hourSON DAKİKA
left-arrowright-arrow
weather
İstanbul
down-arrowup-arrow

    Nevizade'de bir kara çarşaflı...

    Nevizadede bir kara çarşaflı...
    expand

    Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Haber Ajansı öğrencileri Türkiye'de pek de uygulanmayan bir yöntemi kullandılar ve kimlik değiştirerek "sıradışı" kabul edilebilecekleri belki de reddedilebilecekleri mekânlarda bulundular. İşte onlardan ilkinde genç bir MİHA muhabiri , CNNTurk.com için çarşaflara bürünüp Nevizade'yi gezdi. Fotoğrafçı Behlül Çetinkaya da onu görüntüledi... Hatice Deniz'in birinci tekil şahıs yazısıyla Nevizade'de bir çarşaflı...

    Farklı yaşamların birbirini kabullenmekte en çok zorlandığı ülkelerden biri Türkiye. İnsan, zor hayat koşulları, geçim sıkıntıları, hayatta kalabilme yarışının içinde, bir de kimliğini kabullendirebilme çabasına giriyor. Üstelik farklı olanı merak ediyor insan doğası. Ben de, benden farklı olanı, boyalı kızıl saçlarıma, ojeli tırnaklarıma tezat oluşturacak birilerini, kara çarşaflıları merak ettim. Ve bu serüvene başlamış bulundum.

    Bıçağın en keskin tarafı

    Evet yaptım, hatta çok iyi yaptım… Hiçbir şey imkansız değildir… Oysa “yapamazsın” demişlerdi. “Hiç sana göre değil…”demişlerdi.

    Çarşafı, Yenibosna’daki Medine Pazarı’ndan aldım. Sanırım içeriye böyle hoplaya zıplaya giren tek kız müşteri bendim. Daha içeri adımımı attığımda genzime saplanan bir buhur kokusuyla irkildim. Neler yoktu ki Medine pazarında; seccadeler, Kâbe’nin minyatürleri, dini hikayeler anlatan kitaplar, rengarenk türbanlar…

    Yani bir dindarın bulabileceği pek çok şey vardı Medine Pazarı’nda. Çoğunluğunu erkekler oluşturuyordu müşterilerin. Onlar da gayet mistik bir hava içerisinde; kimisi tespih istiyor, kimisi takke, kimisi Yasin, Kuran vs…

    Çember sakallı, cübbeli iş sahibi bizzat ilgilenecekti benimle. “Çarşaf istiyorum,” dedim ve ekledim; “Mümkünse en küçük ebatta…” Sanki mağazadan kot alırmış gibi, olağan bir şeymiş gibi göstermeliydim bu isteğimi. Dükkan sahibi yüzünde gizleyemediği alaycı bir ifade ve şaşkınlıkla, “Hayırdır?” diye sordu. Çarşaf giyen kadınlarla ilgili bir yazı yazmak istediğimi söyledim, alaycı bakışlardan rahatsız olarak. “Geçici olarak istiyorum, emanet bulursanız çok sevinirim,” dedim. O ise  ciddi ciddi, “Belki giyince memnun kalır, hiç içinden çıkmazsınız, belli mi olur?” dedi.


    FOTOĞRAF: Behlül Çetinkaya

    Övünerek, “Bizim hanımın iki tane var,” dedi. “Allah bilir gardrobunda o iki çarşaftan başka bir şey yoktur,” dedim içimden. O ise benimle oldukça ilgilenmişti, Telefonla arayıp eşinden çarşaflardan birini ödünç vermesini istedi. Eşi de üşenmeden dükkana kadar geldi. İşte o anda kıyametler kopacak sandım çünkü kadının bana karşı tepkisi korkunçtu. Onların deyimiyle ‘fitne fesat karıştırmayacağımdan’ emin değildi ve bunu  yüzüme en iyi şekilde yansıttı. Öfkesini hiç çekinmeden yansıttı, beni Şam Şeytanına benzeterek… O gün eve elim boş döndüm ama ertesi gün kararlı bir şekilde çarşafı satın alacaktım.

    Hani bize yasak olan bir bahçeye kaçak girdiğimizde tattığımız tuhaf bir heyecan vardır ya…

    Olayın içine girmeden yaptığım bütün tahminler yanlış çıktı. Çarşafın içine girmeden önce bol ve rahat bir şey olduğunu düşünmüştüm, tek sorun sıcaklık gibi görünüyordu. O kadar da sıradan bir konu değildi doğrusu.

    Bana göre çarşaflı bir kadın: Mutlu mudur, mutsuz mudur, kimin umrundadır! Ama onu giyiyor ve yüzünü kapatabileceği kadar saklamayı başarıyor. Kimse onun altındaki güzelim canlının ne hissettiğini anlayamıyor. İşte böyle bir şeydi kara çarşaf… Belli bir donukluk ve güç gösterisi. Hani şairler kızların dağınık saçlarından, dudaklarındaki tebessümünden etkilenip  satırlar karalarlar ya. Hüzünlerinden, güzelliklerinden, neşelerinden, kızaran yüzlerden, al al olan yanaklardan. Oysa çarşafa girmiş kadınlarda, kızlarda sanata ve sanatçılara verilecek malzeme görünürde yoktu. Zaten kimsenin ilgisini çekmemekti amaç, ilgi konusu olmak değil.

    Belki de alışık olmadığım için giymek göründüğü kadar kolay olmadı. Tersi yüzü, önü arkası, iğnesi kopçası, düğmesi derken resmen savaş verdim. Onu boğuşarak giydiğim gün, dışarı adımımı attığımda garip bir ürpertinin, tuhaf bir heyecanın ayak bileklerimden beni yakaladığını hissettim…


    FOTOĞRAF: Behlül Çetinkaya

    Hoplaya zıplaya yürüyemeyecektim, koşamayacaktım, hareketlerim ağırlaşmıştı, çarşafın gerektirdiği bir ruh haline girmiş olmalıydım. Korku değildi hissettiklerim. Hani bize yasak olan bir bahçeye kaçak girdiğimizde tattığımız tuhaf bir heyecan vardır ya. Ben de kapkaranlık  bir sığınağa kaçak girmiştim işte. Sanki her zaman evden bu şekilde çıkıyormuş gibi çıktım. Zaten ister korku ister heyecan, ne hissedersem hissedeyim hiç kimse bir şey anlayamayacaktı. Mahallemizin tanıdık esnafı hakkımda ne düşünebilirdi?
     
    Yoktum…Sanki hiç varolmamıştım!

    İlk önceleri kimselerin yüzüne bakamadım… Sanki insanlar benim kara çarşafa değil de cıvıl cıvıl bir dünyaya ait olduğumu anlayacaklar, birisi gelecek ve üstümden onu yırtarak çekecek, rengarenk saçlarımı ortalığa saçacak ve bu oyunu bozacakmış gibi hissediyordum. Ağır adımlara ve çarşaf eteklerinin ayaklarıma dolanmasına alışınca insanların gözlerine bakmaya cesaret ettim.

    Henüz Yenibosna taraflarındaydım, kimse bana bakmıyordu. Ne kadınlar, ne erkekler, ne çocuklar… Sanki ben hiç orada değildim. Yoktum. Hiç varolmamıştım, sanki aralarından geçmiyordum. Akşamları kimseden laf yemeden geçemediğim o yolu şimdi hiç varolmamışçasına geçiyordum.

    İçimi garip bir öfke kapladı. Ne yani, bu toplumun içinde rahatça yaşayabilmem için, taciz edilmemek ve sükunetle yürüyebilmek için çarşafa mı girmek gerekti! Erkeklere kızdım; kendi içlerinde yaptıkları küçük hesaplara ve ayrımcılıklarına, tesettürsüz kadınlara bakış açılarına. Belki onlar bu bakış açısına sahip olmasalardı ya da kendi içlerindeki fesatlıkları bize, biz kadınlara yansıtmasaydılar buna ihtiyaç olmayacaktı. Belki de baskı vardı; baba baskısı. Evlenip yuvadan ayrıldığında gelen koca baskısı. Yine erkekler mi yani sebebimiz? Hayır, o kadar da basit değil. Tek sebep bu olamaz!

    Ben de sınırları zorlayacaktım!


    İşte ben bu yüzden girmiştim o hiç anlam veremediğim karaçarşafın altına; getirilerini ve götürülerini, insanların bana bakış açılarını merak ettiğim için. Yollar değiştikçe gördüğüm yüz ifadeleri de değişti. İnsanların bana bakışı da değişti. Madem ki bir haftalığına  başkasının yerine geçme fırsatım olmuştu, ben de sınırları zorlayacaktım. Yönümü Bakırköy’e çevirdim.

    Bir an için Hürriyet Meydanı’ndaki kalabalıkta, insanlar beni ezecek sandım, çünkü hareketlerimi kontrol edemiyordum. İster istemez yavaş yürüyordum, çamaşırcılarından iç çamaşırları aldım, hiç kimse yanıma yardımcı olmaya gelmedi. Sanırım nasıl bir şey alacağımı, alacağım çamaşırların rengini, şeklini, inciğini boncuğunu merak ediyorlardı.İşaretleşmeleri ve birbirlerine yaptıkları kaşgöz sonucunda meraklarını dindirdiler.


    FOTOĞRAF: Behlül Çetinkaya

    Kasaya gittim. En sonunda birisi, “Fantezi reyonumuz da şurada,” diye yer gösterdi, gülümsemesini bastırmaya çalışarak. Herhangi bir bara gitsem neler yaşayabileceğimi düşündüm. En azından alkol tüketilen bir lokantada yemek yemeye karar verdim. İçeri girdiğimde bir anda tüm gözlerin bana çevrildiğini gördüm.

    Aşırı samimi görünen bir çiftin yanındaki masaya oturdum.Öfkeli bir şaşkınlıkla süzdüler beni. Öfkelerinin onlara çok yakın olmamdan ve yanımda rahat edememelerinden kaynaklandığına bağladım. Garson siparişi alacaktı. Yutkunarak ‘hoşgeldiniz’ dedi. Sıcak davranmak zorundaydı belki ama gözleri çok da sıcak bakmıyordu. ‘Balık lütfen’ dedim. Yan masadaki iki kupa biraya bakarak; ‘ içecek ne alırdınız?’ diye sorduğunda cevabım ‘su’ oldu. Tabii ki şaşırmadı.

    Cevabım bira, rakı, şarap vs. olsa şaşırırdı elbette. Yemek bittiğinde yandaki çiftin son bakışlarını görmezden gelerek kalktım masadan. Çünkü o bakışlarda gidiyor olmamdan kaynaklanan anlamsız bir rahatlama ve memnuniyet vardı.  Bakırköy’de yapabileceğim pek çok şeyi yapmaya çalışıyordum ve ifadeler değişiyordu. Kimileri hiç yokmuşum gibi davranıyordu, kimileri yol veriyordu, “Geç bacım!”

    Saklamak istediklerini saklayabilirler ama yok edemezler!

    Fatih’te ise tamamen o toplumca kabul edilmiş bir bireydim. Tuhaf, sorgulayan bakışlar, iğneleyen gözler yoktu. Yokmuşum gibi de davranılmıyordu. Herkes herkesin farkındaydı sanki…

    Orası onlarındı ve fethettikleri bölgelerde bir bakıma kendi krallıklarını yaşatıyorlardı. Bölgelerdeki bakışların farklılıkları, hem de çarşafın içindeki ve dışındaki kadına bakışlardaki farklılıklar bunu açıkça gösteriyordu. İstisnalar ise kaideyi bozmuyordu.

    Fatih’te biraz daha geri planda kaldım diyebilirim. Çünkü rengarek türbanlarıyla, ağır makyajlarıyla genç kızlar, şekil şekil bağlanan örtüler ve çarşafın altına bile saklanamayan güzel alımlı kadınlar yürüyüşe çıkmışlardı, alışverişten dönüyorlardı, sohbetleri bitmişti, fiskosları tamamlanmıştı. Kadın vücudu o kadar garip bir şey ki, metrelerce çarşafın altında salınırken bile gayet sanatsal ve gözalıcı olabiliyor.

    İşte estetik böyle bir şey, saklamak istediklerini saklayabilirler ama yok edemezler. Yok edemedikleri için varlıklarını gizli tutmak, belki de daha gizemli kılmak… Düşünülmemesi gerekenin on misli daha çok düşünülmesine sebep olurlar.

    Eğer kadınsanız, türbanlı ya da açık, çarşaflı ya da başörtülü fark etmez. Hayat sizi bir noktada birleştirir hep. Bu ortak nokta erkekler değildir, erkeklere ait bir dünya da değildir.


    FOTOĞRAF: Behlül Çetinkaya

    Erkekleri ilgilendiren bir konu da değildir. Kadınların birleştikleri ortak nokta kendi içlerindeki savaştır. Giyimleri, kuşamları, makyajları, takıları hep kendi aralarındaki rekabetten gelir. Türban takılır ama ışıl ışıl yanan bir makyaj yapılır. Çarşaf giyilir ama seçilen iç çamaşırları hep anormaldir. Başörtüsü takılır ama kollar dirseklere kadar altın bileziklerle şıngır şıngır doldur.

    İşte bu da kadın olmanın bir gerçeğidir. Fatih’de eve geri dönmek için beklediğim durakta yanımda otobüs bekleyen muhafazakar  kadınların konuşmaları pekiştirdi bu fikrimi. Neşe içinde sohbet eden fıkır fıkır dört kadından biri yanındakilere ertesi günkü düğün için ne giyeceklerini soruyordu.

    O çarşafın, üzerimde kalıcı olmadığını kim tahmin edebilirdi? Hiç kimse…

    Ama asıl gerçeği yüzüme tokat gibi yapıştıran bölge Taksim oldu. Gittiğim hiçbir yer de böyle toplumdışı kalmamıştım. İçinde bulunan insanın görüşlerini bilmeden, bütün sebepleri sonuçları göz ardı ederek, beni kendi içlerindeki mahkemede yargılayıp astılar ve bana buruşturulup atılacak bir tomar kara mendilmişim gibi davrandılar.

    Uzun zamandır üzerinde düşündüğümüz çalışma için ajanstan arkadaşım Merve’den yardım istedim. Bana refakat edebilirse, yani bir bakıma gördüklerimi görürse ve yaşadıklarıma şahit olursa kendimi daha rahat hissedecektim. Taksim yolculuğunu onunla yapacaktım. Çarşafın karasına rağmen Merve’nin gelişi günümü daha da renklendirmişti aslında. Tenimin beyazlığının ve çarşafın siyahının zıtlığı bariz ortadaydı ve ben onun tabiriyle ‘Kara Melek’ oluyordum. Ama Taksim’de kimse bunun böyle olduğunu düşünmeyecekti. O çarşafın üzerimde kalıcı olmadığını kim tahmin edebilirdi? Hiç kimse…

    Sadece tek birine rastladım aynı gölgede saklanan. Çenesinin altına iliştirmişti. Anlaşılan benim ondan daha da muhafazakar bir duruşum vardı. Bana gülümseyişinde ‘ senin gördüklerini görüyorum, yaşadıklarını ben de yaşıyorum’ dercesine bir ifade vardı. Aynı sıcaklıkla gülümsedim.

    Sevgili refakatçim Merve ile oturacak bir mekan arıyorduk ki, bir grup genç bana “ninja kaplumbağası” diye laf sarkıttı. Başka bir zaman olsa durup tartışır, mutlaka bir olay çıkarırdım ama bu durumdayken, yani çarşafın içinde emanetken böyle bir tepki vermem gerçekten anlamsız olurdu.

    Nevizade’den geçerken gözlerim insanların üzerindeydi. Kim nasıl bakacak, ne kadar şaşıracak, ne kadar gülecek merak ediyordum. Birbirine gösterenler oldu. Bakışlar oraya şans eseri düştüğümü zanneden bakışlardı. Gittiğimiz kafede de en tenha bölüme geçtik. Garson kız siparişimi alırken “Madem insan içine çıkmaya korkuyorsun, ne diye İstiklal’in ortasındaki kafeye geliyosun,” der gibi baktı. Çarşafsız geldiğimde nasıl davranacaktı. Denemeye değerdi doğrusu.

    Dönüş yolunda bir yandan üzerimdeki gözlemleri çözmeye çalışırken, bir yandan da günün dedikodusunu yapıyorduk. Çalan telefonlara verdiğim cevaplar insanların ilgisini resmen üzerime çekmişti. Merve’nin yaptığı kaş göz işaretlerinden ağzımdan birkaç küfürün fırladığını çok geç fark etmiştim.
    Sıcaktı ve terledikçe çarşafı bana satan adamın söyledikleri aklıma geldi.

    ‘Cehenneme gitmeyi göze alamayan tertemiz kadınlar giyer bunu, oldukça rahattır’ demişti. O kadar emin konuşmuştu ki adamın çarşafı giyip giymediğini merak ettim. Nereden biliyordu ki çok rahat olduğunu! Adama çarşafın rahatlığı konusunda bir şey söyleyecektim: Sıcakta ölmeden cehennemi gördüğümü… Belki de kumaşından dolayıydı, emin değildim.

    Rastladıklarım; yüzüme bakılmasının, benle konuşulmasının cesaret meselesi olduğunu hissettirmişti


    Kadıköy’e giderken metrobüs durağında merdivenlerden çıkarken çarşafın ayağıma takılıp sıyrılmasının ve içinden yırtık kotumun, pembe tişörtümün ve birkaç saç tutamının görünmesinden başka ilginç bir şey yaşanmadı. Vapurda açık alanda otururken martılara simit atma planım çarşafımın rüzgardan balon gibi şişmesiyle ve kimi insanların bu duruma sırıtmasıyla son buldu.

    Kadıköy’de dergi satan kimi arkadaşlarım gözgöze gelmemize rağmen beni tanıyamadılar. Görmezden geldikleri çarşafın içinde kimin olduğunu bildiklerinde yüzlerinin alacağı ifadeyi düşününce kendimi tutamadım, güldüm. Üsküdar’a gitmek için minübüse bindiğimde henüz tek kadın bendim ve bu yüzden 15 dakika kadar yanım boş kaldı.


    FOTOĞRAF: Behlül Çetinkaya

    En sonunda tipinden öğrenci olduğunu düşündüğüm bir çocuk sırtında gitarıyla uzun uzun süzdükten sonra yanıma oturdu. Özür dileyerek Zeynep Kamil Hastanesi’ne kaç durak kaldığını sordu. Garip bir cesaretle gözlerimin içine bakıyordu. Maalesef bilmediğimi söyledim. Çekinmeden bakmaya devam etti bu cesur çocuk.

    Tahminimce yaşımı çözmeye çalışıyordu. Neden cesur olduğunu düşündüğümü, anlayamadım ben de. Sanırım rastladıklarım…yüzüme bakılmasının, benle konuşulmasının cesaret meselesi olduğunu hissettirmişti. Yol bitti. İyigünler dileyerek resmen zıpladım minübüsten. Arkamdan baktığını gördüm.

    Bedenine atılan taşların, içinden geçip gittiği bir hayalet…

    Eminönü’nde akşam vakti evime dönmeye çalışırken durakta birisi laf attı.‘Gözlerini de saklayamazsın ya’ dedi ve bu cümle bana apaçık bir gerçeği gösterdi. Belki üzerinde düşünülerek söylenmiş bir laf değildi ama anlamlıydı. Evet gözlerimi saklayamamıştım. Eğer saklasaydım bütün bu yaşananları göremeyecektim. Bu işin sınırı yoktu. Önce baş sonra yüz sonra göz…

    Yetinilmiyordu, o nefisler doyurulmuyordu. Resmen gözlerimi de kapatmam gerektiği söylendi. İran’da kadınların iki kaşının ortasının tahrik unsuru olduğunun iddia edildiğini duymuştum da gülmüştüm. Peki bize ne kalacaktı. Bizden ne kalacaktı? Eğer izin versem kör sağır dilsiz bir üç maymun olacaktım toplumda.  Bedenine atılan taşların, içinden geçip gittiği bir  hayalet gibi sürüklenecektim insanlar arasında. Kimin beni bu konuma sokmaya hakkı var?

    Yoksa bu kötülüğü kendimize biz mi yapıyoruz? Gerçekten tartışılır. Aslında o hesaplı bakışlara sormak istediğim bir şey vardı: ‘Siz bana kim olmayı teklif ediyorsunuz? Ne olmamı istiyorsunuz?’ diye soracaktım. Belki de alacağım cevaplardan korkarak.

    ‘Gözlerini de saklayamazsın ya!’

    Giydiğim çarşafın birkaç gün beni kadın olmaktan çıkardığını düşünmüştüm. Ta ki o cümleyi duyana kadar. Daha sonraları yüzlerce kez kulaklarımda çınlayacaktı o ses: “Gözlerini de saklayamazsın ya!” Durakta beklerken bana atılan lafı hiç unutmadım! Değil karaçarşaf giymek, üzerime katran da dökseler kadın kalacaktım.

    Fark edilmemenin, kendimi toplumdan bir bakıma soyutlamamın, bana nasıl bir duygu yaşattığını hippiler asla anlamayacaklardı. Emolar benden daha çekingen olamayacaklardı, çünkü gülümsediğimi bile kimse görmüyordu.

    Tikiler, bu tekdüzeleştikleri toplumda benden daha fazla dikkat çekemeyecektiler, ki yaptığım zaten fark edilmeyi önlemekken ilgi odağı olmamı sağlıyordu. Ben bunu, bana dışlayan ya da benimseyen bakışların hiçbirine anlatamadım.

    Bu süreçte yaşadıklarımdan, gördüklerimden çıkardığım sonuç; çarşafa girmek popülizme başkaldırıların en büyüğüydü ama toplumsallıktan, hatta birey olmaktan  soyutlanmanın da en kolay yöntemiydi.

    Rastladığım gözler, açık ya da muhafazakar zihinler beni elbet unutmuşlardır ama ben onları henüz unutmadım. Bende bıraktıkları bütün izlenimler satır oldu, sözcük oldu, nokta-virgül oldu.
    Sıradaki Haberadv-arrow
    Sıradaki Haberadv-arrow