara da göstermem gerektiğini düşünüyordum. Hayatın bir iç yüzü bir de görünen yüzü vardı. Bana anlatılan “görünmeyen yüzünü” başkaları da bilse, belki kendi hayatlarında az da olsa değişiklik yapar, dünyaya farklı bir pencereden bakar, eğriyle doğrunun her zaman kendi düşündükleri gibi olmadığını anlarlardı. Zaten edebiyata çok meraklıydım, o yüzden yazmak hoşuma gitti. Sanki gündüz, akşama kadar doluyor, bilgisayarın başına geçip yazarken de boşalıyor, rahatlıyordum.
İlk kitabım, “Madalyonun İçi” 2004 yılında, Remzi Kitabevi tarafından basıldı. Özellikle psikiyatriye, insan ruhuna, iç dünyalara meraklı insanlar çok ilgi gösterdiler kitaba. Ertesi yıl, yani 2005’te Madalyon Psikiyatri Merkezi’ni kurdum. Artık yalnız değildim. Beş kişilik küçük bir kadroyla kurulan merkezde çalışan sayısı şu aralar yüze yaklaşıyor. Yılda yüz binlerce kişi bu merkeze başvuruyor ve bizler de herbirine elimizden geldiğince yardımcı olmaya çalışıyoruz. Merkezin kurulması hayatıma yeni bir boyut kazandırdı. Eskiden yalnız başıma onlarca kişiye hizmet etmeye çalışıyordum. Bu sayının çığ gibi büyümesi beni adeta havalara uçurdu. Psikiyatrinin, özellikle günümüzde ne kadar önemli olduğunu biliyor, burada çoğu zaman insanların kaderinin değiştiğine gönülden inanıyordum. Hele bizim gibi hızla değişen ve gelişen bir ülkede buna çok ihtiyaç vardı. Artık yeni bir hedefim daha olmuştu; daha çok insanın yardım almasını sağlamak…
Üstelik Psikiyatri özel bir bilim dalıydı. Diğer tıp dallarından farklıydı. Hastane köşelerinde böyle bir yardımı, doktor çok istese de vermesi zordu. Gizlilik, dikkat, zaman ve çok özen istiyordu bu iş. Klinikte bazen terör estiriyordum, çünkü en küçük bir hata yapılmasını istemiyor, kliniğe gelen herkesin aradığını bulması, istediğini alabilmesi için olmadık şeylere takılıyor, işi biten çıksa bile ben, yine gece yarılarına kadar klinikte kalıyordum. Ama her şeye rağmen çok mutluydum.
2006 yılında sevgili eşim Aydın hastalandı. Sanki dünya başıma yıkıldı zannettim. Acılar da, güzellikler de üst üste gelirmiş. Bizde de öyle oldu. O birkaç yıl hayatımın en karanlık günlerini yaşadım ve 2007 de eşimi kaybettim. O sıralar, bir daha hiç gülemeyeceğimi sanıyordum. Ama hayat devam ediyordu, zaten aynı yıl küçük Aydın’ın dünyaya gelmesiyle biraz olsun gülümsemeye başladık. 2008’de ikinci kitabım “Günahın Üç Rengi” yine Remzi Kitabevi tarafından yayımlandı.
Yazma işi giderek hayatımda daha önemli bir yer tutmaya başlamıştı. Aydın’ın bu dünyayı terk edişiyle birlikte geceler ancak yazarak geçiyordu zaten. 2011'de “Hayata Dön” adlı üçüncü kitabım da yine aynı yayınevinden çıktı.
Kliniği kurarken amacım, bir an önce aynı hizmetin ülkenin her köşesine yayılmasını sağlamaktı zaten ama bürokratik engeller buna izin vermiyordu. Büyük mücadelelerin sonunda 2013 yılı Şubat ayında İstanbul, Levent şubemiz açıldı. Darısı diğer illere dedim içimden.
Belli bir yaştan sonra insanın hayata bakışı da, hayalleri de çok değişiyor. Özellikle benimki gibi bir işiniz var ve her gün yeni insanlar, yeni hayatlar, yepyeni bakış açıları görüyor ve dinliyor, pek çok acıya ortak oluyorsanız, gelişmemek, değişmemek mümkün değil. Şimdi artık benim mutlu olabilmem için, başkalarını mutlu edebildiğimi görmem gerekiyor.
Şu aralar yazmaya artık daha çok zaman ayırıyorum. Evde yalnızım ama klinik çok kalabalık. Zaten ben de akşama kadar klinikteyim. Eve yazmak, sonra da yatmak için geliyorum. Hayatım hep çalışarak geçti. Hala çok severek çalışıyorum. İnsan denen, dünyanın bu en muhteşem varlığına yapılacak en küçük katkı bile kutsal bir görev, kutsal bir iştir diyenlerdenim.
Yeni bir kitap üzerinde çalışıyorum. Kitap yazmak benim için çok keyifli ama kolay değil. Bir kitabı, en az on farklı biçimde yazdıktan sonra ancak beğeniyor ve yayınevine gönderiyorum. Gittiğim yerlerde benim kitaplarımı okumuş birileriyle karşılaşmak beni her zaman çok heyecanlandırıyor ve gururlandırıyor. Okuyuculardan aldığım sevgi ve destek sayesinde umarım daha fazla yazacağım.
En derin saygı ve sevgilerimle…
Dr. Gülseren BUDAYICIOĞLU
SON DAKİKA
EN ÇOK OKUNANLAR
Bebeklerine kavuşmak için gün sayıyor! Çocuklarının isimleri belli oldu mu?
Tanyeli hastane masrafını açıkladı! 'Haluk Levent ve Hakan Altun ödüyor'
Sinem Kobal sosyal medyayı salladı: Eşime gençlik sırrını sorardım!
120 kiloya kadar çıkmış! Cem Belevi nasıl 30 kilo verdiğini açıkladı
Sıla Türkoğlu ve sevgilisi yeni tatil rotasını oluşturdu! Avusturya tatilinden kareler