hourSON DAKİKA
left-arrowright-arrow
weather
İstanbul
down-arrowup-arrow

    Cem Akaş: "Ütopyalar bugün sıkıcı birer kurgu olmaktan öteye gidemiyor” ”

    Cem Akaş: Ütopyalar bugün sıkıcı birer kurgu olmaktan öteye gidemiyor”  ”
    expand
    KAYNAKBetül Memiş / Cnnturk.com

    “Yalnızca kadınların yaşadığı bir dünyayı bir erkek olarak anlatma hakkını kendinde bulmak belirli bir küstahlık barındırıyor bence, “Ne münasebet?” dedirtecek bir durum. Ayrıca yine bugün yaşayan, bir erkek olarak gelecekteki olası bir kadın toplumunu ancak sınırlı bir biçimde, muhtemelen de çarpık bir algıyla inşa edebilirim ancak…” diyen Cem Akaş ile son kitabı “Y”nin kapsamında bir röportaj gerçekleştirdik…

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    “İnsanın önceden belirlenmiş ve varlığa geldikten sonra da temel niteliği olarak varsayacağımız bir doğası var mıdır? 19. yüzyıla değin birçok filozofa göre böyle bir insan doğasından söz edebilirken, varoluşçu akımların süreklilik kazandığı 20. yüzyıl felsefesindeki hâkim görüş, böylesi bir doğanın olmadığıdır…” Birkaç zamandır -ki felsefeye şerbetliyimdir- bu sorularla mesai içindeyken, karşıma “Y” çıktı… “Y kromozomunun yeryüzünden silinmiş olduğu, artık yalnızca kadınların yaşadığı bir dünya. Geçmişin siyasetinden, ekonomisinden, toplum yapısından, kültürel birikiminden, ilişki biçimlerinden nefret edilen bir dünya bu, çünkü hepsi erkek yapımı. Artık yeni kurallar var, çünkü eski insanlar yok… Constantine, böyle bir dünyaya doğan bir erkek çocuk…” Son kitabı (2016) “Sincaplı Gece”den sonra yeni kitabı “Y” ile bu güzergâhtan selamını veriyor Cem Akaş…

    “Hayat punk olmana izin vermiyor”

    Yolcu Tiyatro’dan “Kürklü Venüs” yorumu

    “Y”deki derdim, yalnız kadınların yaşadığı bir dünyanın nasıl olacağını irdeleyeceğim bir ütopya ya da distopya yazmak değildi. Bugünkünden farklı ama bugünküne benzer yanları da olan, yalnızca iyi ya da topyekûn kötü olmayan bir dünya olması gerektiğini, statik değil dinamik olması gerektiğini düşündüm; bunun için de totaliter olmayan, iktidarın karşısında muhalefetin de olduğu, özgürlüklerle baskıların gelgitinde kurgulanmış bir düzene ihtiyaç duyduğuma karar verdim” verdim diyen Akaş, söyle devam ediyor: “Ama bu arka planda işleyecek bir mekanizmaydı, asıl anlatmak istediğim, Constantine’in ‘insan olma’ macerasıydı. Burada insan olmayı, Pinokyo’nun bir odun parçasından kuklaya, oradan da insan olmaya ulaşan macerasını düşünerek kullanıyorum. Böyle bakıldığında, çok yabancı bir dünyada geçse de aslında çok tanıdık bir hikayeyle karşı karşıya olduğumuzu görebiliriz…” Kitaptaki ‘y’nin ‘insan olma’ mücadelesi, günümüz medeniyetinde ve hayatta da karşılığını ‘varolabilme’ ve ‘kendin olabilme’ye kadrajlıyorsa; belki de Kesmeşeker’in şarkısında da dillendirdiği üzere; Metin Kurt gibi yalnızızdır ceza sahasında, kimbilir!? 

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    “Kadınların yaşadığı dünyaya fırlatılmış bir oğlan çocuğu”

    Heidegger ve Camus’ye göre insan, “dünyaya fırlatılmış” bir varlıktır. Y’nin ilk bölümünü okurken kafamda beliren cümleydi bu. Özgürlük için deliren insanoğlu, bir yanıyla da aidiyetlikler üzerinden kendini tanımlamaya çalışıyordu. Paralel evrenler hikayesi, misal; başka bir ailenin yamacında, nasıl bir Constantine olurdu? Roman için varoluş üzerine diyebilir miyiz? 

    Constantine’in hikayesi dediğiniz gibi çok farklı şekillerde gerçekleşebilir, yazılabilirdi; biyolojik annesi onu terk etmeyebilirdi belki, o evin kapısına değil de başka bir evin kapısına ya da devlet dairesine bırakabilirdi; onu evlat edinen kadınlar da böyle davranmayabilir, korkabilir, Constantine’i hemen yetkililere teslim edebilirdi. Bunda şaşılacak bir şey yok öte yandan, hepimizin hayatları böyle biçimleniyor sonuçta. Constantine’in özelinde onu çok farklı kılan, dolayısıyla seçeneklerini belki de azaltan bir durum var - yalnızca kadınların yaşadığı bir dünyaya fırlatılmış bir oğlan çocuğu o. Dolayısıyla hayatta kalacaksa o hayatın her adımında mücadele vermesi gerekeceğini tahmin etmek zor değil. Bu mücadelede ona destek olan insanlar yok mu, var, ama aslında öyle mutlak bir yalnızlığı var ki, bu destekleri de küstürmek, kendinden uzaklaştırmak zorunda kalıyor bir aşamada, en azından aklı daha fazlasına ermiyor diyelim. 

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Bir röportajınızda; “Kadınların erkeklerden üstün olduğuna inanıyorum; eşit hak peşinde koşması gerekenler erkeklerken tarih içinde her şey nasıl bu hale geldi hayret doğrusu!” diyorsunuz. Ben sorunun yine de 206 kemik insandan yana olduğunu ve ‘kadın’ ve ‘erkek’ gibi ayrımların da olmadığını düşünüyorum. Ezcümle: Kitap, kadın ve erkek mevzusunda iki güzergaha, düşünceye taban olup açılsa da nedense bende uyandırdığı hissiyat; insan denen yaratıkta bir sorun olduğu üzerineydi… 

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Katılıyorum. Yalnızca kadınların olduğu bir dünyayı tasarlarken, bugünkü sorunlarımızın önemli bir bölümünün çözülmüş olacağını düşündüm, ama bunun yerine yeni sorunlar çıkacağını, bazılarının değişmeden kalacağını da düşündüm. O değişmeden kalanlar, sizin işaret ettiğiniz “insan olma” sorunları aslında. Bunlar da kısaca söyleyecek olursam güç yapısının sürmesinden kaynaklanıyor, en benzer insanların bile birbirlerini ve kendilerini farklılaştırma güdüsünden kaynaklanıyor, korkudan ve bu korkunun yönetiminden kaynaklanıyor. 


    Cem Akaş: Ütopyalar bugün sıkıcı birer kurgu olmaktan öteye gidemiyor”  ”

    Fotoğraf: Esra Özdoğan

    “İyi olmak, başkasının iyiliğini istemek cesaret ister”

    Brecht’in ‘Sezuan’ın İyi İnsanı’ndaki bir replik: “Sezuan’da iyi insan olmanın yolu yok!” Sizce yaratılan yahut bizim yarattığımız kendi ‘küçük Sezuanlar’ımızda iyi insan olmanın yolu var mıdır? ‘Y’nin ‘Sezuan’ı nasıl veyahut sizin yarattığınız dünyadaki Constantine’e gelecekte ne kadar yer var? 

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Constantine’i ölüme terk etmeyi reddeden iki annesi iyi insanlar mı? Çocuğu evlat edinmelerine şiddetle karşı çıkan annane Zelda kötü bir insan mı? Bir erkek çocuğun varlığını, yenidünya düzenine yönelik ölümcül bir tehdit olarak gören, ondan korkan, onun ortadan kaldırılmasını isteyen milyonlarca insan kötü mü? Bütün bu soruların benzerlerini çağlar boyunca benzer konular bağlamında sormak mümkündü, bugün de mümkün, Türkiye’de de mümkün. Korku, iyi olmayı engelleyen en güçlü etmenlerden biri her zaman; iyi olmak, başkasının iyiliğini istemek cesaret ister. 

    İşgal altında bir İstanbul: Hercümerç

    Gün Zileli'nin anıları Kentlerde ile sürüyor

    “Y”yi yazarken sürecinizde sizi etkileyen hissiyat ve algı neydi? Fona yasladığınız ne vardı?

    “Y”nin ortaya çıkışında erkek şiddetinin, baskısının yaygınlığını görmezden gelmeyi imkansız kılan haber seli karşısında duyduğum çaresizlik vardı aslında. Bu erkek milletini toptan ortadan kaldırmadan bu dünya düzelmeyecek hissi çok güçlenmişti. O sıralarda okuduğum bir genetik kitabında, Y kromozomunun diyelim ki bir milyon yıl içinde yok olmasının ihtimal dahilinde olduğunu görünce, kafamda bazı çarklar dönmeye başladı. Aynı süreçte bir de film hikayesi yazmaya başladım “Son Kişot” adında, iki kadının erkeklerden intikam alma yoluna çıktığı, Tarantino elinden çıkmış bir “Thelma ve Louise” filmi gibi bir film – abartılı ve estetize bir şiddetin sevimli ve haklı gösterildiği film. O bir kenara çekildi sonra, ben de “Y”deki dünyanın derinliklerine daldım. 

    “Derdim ütopya ya da distopya yazmak değildi” 

    Y’deki derdiniz yahut dert edindiğiniz eşik neresiydi? Yazım sürecinizde bildiğinizin başka bir boyutu ile karşılaşma gibi durumlar oldu mu? 

    “Y”deki derdim, yalnız kadınların yaşadığı bir dünyanın nasıl olacağını irdeleyeceğim bir ütopya ya da distopya yazmak değildi, öncelikle onu söylemek isterim. Bugünkünden farklı ama bugünküne benzer yanları da olan, yalnızca iyi ya da topyekûn kötü olmayan bir dünya olması gerektiğini, statik değil dinamik olması gerektiğini düşündüm; bunun için de totaliter olmayan, iktidarın karşısında muhalefetin de olduğu, özgürlüklerle baskıların gelgitinde kurgulanmış bir düzene ihtiyaç duyduğuma karar verdim. Ama bu arka planda işleyecek bir mekanizmaydı, asıl anlatmak istediğim, Constantine’in “insan olma” macerasıydı. Burada insan olmayı, Pinokyo’nun bir odun parçasından kuklaya, oradan da insan olmaya ulaşan macerasını düşünerek kullanıyorum. Böyle bakıldığında, çok yabancı bir dünyada geçse de aslında çok tanıdık bir hikayeyle karşı karşıya olduğumuzu görebiliriz. Farklı kapsamlarda olsa da hemen hepimiz buna benzer bir deneyim yaşamışızdır, yaşayan birini tanıyoruzdur. Nedir o deneyim? Kendini var etme deneyimi. Özünde diretme, öz olmayanda uzlaşma, özünü doğru tanımlama deneyimi. 

    Romanda ‘kadınlar dünyasını’, günümüz jargonunda ‘erkek dili’ üzerinden anlatımda tereddüt ya da rahata yasladığınız bir nüans oldu mu? Sizi bilenler için değil belki ama, az tanıyanlara kitap, bir yanıyla da kadınlar dünyasında ‘bir erkek’ yaratmak alt metninde, biraz da biricikliği parlatmak gibi de anlaşılabilir mi? 

    Yalnızca kadınların yaşadığı bir dünyayı bir erkek olarak anlatma hakkını kendinde bulmak belirli bir küstahlık barındırıyor bence, “ne münasebet?” dedirtecek bir durum. Ayrıca yine bugün yaşayan, bir erkek olarak gelecekteki olası bir kadın toplumunu ancak sınırlı bir biçimde, muhtemelen de çarpık bir algıyla inşa edebilirim ancak. Aynı şeyi bir kadın yazar yapsa benimkinden çok farklı ve çok daha sahici bir dünya kuracağından da eminim. Yine benim kurgumda erkekler olmasa da erkeklik olgusu yok olmuş değil, geçişkenlikler ve ara tanımlar yok olmuş değil, bunlar hakkında söylediklerim ve kurguladıklarım da sonuçta dışarıdan okunan gazeller. Kısacası, bu romanı yazma konusunda beni tedirgin edecek çok unsur vardı. Constantine’in biyolojik cinsiyetinin farklılığı ona bir “biriciklik” veriyor elbette ama bu, romanda olumlanan değil, sorunsallaştırılan bir biriciklik, tabii romanın sonu da bu konuda ek bir fikir veriyor bence. 

    Cem Akaş: Ütopyalar bugün sıkıcı birer kurgu olmaktan öteye gidemiyor”  ”

    Yeni insanlar eski insanlar yokken daha mutlu olabilecek mi? 

    Kitabın tanıtım metninden yola çıkarsak; “Geçmişin siyasetinden, ekonomisinden, toplum yapısından, kültürel birikiminden, ilişki biçimlerinden nefret edilen bir dünya bu, çünkü hepsi erkek yapımı. Artık yeni kurallar var, çünkü eski insanlar yok...” Yeni insanlar, eski insanlar yokken daha ‘mutlu’ ya da ‘kendileri olabilecek’ mi? 

    Benim de kendime sorduğum sorulardan biriydi bu. Yanıtı da kısmen evet, kısmen hayır. Toplumsal düzen anlamında daha iyi olan şeyler olacak, insan ilişkileri açısından da öyle, ama aslında “erkekler yok olsa dünya cennet olur” fikrine inanmadığımı da gördüm romanı yazarken. 

    Hobbes için insan doğuşta neyse, şimdi de odur. Fakat Rousseau’ya göre insanın ilkel ve şimdiki durumu arasında fark belirmiştir. İlkel durumda, insan iyi ve eşitken, daha sonra kötücülleşmiş ve eşitlik bozulmuş. Rousseau’ya göre ilkel durumda insan doğasının iki temel niteliği, “varlığını korumak” ve “başkasıyla duygudaşlık kurmak, ona acımak”. Fakat zamanla bu iki doğal ilke “bozulma”ya maruz kalarak doğal olmayan bir duruma evriliyor. “Kimya Mühendisi, Siyaset Kuramcısı, Türk Siyasi Tarihi Doktoru, öykü yazarı, editör, genel yayın yönetmeni, yayın danışmanı, yayıncı, müzisyen, eğitmen, romancı, deneme yazarı” olarak sizin fotoğrafladığınız yahut kadraja oturttuğunuz hemhal nedir? 

    “İnsan doğası” hakkında kesinlemelerle konuşmak, uzun süredir pek yapmadığımız bir şey. Bebek ve çocuklar üzerinde, primatlar üzerinde yapılan çalışmalarla insanın yüz binlerce hatta milyonlarca yıl önceki halini anlamaya çalışıyor bilim insanları. Buradan da bir yandan bireyin kendi genlerini yaşatma güdüsüne, bir yandan da sosyal dayanışmayla türün devamı güdüsüne işaret eden sonuçlar çıkıyor benim gördüğüm kadarıyla. Buna karşın örneğin hiyerarşik yapı, sosyal türlerin pek çoğunda karşımıza çıkıyor; ama merhamet de çıkıyor, hatta bazen altruizm (özgecilik) de görülüyor. Bütün bunları bir de bireyin ailede ve toplumda biçimlendirilişiyle birlikte değerlendirmek gerek. “Y”de insan doğasıyla ilgili söylenmiş görünen şeylerin çoğu aslında insan toplumuyla ilgili belki de. 

    “Ütopyalar bugün sıkıcı birer kurgu olmaktan öteye gidemiyor” 

    “Y, geleceğin dünyasından seslenen bir roman; Y kromozomunun yeryüzünden silinmiş olduğu, artık yalnızca kadınların yaşadığı bir dünyadan.” Kitabın ‘ütopik’ yanları olduğunu söylüyorsunuz, yaşadığımız yüzyılda ütopyalar sizin için ne ifade ediyor? 

    Ütopyalar bugün sıkıcı birer kurgu olmaktan öteye gidemiyor bizim için, ‘çok biliyoruz’ çünkü, katı olan her şeyin buharlaştığını biliyoruz. Saf form olarak ütopya da distopya da totaliterdir aslında, ütopya buna ek olarak bir de statiktir. Distopyada o totaliter yapı içinde bir aykırı unsur ortaya çıkar genellikle, yapıya karşı savaşır – “1984” de böyledir, “Damızlık Kızın Öyküsü” de. “Matrix”te yapısal bir aykırı unsur vardır Zion’da, ama burada da iktidarın dünyasıyla kesin olarak ayrışmıştır. Ben “Y”de bugünkü gibi bir global toplum yapısı kurmaya çalıştım, tarihselliği olan, zaman içinde bir o tarafın, bir bu tarafın yükseldiği, özgürlük ya da baskının mutlak değil değişken olduğu, bu değişkenliğin de hayatın ve dünyanın bir gereği olarak algılandığı bir yapı. Yirminci yüzyılda distopyalar üstündü, bugün de öyle, fakat ben totaliter olmayan ütopyaların, koşullu ütopyaların kendilerine artık yer açabileceğini düşünüyorum. 

    Romanda bize sorduğunuz soruyu size sorsam: Değerler, toplumsal uzlaşma, ortak vicdan gibi şeyler geveleyince ne mal olduğunu anladım, Ortak olanda herkes uzlaşacaksa özgürlüğe gerek var mı? 

    “Benim gibi düşüneceksen, benim gibi yaşayacaksan özgürsün; benden farklı olacaksan farklılığın ölçüsünde özgürlüğünü kısıtlarım. Neye dayanarak? Kültüre, değerlere, güvenliğe, çoğunluğun siyasal görüşüne, dine dayanarak. Benim de senin özgür olmaman gerektiğini düşünme özgürlüğüm var, çoğunlukta olduğumuz için de bu özgürlüğümüzü gönül rahatlığıyla kullanacağız, gayet demokratik.” 

    Bir söyleşinizde Ursula’nın esin kaynağınız olduğunu söylüyorsunuz, günümüz özçekimlerinde hep bir Ursula ve kelamı… Sizce ‘modern insanyavrusu’ Ursula’yı ve algısını yeterince algılayabiliyor mu? 

    ‘Yeterince’den neyi kastettiğinize bağlı. Bence Sovyet deneyimine tanık olmamış yeni kuşak, eşitlik ve paylaşım ilkelerine daha bagajsız sahip çıkacak bir konumda; Ayn Rand yerine Ursula K. LeGuin okuyan her genç, kazanılmış bir gençtir. 

    Maksim Gorki’nin; “Her sabah nereye gittiğini bilmeden bir işe giden, her akşam nereden çıktığını bilmeden bir işten çıkan, sevmediği hayatı yaşayan…” başlayan ve “Size bu ölü yaşamı hazırlayan sermaye sahibi egemen sınıftır ve bu acımasız oyunun varlığı siz izin verdiğiniz sürece sürecektir” diye biten cümlesinin rotasında, umut var mıdır diye sorsam? 

    Aradan geçen zaman içinde, kendi yaşamımızı kendimizin kurduğunu daha iyi anladık herhalde, suçu ‘egemen sınıf”a atarak, kendimizi kurban göstererek kurtulamayacağımız ortada. Yeterince kötümser olabilirsek bir şeyleri değiştirmeye başlayabileceğimizi düşünüyorum.

    Sıradaki Haberadv-arrow
    Sıradaki Haberadv-arrow