hourSON DAKİKA
left-arrowright-arrow
weather
İstanbul
down-arrowup-arrow
    Utku Başar Utku Başar

    Naziymişim gibi çek panpa!

    11.12.2013 Çarşamba | 11:51Son Güncelleme:

    Auschwitz’ de katledilen 1 milyon 100 bin insanın hatırası üzerine Nazi selamı veren iki Türk “çocuk”u ancak şaka yapmış olabilir. Başka ne olacak? Ama Avrupa’da adama bir şaka yaparlar, bir daha kendine gelemezsin!

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Geçtiğimiz hafta sonu Polonya’daki Nazi ölüm kampı Auschwitz’ de tutuklanan iki Türk genci Polonya polisine göre "Muhtemelen kamuya açık alanda Nazi sembolü yapmakla suçlanacaklar".

    Polonya'da, Avrupa’nın Nazi çizmesi altında ezilmiş diğer bazı ülkelerindeki gibi, Nazi işareti yapmak suç. Yapanlar iki yıla kadar hapse mahkum edilebiliyor.

    Ama bizim afacanlar büyük ihtimalle yırtar.

    En fazla şaka yapmışlardır. Başka ne olabilir?

    2. Dünya Savaşı’nda Nazilerin o kampta gaz odalarında ve ağır koşullarda yaşayıp çalışmaya zorlayarak katlettikleri, fırınlarda yaktıkları, üzerlerinde deneyler yaptıkları 1 milyon 100 bin insanın hatırasına saygısızlık edecek halleri yok ya?

    22 yaşında, gencecik; Avrupa’nın göbeğindeki Budapeşte’de okuyan, kafası açık, dimağı hür, çalışkan, övüncümüz olacak pırlanta gibi iki Türk “çocuk” u.

    En fazla Facebook ya da Instagram sayfalarına koyacak haylazlar.

    Selamın anlamını bile bilmezler.

    Kökenini hiç bilmezler.

    Hatta emin olun, hangi ellerini kaldıracaklarını bile bir süre düşünmüşlerdir.

    Sağ mıydı be? Yok, yok sol. Ya olur mu, sağ işte!

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Eh hadi şöyle Naziymişim gibi çek panpa.

    Tam yazının altında.

    “Arbeit mach frei” ; “Çalışmak özgürleştirir”.

    Çalışmanın kaç kişiyi, nasıl özgürleştirdiğini nereden bilecekler?

    Daha “küçücük” yavrucaklar.

    Hem bu onların bildiği, ya da büyük ihtimalle bilmediği, türden bir “çalışma” da değil malum.

    Ama hata bizde.

    Gazeteci ağabeyleri, ablaları olarak biz “bildiremedik”.

    Belli ki öğretmenleri de “belletemedi”.

    Şu eğitim sistemi zaten fena canım!

    Misal, bundan 5-6 yıl önce 32.Gün’deki asistanlarımızdan birine Ermenistan ve Türkiye ile ilgili yazamadığı bir haber üstüne “Haber bakıştır çocuum” diye büyük büyük laflar edip; 1915’te olanları ve Ermenistan ile Türkiye’nin sınırda nehre karışan zehirli atıklar yüzünden ölen hayvanlardan başka problemleri de olduğunu anlatmak zorunda kalmıştım. Arada örnek verirken “Holokost” diye bir şey var deme gafletinde bulunmuş, sonra da “Holokost” denen şeyin “hani Spielberg’in bir filmi var ya, “Schindler’in Listesi” işte oradaki şey” olduğunu, hatta “Holokost” teriminin de “sorunlu” ve “tartışmalı” olduğunu ve yerine İbranice’de felaket anlamına gelen “Shoah” kelimesinin kullanıldığını açıklamaya çalışırken bulmuştum kendimi.

    E bizim 3. sınıf Televizyon Gazeteciliği öğrencisi asistanın da bilmediği şeyin suçunu bu çocuklarda bulacak halim yok herhalde. Tabii ki eğitim sisteminde sorun olacak.

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    E ailenin de ilgisi yoksa madem.

    Peki en büyük suç kimde?

    Kimde olacak, toplumda.

    Bizimki gibi taa Osmanlı’dan beri arada az önce bahsettiğim gibi “sıkıntılar” çıksa da Müslümanı, Hristiyanı, Yahudisi büyük hoşgörüyle, kardeşçe, iç içe yaşayan, karıncanın ezilmediği, birbirimize şöyle sinirli bile bakmadığımız bir toplumun içinde yaşadıkları için bu çocuklar dışarıdaki “kötülükleri” bilmiyor.

    Ama toplum da ne yapsın?

    Örnek olmayınca zor bu işler, öyle dışarılardan örnek vererek, uzaktan uzağa anlatarak olmaz ki.

    Yahudilerle ve Ermenilerle ilgili dile yerleşmiş “olumsuz” sözler mi? Aman canım bu yeni nesil onları bilmiyor bile. Bir de zaten o sözler de kötü niyetli değil. Şaka.

    Yani şimdi bizde eğer örneği olsa, ya da en azından bu sözler örnek kabul edilse yüce adalet bunu “nefret suçu” saymaz mı? Bu insanlık dışı suça ceza vermez mi? E vermediğine göre demek ki yok. E o zaman da bu yavrucaklar bunu bilemez. Basit.

    Ama arada sırada çıkan birkaç “şuursuzun”, “münferit” antisemit hareketlerini de  “aman tadımız kaçmasın” diye görmezden gelmeyeymişiz iyiymiş baksana.

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Belki bu yüzden böyle şeylerin “nefret suçu” olduğunu öğretemediysek?

    “Antisemitizm” ile Siyonizm karşıtı olmanın farklı şeyler olduğunu belletemediysek?

    Neyse, ne diyelim. Umarım yaptıkları “şakanın” karşılığında Polonya polisinin kulaklarını çekmesi genç kardeşlerimize ders olur. Kazasız belasız okudukları Macaristan’a, Budapeşte’ye geri dönerler.

    Malum bir musibet bin nasihattan iyidir derler.

    Ama kardeşler belki bu sayede okudukları kente başka bir gözle bakarlar.

    Budin ve Peşte’yi ayıran Tuna kıyısındaki sahipsiz demir ayakkabılar neden orada, ya da Raoul Wallenberg kim öğrenirler.

    Naziymişim gibi çek panpa

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Ha “münferit” demişken.

    Ayşe Hür, 08.02. 2009 tarihli Taraf gazetesinde “Münferit antisemitizm vak’aları” başlıklı yazısında bu konuyla ilgili otorite sayabileceğimiz araştırmacı yazar Rıfat Bali’nin çalışmalarından yorumlarını da ekleyerek bir kronoloji derlemiş.

    İnternet ortamında madem yerimiz dar değil, hepsini kesmeden biçmeden verelim. Kararı siz verin. Bu iş münferit mi, değil mi? Bu çocuklar kültüre yerleşmiş bir “şuursuzluğun” kurbanı mı, yoksa gerçekten “antisemit” mi?

    TEK PARTİ DÖNEMİ 

    Ocak 1923 
    İzmir’de yayımlanan Türk Sesi ve Yanık Yurt gazeteleri, Türk tüccarların aralarında birleşerek ‘ahlaksız ve çıkarcı Yahudi tehlikesine’ karşı mücadele etmesini istiyordu. Yazılarda Yahudilerin Türkiye’nin ve özellikle İzmir’in ‘mikrop yuvaları’ olduğu ileri sürülüyordu. Ardından mizah dergisi Akbaba koroya katıldı ve “Yahudilerle iş yapılmayacağını duymadınız mı?”, “Bu mikropların bizimle yaşamalarına mı izin verelim?” gibi başlıklarla dolu bir dizi yazı yayımladı. Edirne’deki Paşaeli gazetesinde yayımlanan bir dizi yazı sonucu galeyana gelen Edirneliler şehir meydanında toplanarak “bu ülkeden gitme sırası size de gelecek! Yahudiler defolun!” diye bağırdı. Polis Yahudilere ait dükkânlara saldırılmasını zorlukla önledi. Babaeski gibi küçük kentlerde yaşayan Yahudiler İstanbul gibi büyük kentlere göç ettiler. Trakya’daki Alyans okulları kapatıldı. Bu öfkenin nedeni belliydi. Ermeniler ve Rumlar tasfiye edilmişti ama Müslümanlara göre çok daha zengin olan Yahudiler hâlâ Türkiye’deydiler... 

    2 Mart 1923
     Bu duyguyu resmi düzeyde ilk itiraf eden Rıza Nur oldu. Türkiye’nin Lozan Barış Görüşmeleri’nde izlediği politikayı Meclisteki gizli celsede anlatırken şöyle demişti: “Akalliyetler [azınlıklar] kalmayacaktır. Yalnız İstanbul müstesna olmak üzere (Peki Ermeniler? nidaları) Fakat arkadaşlar, kaç Ermeni vardır? (Yahudiler? sesleri) İstanbul’da otuz bin Yahudi vardır. Şimdiye kadar mazarrat [arıza/sorun] çıkarmayan insanlardır. (Gürültüler) Museviler malum, nereye çekilirse oraya giderler. Tabii, olmasalardı daha iyi olurdu derim...” 

    Haziran 1923
     Duygular böyle olunca, uygulama zor değildi. Yahudi, Rum ve Ermeni memurlar işlerinden çıkartılarak yerlerine Müslümanlar alınmaya başladı. Yahudilerin ve diğer azınlıkların Anadolu’da serbestçe dolaşımları kısıtlandı. Karar öyle ani olmuştu ki, pek çok kişi kısıtlamalar yüzünden memleketine dönemedi, gittiği yerde mahsur kaldı. Bu yetmezmiş gibi Yahudilerin Filistin’e göçmelerine de engeller konulmuştu. Kısıtlamanın kaldırılması için Hahambaşılık hiçbir girişimde bulunmadı. Bu durum ‘Yahudilerin mazarrat çıkarmayan insanlar’ olması öngörüsüyle uyumluydu. 

    Aralık 1923
     Lozan’da Yahudilerin sınır dışı edilmesi konusunda bir karar aldırılamamıştı ama, Çorlu’da yaşayan birkaç yüz kişilik Yahudi cemaatine şehri 48 saat içinde terk etmesi emredildi. Hahambaşılığın müracaatı üzerine karar ertelendi ancak benzer bir karar Çatalca için alındı ve hemen uygulandı. 

    4 Mayıs 1924
     Mustafa Kemal New York Herald gazetesine şu beyanatı verdi: “Hilafetle beraber Türkiye’de mevcut olan Ortodoks ve Ermeni kiliseleri patrikhaneleri ile Musevi hahamhanelerinin ortadan kalkması lazımdır...” Ardından İsmet Paşa Türk Ocağı temsilcilerine yaptığı konuşmada “Vazifemiz türk vatanı içinde bulunanları behemahal Türk yapmaktır. Türklere ve Türklüğe muhalefet edecek anasırı kesip atacağız” dedi. 

    Şubat 1925
     Milliyet, Cumhuriyet, İkdam, Son Saat ve Vakit gazetelerinde Türkiye’den 300 kadar Yahudi’nin Kristof Kolomb’un Amerika’yı keşfinin 435. yıldönümü kutlamalarına bir telgraf gönderdiği söylentileri boy göstermesi üzerine şiddetli bir Yahudi düşmanı kampanya başladı. Yazılarda Yahudilerden ‘nankörler’, ‘ülkenin sırtına yapışmış sülükler’ diye söz ediliyordu. Cumhuriyet gazetesi kurtuluş yolunu şöyle gösteriyordu: “Bu münasebetle şunu söylemek isteriz ki bu gibilere en iyi ceza onları kollarından tutup hudud-ı milliye haricine atmaktan ibarettir. Eğer Türkiye’de mesud ve müreffeh yaşayan Yahudilerin hepsi... İspanya’ya Filistin’e yahut diğer devletlere lâ-yezâl (sonu olmayan) bir muhabbet besliyorlarsa biz de onlara şöyle deriz: Kapılar açıktır. Buyurun bâzergânlar İspanya’ya ve istediğiniz yere!...” Bu yazıların tahrik ettiği bazı kişiler bir Yahudi gencini öldürdüler, Kuzguncuk Sinagogu’na saldırdılar. Böyle bir telgraf olup olmadığı hiçbir zaman ortaya çıkmadı. 

    13 Ekim 1925
     Yahudi cemaatinin önemli aydınlarından Avram Galante, L’Akcham gazetesinde, Türkçenin Yahudiler arasında anadil olarak kabul edildiğini açıkladıktan sonra cemaati uyardı: “Toplumu yöneten bu kanunlar nedeniyle bu azınlıkların ya sıfıra indirgenmeleri ya da türdeşleşmeleri lazımdır. Bütün azınlıklar Türklerle asimile olmanın kendi çıkarlarına uygun olduğunun pekâlâ farkında olup ‘sürüden uzaklaşan kaybolur’ sözünün anlamını da çok iyi kavramaktadırlar.” 

    1 Ağustos 1926
     Yahudilere yönelik ‘sadakatsizlik’, ‘nankörlük’ gibi ithamlardan bunalan cemaat önderleri Lozan Antlaşması’nın 42. maddesinden feragat ettiklerini beyan eden mazbatayı Başvekâlete gönderdiler. Karar kamuoyuna, sadece 42. maddeden değil, tüm azınlık haklarından vazgeçtikleri şekilde yansıdı. Dünya Yahudi kuruluşlarından Türk Yahudilerine yönelik ‘korkaklık’ ithamları karşısında öfkelenen Hahambaşı Becerano, söz konusu toplantıya katılmadığı halde “Bu konuyla ilgili artık hiçbir şey duymak istemiyorum... Biz Türk Yahudileri bizi ilgilendiren konularda dışarıdan müdahaleyi red ediyoruz. Türkiye Yahudi cemaati haklarının korunması için Türk hükümetine pekâlâ güvenebilir. Hiçbir yabancı yardıma ihtiyacı yoktur!..” demek zorunda kaldı. 

    17 Ağustos 1927
     Elza Niyego adlı 22 yaşındaki Yahudi kızı, kendisine âşık olan ve uzun süredir taciz eden evli ve torun Osman Ratıp Bey tarafından öldürüldü. Genç kızın cansız bedeninin saatlerce sokakta üstü bile örtülmeden tutulması yetmezmiş gibi, Osman Ratıp’ın mahkeme yerine akıl hastanesine gönderilmesi Yahudi cemaatinde büyük tepkiye neden oldu. Katilin eski Hicaz Valisi’nin oğlu ve II. Abdülhamit’in emir subayı olması, kurbanın ise sıradan bir Yahudi olmasından dolayı, olayın örtbas edileceği endişesi duyan Yahudi cemaati, geleneksel çekingenliğini ilk kez bir yana bırakarak, 18 Ağustos’taki cenaze törenine kitlesel biçimde katıldı ve “adalet istiyoruz” diye haykırdı. 15 bin civarında olduğu tahmin edilen kalabalığın cenazeyi bir gövde gösterisine dönüştürmesi basının Yahudi düşmanlığını körüklemesine vesile oluşturdu. Gazetelerde “nankörler”, “küstahlar” başlıkları belirir. Resmî makamlar da Yahudi cemaatini hizaya getirmeye karar verdiler. Bir süre sonra cenazede Türk düşmanı sloganlar attıkları, trafiği engelledikleri ve polisle çatıştıkları gerekçesiyle dokuz cemaat üyesi ile cinayete tanık olan bir Rus mahkemeye verildi. Uzun bir yargılama sürecinden sonra, suçlananlardan dördü, ‘Türklüğü tahkir ve tezyif’ ettiklerinden birer sene hapse mahkûm oldu. 

    13 Ocak 1928
     Darülfünun Hukuk Fakültesi Talebe Cemiyeti’nin yıllık kongresinde tarihe “Vatandaş Türkçe Konuş!” sloganıyla geçen azınlıkları Türkçe konuşmaya mecbur eden kampanya başlatıldı. Bütün ülke afişlerle donatıldı, gençler Türkçe konuşmayan azınlıkları uyarmaya başladılar, uyarılara uymayanlar tehdit edildi, dövüldü, yargılandı. Aynı yıl ülkedeki yabancı okullarla birlikte Yahudi okullarının da önemli bölümü kapandı. 

    Eylül 1929
     Defterdarlık, Yahudi okullarını, Or Ahayim Hastanesi’ni, Ortaköy Yetimhanesi’ni ve sinagogları ticari müessese sayarak bunlara yapılan bağışları ve intikalleri vergilendirmeye karar verdi. Uygulama geriye doğru, 1925 yılından başlatıldı. Bu yüksek vergileri ödeyemeyen Hahambaşılığa haciz geldi. Hükümetin baskıları sürdü ve bağışlar sıkı takibe alındı. Böylece Yahudi cemaati giderek ekonomik kıskaca alınıyordu. 

    Ekim 1930
     Belediye seçimleri sırasında Cumhuriyet ve Anadolu gazetelerinde, yeni kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın (SCF) listesinde altı Rum, dört Ermeni ve üç Yahudi olmasından söz ediliyor, gayrimüslimlerin ‘Türklük karşıtlığı’ esasında SCF etrafında toplandığı, CHF’nin listesinde ise sadece Türklerin olduğu anlatılarak kadim gayrimüslim düşmanlığından medet umuluyordu. CHF İstanbul Mebusu İhsan Paşa seçmenleri “Hamparsunların, Mişonların, Yorgoların rey verdiği bu fırkaya nasıl utanmadan rey veriyorsunuz?” diye azarlamıştı. Anlaşılan azınlıklar hala ‘vatandaş’ olarak görülmüyordu. Yahudi cemaatinin önde gelenleri, TBMM Reisi Kazım Paşa’yı Dolmabahçe Sarayı’nda ziyaret ettiler ve Yahudilerin Cumhuriyet’e karşı besledikleri vatanperver duyguları ve sadakati tekrar teyit ettiler. 

    Kasım 1932
     İzmirli her Yahudi’ye Türk kültürünü benimsemeye ve Türk diliyle konuşmaya söz veren birer taahhütname imzalatıldı. İzmir Yahudilerini Bursa, Kırklareli, Edirne, Adana, Diyarbakır, Ankara Yahudileri izledi. Gazetelerde, gruplar halinde ihtida eden Yahudi (ve Ermeni) kızlarının haberleri çıkıyordu. 

    21 Haziran-4 Temmuz 1934
     Ama daha kötüsü yoldaydı. Irkçı Cevat Rıfat Atilhan’ın Milli İnkılapdergisindeki, Nihal Atsız’ın Orhun dergisindeki Yahudi aleyhtarı ve ırkçı yazılarla galeyana gelen kitleler, Çanakkale, Gelibolu, Edirne, Kırklareli, Lüleburgaz, Babaeski’de Yahudilere saldırdılar. Olaylarda Yahudilere ait evler ve mağazalar yağmalandı, kadınlara tecavüz edildi., bir haham öldürüldü. CHF Trakya teşkilatının örgütlediği anlaşılan olaylar sonucu 15 bin Yahudi, mal ve mülklerini geride bırakıp can havliyle başka şehirlere, ülkelere kaçmak zorunda kaldı. Yani Cumhuriyet’in ilk ‘pogrom’ uygulaması oldukça başarılı geçmişti. 

    Ağustos 1935
     ‘Uysal’ ve ‘uyumlu’ Yahudi cemaatinin tepkisini Şubat 1935’de milletvekili seçilen Yahudi Doktor Samuel Abravaya’dan (Marmaralı) öğrenelim. Dr. Abravaya kendisiyle röportaj yapanWord Jewry dergisinin muhabirine “Türkiye’de hiçbir vakit ne dinî, ne de iktisadi Yahudi aleyhtarlığı olmuştur... Memleketimizde ayrıca muayyen Yahudi meselesi yoktur... Hayatımız emin, saadetimiz mahfuzdur. Türkler misafirperver ve âlicenaptır” demişti. Ancak röportajın Türkçeye çevrilmesiyle fırtına koptu. Abravaya’nın kullandığı ‘misafirperver’ ifadesine atıfta bulunan bir gazeteci Yahudi milletini ‘ev sahibinin işi ile, ıstırabı, didinmesi, çalışması, yorulması ile hiç alakadar olmayarak çatı altında ipliğini boyayan misafire’ benzetti. Diğer gazetelerde de benzer yazılar çıktı. 

    Ocak 1937
     Avrupa’daki faşist ve nasyonal sosyalist dalganın Türkiye’ye varması zor olmadı. İstanbul’da Cağaloğlu’nda Alman Enformasyon Ofisi açıldı, Almanca yayın yapan Türkische Post ve Yunus Nadi’nin Cumhuriyet gazeteleri Nazi propagandası yapmaya başladı. 

    Ağustos 1938
     Hükümet “Tebaası oldukları devlet arazisinde yaşama ve seyahat bakımından baskılara tâbi tutulan Musevilerin bugünkü dinleri ne olursa olsun Türkiye’ye girmeleri ve ikametleri yasaktır” diyen 2/9498 numaralı kararnameyi çıkardı. Ülkenin tek resmi haber ajansı Anadolu Ajansı’nda çalışan 26 Musevi personelin işine son verildi. Gazete ve dergilerde genel olarak azınlıkları, özel olarak da Yahudileri ülkenin çektiği sıkıntıların sorumlusu gösteren yazı ve karikatürlerde patlama oldu. 

    İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI DÖNEMİ
     

    8 Ağustos 1939
     Bir yıl geçmemişti ki, Türkiyeli Yahudilerin yüreğini dağlayan bir olay yaşandı. Avrupa’nın çeşitli yerlerinden topladığı 860 Yahudi mülteciyi Filistin’e taşırken, yolda karşılaştığı bazı sorunlar yüzünden İzmir’e sığınmak zorunda kalan Parita gemisi, yolcuların “Bizi öldürün ama geri göndermeyin” haykırışlarına rağmen 14 Ağustos’ta iki polis motorunun refakatinde limandan çıkarıldı. Gemi çıkarılırken Ulus gazetesi “Serseri Yahudiler İzmir’den gitti” diye başlık atmıştı. 

    28 Aralık 1939
     Erzincan’da büyük bir deprem oldu ve on binlerce kişi öldü. Bunu duyan Tel-Aviv, Hayfa, Buenos Aries, New York, Cenevre, Kahire ve İskenderiye’deki Yahudi cemaatleri aralarında topladıkları paraları, giyim eşyalarını Türkiye’ye yolladılar. Ancak gazetelerde Yahudilerin bu tavrını alaya alan, altında kötü niyet arayan yazılar, karikatürler boy gösterdi. 

    12 Aralık 1940
     Romanya’nın Köstence limanından aldığı 342 Yahudi mülteci ile İstanbul’a varan ‘yüzen tabut’ namlı Salvador’un (aslında 40 kişilik bir tekneydi) bir mil bile gidecek hali olmadığı açık olduğu halde Türk makamları, gemiyi yoluna devam etmesi için zorladı. Sonuç hazindi: 13 Aralık günü Silivri açıklarına şiddetli fırtınaya yakalanan Salvador’un parçalarından tam 219 ölü toplandı. Buz gibi denizden sağ kurtulmayı başaran 123 kişiden 63’ü Bulgaristan’a geri gönderildi, gerisi ise Darien II adlı bir gemiyle 19 Mart’ta Filistin’e ayakbastı. 

    22 Nisan 1941
     Bir gün kapılarında beliren jandarmalar tarafından 12 bin gayrimüslim erkek, sivrisinek kaynayan ve sıtma yayan bataklığın, rutubet, çamur ve aşırı sıcağın bunalttığı, su darlığı çekilen altyapısız kamplara gönderildiler. “İstanbul’u unutunuz!” diye bağıran çavuşları ve subayların sesi dönemi yaşamış tüm azınlıkların belleğine yerleşti. ‘20 Kur’a İhtiyatlar denilen bu ‘askerler’, Zonguldak’ta tünel inşaatlarında, Ankara’da Gençlik Parkı’nın yapımında, Afyon, Karabük, Konya, Kütahya illerinde taş kırma, yol yapma gibi ağır işlerde çalıştırıldılar. 20 Kur’a İhtiyatlar, 27 Temmuz 1942 günü terhis edildiler. 

    15 Aralık 1941
     Savaş Almanların lehine geliştikçe, kalpler daha da katılaştı. Köstence limanından aldığı 769 Romen Yahudisini Nazi zulmünden kaçırıp Filistin’e götürmek isteyen Struma gemisine, Türkiye’nin izin vermemesi yüzünden 2,5 ay Sarayburnu açıklarında hastalıkla ve ölümle pençeleştikten sonra Karadeniz’e çıkarıldı. Kararı duyan çaresiz yolcular geminin iki yanına üzerinde büyük harflerle “Immigrants Juifs” (Yahudi mülteciler) yazılı bezler asmışlar, tepeye de “Sauvez-nous” (bizleri kurtarınız) yazılı beyaz bayrak çekmişlerdi. Bunun üzerine 200 kadar polis gemiye çıkıp yolcuları tekme tokat güverte altına soktular. Daha sonra geminin çıpası kesildi, dev bir kılavuz gemisine bağlanarak Karadeniz’e çekildi. Struma, 23 mil açıkta, motorsuz, yakıtsız, yiyeceksiz, susuz, ilaçsız kaderine terk edildi. 24 Şubat 1942 günü, saat 02.00’de kimliği bilinmeyen denizaltılarca batırıldı. Faciadan sadece bir kişi kurtuldu. Olaydan sonra başbakan Refik Saydam şöyle demişti: “Türkiye başkaları tarafından arzu edilmeyen insanlara mekân olamaz!” 

    11 Kasım 1942
     Savaş sırasında ortaya çıkan mali sorunları aşmak gerekçesiyle Varlık Vergisi çıkarıldı. Kanuna evet oyu verenler arasında Afyonkarahisar mebusu Ermeni asıllı Berç Türker (soyadı Atatürk tarafından verilmişti) ile Eskişehir mebusu Rum kökenli İstamat Özdamar da vardı. Vergi mükelleflerinin yüzde 87’si gayrimüslimdi. Ermeni tüccarlar kapital güçlerinin yüzde 232’si, Yahudi tüccarlar, yüzde 179’u, Rum tüccarlar yüzde 156’sı, Müslüman-Türk tüccarların ise yüzde 4,94’ü oranında vergilendirilmişlerdi. Vergilerini ödeyemeyenler Aşkale, Sivrihisar, Karanlıkdere kamplarına gönderildiler. Kimi malını, kimi canını, kimi onurunu, kimi Türkiye’ye inancını yitirdi. 

    Naziymişim gibi çek panpa


    ÇOK PARTİLİ DÖNEM
     

    30/31 Ocak 1947
     Urfa’nın Kendirli mahallesinde yaşayan yedi kişilik Yahudi ailesinin tüm fertleri katledilmiş olarak bulundu. Cinayetten Urfalı Yahudi cemaati sorumlu tutuldu ve şehirdeki tüm Yahudi erkekleri tutuklandı. Urfalılar dava boyunca Yahudilere boykot uyguladılar. Üç yıl sonra tutuklanan tüm Yahudiler salıverildi ancak Urfa’nın Yahudileri de şehirden uzaklaşmak zorunda kaldılar. 

    Mayıs 1948
     İsrail Devleti’nin kurulması, Türkiyeli Yahudilerde gurur ve heyecan yarattı. Artık Türkiye’deki ırkçıların saldırıları karşısında sığınabilecekleri bir ülke vardı. Kitlesel olarak İsrail’e göç etmeye başladılar. Yıllardır Yahudileri ülkeden kaçırtmak için ellerinden geleni yapan kesimler, bunu da Yahudilere hakaret etmek için kullandılar. ‘Nankör Yahudi’ klişesi yeniden ve yaygın biçimde dolaşıma sokuldu. 

    1952
     Sahibi olduğu Vatan gazetesi aracılığıyla çok partili dönemde yeniden güçlenen İslamcı çevrelerle ideolojik bir tartışma yürüten Ahmet Emin Yalman’a Malatya’da silahlı saldırıda bulunan Hüseyin Üzmez “Yalman, Türkiye’yi perde arkasından idare eden güçlerin baş temsilcisiydi... Yalman’ı tanımak için her şeyden önce ‘Dönme’liği bilmek lazımdır” demişti. Peki, ‘dönmelik’ neydi? İzmirli mistik haham Sabetay Sevi Kabala’ya göre ‘kıyamet günü’nün geldiğini hesaplayarak 1666’da Mesihliğini ilan etmiş ancak tövbe edip Müslümanlığa ihtida etmişti. Onu Mesih olarak kabul eden müritleri de kendisiyle birlikte ihtida ettiği halde gizlice Yahudi dinine göre ibadet etmeye devam etmişlerdi. Bu kişilere ‘Dönme’ denmişti. Dönmelerin en yoğun yaşadığı yer Selanik’ti. Selanik aynı zamanda Batı kültürünün, gelişmiş ekonomik ilişkilerin, Mason localarının, İttihat ve Terakki’nin de merkeziydi. İslamcı kesim, ‘Ulu Hakan’ Abdülhamit’in Theodor Herzl’e Filistin’de toprak satmayı reddettiği için Siyonistlerce düşman bellendiğini düşünüyordu. Abdülhamit’e İttihatçıların ‘hal’ kararını tebliğ eden heyette Yahudi asıllı Mason Emanuel Karasu’nun bulunması, Saltanatı ve Hilafeti kaldıran Mustafa Kemal’in de İttihatçı ve Selanikli olması gibi öncüllerden hareketle, bu tarihsel olayların ‘Dönme/Mason/Haçlı’ komplosu olduğuna inanmışlardı. Üzmez’in cinayet teşebbüsünün ‘tarihi’ kılıfı işte buydu. 

    26 Ocak 1970
     1967’deki Altı Gün Savaşı’nın Arapların hezimetiyle sonuçlanması ve 1969’da Müslümanlarca kutsal sayılan Mescid-i Aksa’nın fanatik bir Yahudi tarafından kundaklanmasının tırmandırdığı anti semitik atmosferde, Necmettin Erbakan Milli Nizam Partisi’ni kurdu. Partiye masonların ve Siyonistlerin alınmayacağını ilan eden Erbakan ve arkadaşları ‘beynelmilel Yahudilik’, ‘beynelmilel Siyonizm’, ‘Nil’den Fırat’a Büyük İsrail’, ‘Ortak Pazar Siyonizmin bir oyunudur’ ‘Ortak Pazar’a girmek Türkiye’nin İsrail’e bir vilayet olmasıyla sonuçlanabilir’, ‘İsrail Güney Amerika’ya nakledilmelidir’ gibi fikirlerin mucidi olarak, antisemitizm tarihçemize önemli katkılar yaptılar. 

    6 Eylül 1986
     İstanbul Galata’daki Neve Şalom Sinagogu’na Filistinli Abu Nidal Örgütü’ne bağlı teröristler tarafından yapılan bombalı ve makineli tüfekli saldırısında 22 kişi öldü ancak olay büyük tepki yaratmadı, çünkü Filistin davasına kamuoyunda büyük sempati vardı. 

    Aralık 1991
     Antisemitizmden Kürtlerin veya solcuların da muaf olmadığını Kürt aydını Musa Anter’inYeni Ülke gazetesinde Oktay Ekşi’ye yönelik bir eleştirisinde gördük. Anter “Görüyor musunuz Yahudi kökenli Hürriyet gazetesinin köşesine bir engerek gibi çöreklenen Türk basınında bilmem ne başkanı olan bu adamı” diye başlıyor, Ahmet Emin Yalman, Sami Kohen, Sedat Simavi ve Çoşkun Kırca için de benzer ithamlarda bulunduktan sonra “Sırtını İsrail’e dayamış ve zaten ödevi Anadolu halkları arasına fesat sokmaktır... Ben Yahudi dediğim zaman bugünkü İsrail devletini kastetmiyorum. Benim sözüm karaktersiz olup Yahudilikten dönmelerdir. Bunlar Türkiye’de her sahaya hakîm durumdadırlar” diye bildik klişeyi tekrarlıyordu. Anter hızını alamayıp, Yahudilerin İspanyol katliamından kurtarılıp Osmanlı ülkesine getirilmesinden pişman olduğunu söylemeyi de ihmal etmiyordu. 

    4 Mart 1996
     Hapisten yeni çıkan muhafazakâr Kürt milliyetçisi Abdülmelik Fırat ise Sabah yazarı Nuriye Akman’ın “Yaşar Kemal sizi ziyaret ettiği mi” sorusuna “Aramadı. Arayabilir de, Yaşar Kemal’in hanımı İsrailoğullarından Hz. Meryem’in kızkardeşidir. O bırakmıyor. Yoksa o beni severdi” demişti. Akman’ın “Eşinin bu işle ne ilgisi var” sorusuna Fırat şöyle cevap veriyordu: “İsrailoğulları’nın Kürtler’in aleyhinde lobileri var dünyada. Yaşar Kemal de bizim Kürt aydınımız, onu da bir İsrailoğlu yakalamış, bizi aratmıyor.” Anlaşılan Yahudilerin ‘Arz-ı Mevud’ dedikleri toprakların Kürdistan coğrafyasını kapsadığına dair söylenceler Kürt aydınlarını da etkilemişti. 

    1999
     İsmail Cem için “Dışişleri Bakanlığındaki Salomon” başlığını kullanan Aydınlık gazetesi, Revivo’nun “Yahudi asıllı dışişleri bakanı İsmail Cem tarafından Türkiye-İsrail détente’ına katkıda bulunmak üzere tezgâhlandığı iddia etti. ‘Eksantrik aydın’ Yalçın Küçük Aydınlık dergisindeki yazıları ve kitaplarıyla “Türkiye’de egemen elit Sabetayist kökenlidir” iddiasını ispatlamak için isim-bilim (onamastik) adını verdiği yöntemi kullanarak neredeyse her taşın altında bir Sabetaycı bulmayı başardı. 

    YAKIN DÖNEM
     

    Eylül 2000 
    İsrail Başbakanı Ariel Şaron’un Kudüs’te Mescid-i Aksa’ya yaptığı kışkırtıcı ziyaretle başlayan İkinci İntifada’dan (El Aksa İntifadası) sonra gerek sağ, gerekse sol kesimlerde İsrail eleştirileriyle Yahudilik eleştirileri daha da karışmaya başladı. 

    15 Kasım 2003
     İstanbul’daki iki sinagoga saldırı düzenleyenlerden Nurullah Kuncak’ın ailesi, Milliyetgazetesine “Evde büyük tepki olmadı. Çünkü Yahudilere yapılmıştı. Zaten Kuran-ı Kerim’de ‘Yahudileri dost edinmeyin’ diyor. [Yahudileri] Pek sevmezdik. Pek değil, hiç sevmezdik” diye cevap verdiğinde kimse bu sözleri garipsemedi. Saldırıların ertesinde ATV kameramanına konuşan vatandaşlar “yoldan geçmekte olan ve Yahudilikle ilgisi olmayan masum insanlar öldüğü” için üzülmelerinin, yani saldırıyı yapanları, adeta “dikkatsiz oldukları” ve “Yahudi olmayanların da hayatını tehlikeye attıkları” için eleştirdiler. 

    18 Şubat 2004
     Hürriyet gazetesinde “Barzani Ailesinin Yahudi Olduğu Ortaya Çıktı” başlıklı bir haber yayımlandı. Ahmet Uçar adlı bir tarihçi Osmanlı arşivlerinde, 1856 yılında Sallum Barzani isimli bir hahamın, Musul’dan Selanik’e, oradan da Hahambaşılığı’nın özel ricasıyla Kudüs’e sürgün edildiğine dair bir belge bulmuş ve Barzanilerin Yahudi olduğunu anlamıştı. Daha önce başka birinin iddia ettiği ‘Bedirhanilerin Yahudi olduğu’ gerçeği (!) ile ‘Bağımsız Kürdistan’ın bir Yahudi planı olduğu; Barzani ailesinin zaten Yahudi dönmesi olduklarını birleştirerek Güney Kürdistan’daki devletin ‘Küçük İsrail’ olacağını keşfedivermişti. Böylece kamuoyunun kafasında, Kürtlerin tarihsel talepleri, bir Yahudi komplosuna dönüştürülüvermişti. 

    17 Ağustos 2004
     Vakit gazetesinde Abdurrahim Karakoç şöyle diyordu: “Dünya kamuoyunda ‘ırkçı, sadist, canavar’ olarak takdim edilen Adolf Hitler’in basiretine hayran olmamak elde değil. Hitler bugünleri görmüş ta o zaman. Dünyanın başına bela olacaklarını bildiği içindir ki, ırkçılığı din gibi algılayan, yeryüzünü kana bulamaktan zevk alan hokkabaz Yahudileri temizlemiş. Uzağı gören ikinci adam ise Usame bin Ladin’dir.” 

    31 Aralık 2004
     Milli Gazete yazarı Mahmut Toptaş yazısında “Dışişleri Bakanımız Sayın Abdullah Gül beyin, işgalci, eli kanlı, katil, İsrail Başbakanının yanına giderken Kur’an-ı Kerim’de Yahudiler hakkında haber verilenleri Diyanet İşleri Başkanlığı’nın mealinden okur ümidi ile bazı ayetlerin listesini sunuyorum” dedi ve Kur’an’dan ayetleri sıraladı. 

    23 Ocak 2005
     Kayserispor-Mardinspor maçında seyirciler Kayserispor’un İsrailli futbolcusu Pini Balili aleyhine tezahürat yaptılar. Sloganların bir kısmı Yahudiliğe sövme şeklindeydi. Bu olay Nisan 2002’de Haim Revivo’nun başına gelenleri anımsatıyordu. Balili, Filistin meselesinin alevlendiği her dönemde benzer saldırılara uğradı. 

    Şubat 2005
     Adolf Hitler’in Kavgam kitabı tam 13 yayınevi tarafından yüz bini aşkın sayıda basıldı. 1934’ten beri 50’ye yakın baskısı yapılan kitap MHP’nin ve Genç Parti’nin tabanı için bir nevi ‘el kitabı’ haline gelmişti. Bazı iddialara göre polis okullarındaki öğrenciler arasında da çok revaçtaydı. Bu yılın bir diğer best-seller’i Siyon Protokolleri adlı Yahudi düşmanı düzmece kitaptı. Bu kitap da Cumhuriyet tarihi boyunca 100’den fazla baskı yapmıştı. 

    Haziran 2005 
    Yalçın Küçük’ün yolunu izleyen Soner Yalçın, Efendi, Beyaz Türklerin Büyük Sırrı adlı romanında Sabetaycılık/Selanik/Masonluk/İttihat ve Terakki/Komploculuk izleğini çok etkileyici tarzda işledi. Kısa sürede yüz binden fazla satan kitap sayesinde “dünyayı Yahudiler, Türkiye’yi dönmeler idare eder!” şiarı zihinlere iyice kazındı. 

    Eylül 2008
     ABD merkezli PEW Araştırma Merkezi’nin Eylül 2008’de açıkladığı Küresel Tutumlar Araştırması’na göre, 2004’te Türklerin yüzde 49’u, 2006’da yüzde 65’i Yahudilere karşı olumsuz görüşlere sahipken, günümüzde neredeyse her dört kişiden üçü (yüzde 76) olumsuz duygulara sahip olduğunu ifade ediyor. Tüm yaş ve eğitim gruplarında aynı oranlar söz konusu. Bu oranların İsrail’in Gazze saldırısından sonra arttığı tahmin ediliyor. 

    5 Şubat 2009 
    AKP Ankara İl Başkanlığı’nın internet sitesinde “...Hitler’in Yahudileri fırınladığı, kalabalık kitleler halinde öldürdüğü iddiaları da tarihi gerçeklere uymamaktadır... Öldürülenler de diğerlerinin Filistin topraklarına göç etmelerinin sağlanması için öldürülmüşlerdir...” yazdığı görüldü. Acaba bu yazıyı siteye koyanlar ‘soykırım inkârcılığı’nın en tipik antisemitizm tezahürlerinden biri olduğunu bilmiyorlar mıydı? 

    Kaynakça: Rıfat N. Bali, Bir Türkleştirme Serüveni, 1923-1945, İletişim, 2005; a.g.y., Musa’nın Evlatları, Cumhuriyet’in Yurttaşları, İletişim, 2003; a.g.y., Devlet’in Yahudileri ve “Öteki” Yahudi, İletişim, 2004; PEW araştırması: http://pewglobal.org/reports/pdf/262.pdf.