hourSON DAKİKA
left-arrowright-arrow
weather
İstanbul
down-arrowup-arrow

    Masalların “kötü kalpli üvey anne”si gerçekte kimdi?

    Masalların “kötü kalpli üvey anne”si gerçekte kimdi
    expand
    KAYNAKBetül Memiş / Cnnturk.com

    Bugüne kadar masallardan ve mitlerden aşina olduğunuz “kötü”yü / “çirkin”i daha yakından tanımaya ne dersiniz? Memleketim tiyatrosunda deneysel bir proje olarak anlatı tiyatrosu ve dijital enstalasyonun biraraya geldiği “Çirkin”, “Türkiye’nin ilk immersive (kapsayıcı) tiyatro oyunu”… Biz de, oyundaki Şiva ve tavuk adlı iki karakterle “kötü”nün / “çirkin”nin hikâyesini bilinenin ötesine taşıyan yazar ve yönetmenle bir röportaj gerçekleştirdik…

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    “Yalnızlık veya kendini yalnız hissetme meselesi, esas itibarıyla iki temel boyutla, ayrı veya birlikte olmakla ilişkilidir. Bu meselenin merkezinde, hayatımızı ve ruhsal durumumuzu sürekli şekillendiren bu iki temel nitelik arasında nasıl bir etkileşim olduğu ve bunların birbirlerini nasıl etkiledikleri, tamamladıkları ve birbirleriyle nasıl çeliştikleri sorusu yatar. Hele ki psikanalitik perspektiften (sosyolojik, psikolojik, ampirik ve betimleyici perspektifin tersine) yaklaşıldığında daha da önemli olan soru şudur: Bu ayrıklık veya birliktelik boyutları nasıl deneyimlenir? Ve ruhsallığımızın hangi yönleri bu deneyimi şekillendirir? Ayrıklık-yapma biçiminde yalnızlık, nesne kaybının, yasın ve nesnenin yeniden bulunmasının tanıdık hatlarında deneyimlenir. Birliktelik-olma biçiminde ise nesnenin yanında bile kopukluk, ölülük ve boşluk olarak deneyimlenir.” Psikanalist Shmuel Erlich böyle tarifliyor yalnızlık meselesini…

    Son yıllarda herkes (hem çok meşgul hem de) çok kalabalık gerçi ama, öze döndüğümüzde o kalabalıkların ne kadar uğraşsak da yalnızlığımızı (us’un içinde bir yerlerde, derinlerde) kapatamadığına şahidiz. Yoksa kalabalık muhabbet masalarında bile ellerden düşmeyen telefonlar niye olsun! Yalnızlık mevzusunda aklıma her daim üstat F. Scott Fitzgerald’ın, “Birinin hayatındaki en yalnız an, bütün dünyasının altüst oluşunu izlerken elinden gelen tek şeyin boş boş bakmak olduğu andır.” cümlesi geliyor… Bu hafta okuma seansımı şereflendiren Mintor Kitap’tan çıkan, İstanbul Psikanaliz Eğitim Araştırma ve Geliştirme Derneği (Psike İstanbul) tarafından tekinsizlik ve yalnızlık başlıkları üzerine gerçekleştirilen “Psikanalitik Bakışlar” sempozyumlarındaki sunumların derlemesinden oluşan “Tekinsiz Evren ve Yalnızlık”…

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Masalların “kötü kalpli üvey anne”si gerçekte kimdi

    Psikanalist Hülya Akar Özmen’in derlediği bu kitaptaki sunumlar, Psike İstanbul’un 6 Aralık 2020 tarihinde “Tekinsiz Evren” ve 11-12 Aralık 2021 tarihinde “Yalnızlık” başlıklarıyla gerçekleştirdiği “Psikanalitik Bakışlar “sempozyumundan. Kitap, tekinsizlik ve yalnızlığı psikanalitik kuram ve uygulamalardan yola çıkarak pandeminin gölgesinde yeniden düşünen ve tartışan yazılardan oluşuyor. Kitaba Özmen’in yanı sıra Aslı Day, Ayla Yazıcı, Berrak Ciğeroğlu, Salman Akhtar, Işın Sayın Tamerk, Yeşim Korkut, Bella Habip, Ayfer Tunç, Danielle Knafo, Shmuel Erlich, Türkay Demir, Alp Kamazoğlu, Y. Özay Özdemir, Refhan Balkan katkıda bulunan isimler arasında.

    Meraklısına not: “Bağımsız ve çok sesli güncel sanat plaftormu” Argonotlar, temiz bir mevzuya el atmış; 2022 Almanak… Memleketim coğrafyasında hepimizin adeta balık hafızalı olduğuyla övündüğü şu fanilikte, arşivcilik ve belgeleme mesaisinin us parlatıcı bir ince işçilik örneğini yapmış Argonotlar ekibi. 300 sayfalık, Argonotlar ekibi seçkisine yer veren ‘almanak’a bir göz atmanızı salık veririm. Zira bir yılda memleketin kültür sanat cephesi de coğrafyanın kaderinden ve kederinden fazlasıyla nasibini almış; o vakit, 2024’e günler kalan şu zamanlarda hepimiz fanilik yaşımızı Türkiye macerasına göre ayar etmeyi es geçmeyelim derim!)

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Gelelim tiyatro mesaimizde bugün payımıza düşen öznemize: Firuze Engin’in kaleme aldığı ve Güray Dinçol’un yönettiği, (oyunculuklarının muazzamlığı karşısında reveransa durduğumuz) Nihal Yalçın ile Onur Berk Arslanoğlu’nu buluşturan “Çirkin”… 1920’lerden günümüze Beyoğlu’nun ve sinema tarihinin önemli yapılarından Alkazar Sineması’nın (2021’de merhaba diyen) yeni yüzü Hope Alkazar’a özel olarak tasarlanan, Anadolu’nun gelenek ve masallarından ilham alan gerçeküstü bir ihanet hikâyesini anlatan oyun, seyircisine de yeni bir deneyim yaşatmayı hedefliyor.

    “Zaman, sonsuz bir sarmal yumağın ipidir. Ve ip, ucunu yumaktan dışarı ilk çıkardığı günden beri hep ama hep ileri doğru uzar. Onu geri saramayız. Yönünü değiştiremeyiz. Ne yaparsak yapalım zaman ipi hep ileri doğru uzar. Fakat ip bazen kopabilir. Geriye kalan iki uç hemen birbirine düğümlenir. Aradan kopan o parçada neler olup bittiğini hiç kimse bilemez. Çünkü o parça artık zamana ait değildir. O kadar yoktur ki, onun yokluğu bile hissedilmez. İşte bu bir lanettir.” Bin yıllardır yaşayan, çirkin bir mahlûk olan Şiva, kendisiyle birlikte lanetlenerek ölümsüzlük cezasına çarptırılan tavuk ile beraber geçmiş ve bugün arasında gezinmekte. Zamanın dışına atılmış bu iki karakterin didişmeleri bir yandan sahnedeki anlatı evreninde gerçekleşirken bir yandan da tarihi binanın duvarlarındaki etkileşimli görüntü evreninde hikâyenin geçmişine ait parçalar canlanıyor… Gelin, bu gotik bir masal edasıyla anlatılan “Çirkin”i, yazarı Firuze Engin ve yönetmeni Güray Dinçol’dan dinleyelim.

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Masalların “kötü kalpli üvey anne”si gerçekte kimdi

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    “Eşine rastlanmadık bir deneyim”

    · Fransız düşünür Jacques Rancière, “Ne tür bir sanatı daha sık görmek istersiniz?” sorusunu şöyle cevaplar ki günümüzde de manidarlığını korur: “Sanat; olayların, mekânın ve zamansallığın algılandığı bir ortamdır. Ben bunun nasıl çalıştığını anlamak istiyorum. Sanatın politikası hakkında beni en çok ilgilendiren şey, her şeyin mümkün oluşudur. Sanatın günümüzde nasıl görünmesi gerektiğini söylemekle değil, onun bugün aslında nelerden oluştuğunu anlamakla ilgileniyorum...” Üstadın sanat arzusu tanımından yola çıkarsak 2023 itibariyle yaşamak gailesi, fanilik koşturmacası derken bugün baktığınızda ardımızda bıraktığımız tüm o sürecin, kişisel ve sanat hayatınıza etkisi nelerdir?

    Güray Dinçol: Son birkaç yıl elbette hepimiz için gerek kişisel gerekse mesleki hayatımızda büyük değişimlere yol açtı. Yaşamış olduğumuz tüm olumsuzluklar bir anlamda üretme ve zanaatımla hayatta var olma çabamı güçlendirdi diyebilirim. Yaptığımız işin büyüsüne çok da fazla kapılmadan insanın ve özellikle tiyatro sanatının faniliğini fark etmek bir tür hafifleme ve daha çok üretme isteği de yarattı. Her zaman çok severek yaptığım mesleğimi biraz daha kapsayıcı, katı kurallardan uzak, esnek, dönüşebilir ve daha göçebe yapmak gibi düşünceler de üretti bu kaotik ve yıkıcı zamanlar.

    · Gelelim tiyatro ve dijital enstalasyonun biraraya geldiği, adıyla da manidar bir hikâye olan “Çirkin”e… Bildiğimiz, aşina olduğumuz hatta masalların, kitapların, filmlerin hep ortasından ya da sonundan mevzuya daldırdığı ‘çirkin’ veya ‘kötü’nün hikâyesi bu; fakat asla başlangıcını / doğumunu bilmediğimiz ya da bir yanıyla kendimizden de çok iyi bildiğimizden dolayı bilmek istemediğimiz… “Türkiye’nin ilk immersive (kapsayıcı) tiyatro oyunu” olarak tanımladığınız “Çirkin”in çıkış hikâyesi nedir? Yazarken ve yönetirken fitili ateşleyen neydi? Ve bu kapsayıcı hemhali de biraz açar mısınız?

    Firuze Engin: Bundan beş yıl önce yapımcımız Yağmur (Dolkun) ve Fırat (Sezgin) ortaklaşa kurdukları bir hayal olarak anlatmışlardı bu projeyi bana. Tiyatro ve dijital sanatın organik bir bütünlük içinde, birbirinden beslendiği ve biraz da gerçeküstü bir evren hayal ediyorlardı. Bu dünyayı kurgulayacak bir yazar arıyorlardı. Hayallerinden bahsettiler ve beni de çok heyecanlandırdı. İlham alabileceğimiz bazı referanslar düşünmeye başladım. Çoğu Anadolu ve İran, Kafkas masalları; mitler, figürler, resim sanatından, sinemadan örnekler hakkında konuşmaya başladık. Birlikte müzik dinledik, (Sergei) Parajanov gibi sanatçıların eserlerine baktık.

    Ben, bir yandan özgün hikâyeyi kurguluyor ve taslaklar oluşturuyordum bir yandan da üçümüz beraber oluşan hikâyeyi tartışıyor, eksiklerini, fazlalıklarını; bizde nelerin daha güçlü tınladığını bulmaya çalışıyorduk. Tekstin pek çok faklı versiyonu oldu. Bu sırada araya pandemi girdi ve ben yeni bir versiyon daha çalıştım. Bir noktada Yağmur artık hayal etme evresinin olgunlaştığına karar verip, oyunu gerçekleştirmek üzere çeşitli tasarımcılarla görüşmeye başladı. Böyle kapsamlı bir işin yönetimini Güray’ın (Dinçol) yapabileceğini düşünüyorduk ve geçtiğimiz ilkbaharda Güray projeye dahil oldu, böylece süreç başladı. Güray’ın hikâyede gördüğü, önemli bulduğu şeyler üzerinden birkaç kez de beraber başına oturduk. Ve Güray hem oyuncular hem de tasarım ekipleriyle çalışmaya başladı.

    Güray Dinçol: Benim için “Çirkin” birkaç evreden oluşuyor. Metni ilk defa bir dış göz olarak okuduğumda henüz yönetmeni olacağım belli değildi. Hem hikâye hem de anlatım olanaklarında kullanılacak olan teknoloji oldukça ilgimi çekmişti. Haziran 2023 itibariyle oyunun yönetmeni oldum. Projeyi ayağa kaldırdıktan sonra benim için Xtopia ekibindeki değerli sanatçılarla tanışmak ve projenin dijital dünya ile buluşması, her zaman yan yana olmaktan gurur duyacağım birçok bağımsız sanatçıyı bir araya getirmesi ve Alkazar gibi önemli bir tarihi mekânda sahnelenecek olması oldukça motive edici bir başlangıçtı diyebilirim.

    Bunun yanında eski bir arkadaşım olan Firuze’nin metnini sahnelemek ve çok beğendiğim iki oyuncu ile çalışma şansına kavuşmak da bu heyecanımı perçinledi. Xtopia ekibinin açmış olduğu immersive alan, seyirci için yeni olduğu kadar bizler için de yeniydi. Oyunu iki kez, iki farklı şekilde sahneledik demek mümkün. Xtopia’nın yaratmış olduğu kapsayıcı dijital enstalasyon ve tiyatronun kendi konvansiyonları ile yaratmış olduğumuz teatral düzlemin bir araya gelişi, sanırım eşine rastlanmadık bir deneyim oldu hem bizler hem de seyirci için...

    Masalların “kötü kalpli üvey anne”si gerçekte kimdi

    “Kalpsiz üvey annenin bir hikâyesi yok peki neden?”

    · “Anadolu’nun gelenek ve masallarından yola çıkan bir ihanet hikâyesini” mekâna özel tasarlayarak anlatı tiyatrosu ile dijital enstalasyonu birleştirme düşüncesi nasıl ortaya çıktı? Bu süreçte artı-eksileri neler oldu? Sizin sanatsal bağlamda keşifleriniz nelerdi?

    Firuze Engin: Kâğıt üzerinde hayal edilen pek çok şey yol üzerinde yön değiştirdi. Bu bana maceranın ruhunu hatırlatıyor ve geri dönüp baktığımda, “Vay be nerelerden geçtik” diyorum. Bütün yaratıcılar için zorlayıcı bir çalışma süreciydi. Sadece yazar olarak ben değil, yönetmen, kostüm tasarımı, dekor tasarımı, dijital sanatçılar, oyuncular, müzik ekibi hepimiz kendi alanımızda pek çok faklı versiyon çalıştık ve revizyonlar yaptık. Diyebilirim ki hiçbir tasarımcı ilk taslağını gerçekleştirmedi.

    Hepimiz, sürecin ihtiyaçlarına göre kendi alanımızda yeni yollar ve yönler aradık. Bazen birimizin yarattığı şey diğer unsurlar ile uyumsuz anlamda çakıştı. Bazen de hepimiz aynı anda bir “üçüncü yol” lazım olduğunu fark edip beraberce ona yöneldik. Bazı ana fikirlerimizin müsveddeye dönüştüğü de oldu. Dolayısıyla hiç kolay bir proje olmadı. Ama herkes oyunun dünyası için belli bir ses, bir ortak dil aramaya istekliydi. Bence en büyük kazanımı girdiğimiz tali yollarda öğrendiklerimiz oldu.

    Güray Dinçol: Proje bana sunulduğunda oyunda kullanılacak teknolojiler belirlenmişti. Oyunun yapımcısı Yağmur yıllara yayılan bir hazırlık süreci ile oyunun sahnelenmesi için gereken şartları oluşturmuş, bana ve yaratıcı ekibe oyun teklifini getirmişti. Bu yönüyle projenin teknolojik altyapısı, ben projeye girdiğimde oluşmuştu. Hareket ve oyuna dayalı, beden performansları ağırlıklı bir tiyatro dilini araştıran bir yönetmen olarak kendi yaklaşımımın böyle bir teknoloji ile bir araya geldiğinde nasıl olacağını hem çok merak ettim hem de başta oldukça kaygılandım. Bu süreçte özellikle hiç bilmediğim bir dünyanın her biri alanında çok yetkin profesyonelleri olan Xtopia ekibi ile karşılaşmak ve birlikte bu oyunu yeniden üretmek benim için en büyük sanatsal keşiflerdendi.

    Her biri birer dijital sanat eseri olan Xtopia üretimi parçalar oyunun evrenini teatral unsurlarla bir arada kurabilmek için oldukça ilham verici ve fantezisi sınırsız bir alan açtı bize. Elbette projenin deneyselliği ve daha önceden benzerinin olmayışı yolda bizi birçok tahmin etmediğimiz zorluğa zaman zaman birçok sıkıntıya itti ama bu da böylesi bir projenin olmazsa olmazı sanırım.

    · “Çirkin”in karakterleri tavuk ve Şiva’yı yaratırken masada hangi ögeler vardı; ne tür enstrümanlar kullanıldı ve metnin bütününde öncelikleriniz nelerdi?

    Firuze Engin: Birincil önceliğim “norm dışı” olan kişinin her tür gizli, örtük, açık toplum yasalarıyla nasıl içten içe kuşatıldığına dair baştan sona bir ana aksı tutabilmekti. Sadece fiziksel bir norm dışılık değil, yazılı olmayan ama toplum davranışlarına hükmeden kuralların dışında davranan kişinin, topluluktan dışlanma ya da bizim hikâyemizde olduğu gibi zamandan dışlanma gibi yaptırımlarla “ehli olmaya” zorlanışı… Bu nedenle masallardaki “kötü kraliçe”, “kötü kalpli üvey anne”, “kötü cadı” gibi figürlerin bize bir stereotip olarak sunulmasına göz atmaya çalıştım.

    Şiva karakterini bu iskelet üzerine kurmak istedim. Anadolu masallarında da bu stereotipin çok fazla örneği var. Ama seyircinin en dolaysız, en kolay ilişki kurabileceği, en tanıdık bulacağı karakter pamuk prensesin kalpsiz üvey annesi olduğu için, özellikle referansları oraya doğru çekmeyi tercih ettim. “Kalpsiz üvey annenin, kötü cadının bir hikâyesi yok, peki neden yok?” sorusunu sorup yine masalsı bir cevap aramak üzere yola çıktım. “Belki de bu kadın, hikâyesiyle beraber zamandan kovulmuştur” diye bir fikrin peşine düştüm.

    · Süprizi kaçmasın tabii ama oyunda sizi en çok etkileyen bölüm ya da sahne hangisiydi? Ve bu sizde nasıl bir his dünyası yaratıyor?

    Firuze Engin: Kralların ziyarete geldiği ziyafet sahnesi, beş yıl önceki ilk draftlardan beri en sevdiğim sahnelerden biri. Burada Şiva hiç kontrol edemeyeceği bir duyguyla karşılaşıyor ve bu sahnede karakterin neredeyse baht dönüşü başlıyor. Bir de finali benim için epey özel bir anlam taşıyor. İnsanın varlığına yanıt veren en güçlü şey bir başkasının varlığıdır ve o bir başkasından vazgeçme kararı, gerçek hayatta da çok dramatik ve etkileyici geliyor bana.

    Güray Dinçol: Beni oyunda en çok etkileyen iki fantastik canlının oyunda olan mitolojik, mistik ve büyülü unsurlarının dışında tamamen ikili ilişki dinamikleri ve özünde insanın tüm zayıflıklarına dayanan “olma” halleriydi. Bin yıllar süren bu fantastik hikâyenin esas fonu insanın ait olma, kabul görme ve yaşamı anlamlandırma çabasına karşı yazılı olduğu kaderin ezici gücü ve değişmezliği. Bu yüzden tavuk ve Şiva’nın şimdiki zamanda konuştuğu tüm sahneler benim için en ilgi çekici sahnelerdi.

     “Ötekiyi ve dışlanmışlığı kapsayan bir çirkinlik”

    · Platon’a göre çirkinlik, mükemmel ve düzenli olan ideal formlardan sapma veya kusurdur; bu yüzden çirkinlik, bir şeyin ideal formlardan uzaklaşması veya bu formlara uymaması demektir. Aristoteles “Poetika”da, çirkin şeylerin güzel yoldan taklit edilerek birer sanat eseri olabileceğini söyler. Çirkinlik tarifinde de, düzensizlik, uyumsuzluk ve kaos gibi unsurlar içerir. Schopenhauer ise, sanat, çirkinliği de içeren dünyadaki acıyı ifade etme ve rahatlama aracıdır, hatta güzel ve çirkin arasındaki gerilim, sanatın etkisini ve anlamını belirler derken; Umberto Eco “Çirkinliğin Tarihi”nde, sanatta güzeli imleyen çirkinin varlığının yadsındığını ve çirkin olanın da estetik bir değer olarak var olduğunu ortaya çıkarmıştır, tarifini yapar. Tüm bu tanımların yamacında, bu metni / oyunu yaratan sizlerin “çirkin” tanımı / tarifi ne olur?

    Firuze Engin: Oyun düzleminde, benim için “Çirkin”in anlamı tek boyutlu değil. Pek çok farklı anlamıyla bir bütün olarak “başkalarına benzememe” ve “ehli olmama” gibi manalarda sahipleniyorum çirkin kelimesini. Bir kimse güzel değildir ama neye göre, hangi kalıplarla kıyaslayınca değil? Bir kişi ehli değildir ama hangi ahlak normlarıyla ölçtüğümüzde? Bir kişi uyumsuzdur, düzenle iş birliği içinde değildir ama ondan hangi düzenin hizmetkârı olmasını bekliyoruz? Şiva, biçimsel olarak “diğerlerinden farklı” bir varlık olarak dünyaya gelmiş evet ama başına gelen şeyler sadece estetik olarak genele uyumsuzluğu yüzünden değil. Her tepkisiyle kabul edilebilir davranış kalıplarının, normlarının düzenini bozuyor. Ve Butyakengo, Şiva’ya vaat ettiği “refah” karşılığında onu ehli, öngörülebilir, söz dinleyen bir kalıp içinde tutmak istiyor.

    Güray Dinçol: Oyun evreninde her tür “öteki”yi ve dışlanmışlığı kapsayan bir çirkinlik sezilsin istedim. Masalların, mitlerin, tarih yazımının çizgisel anlatımlarında çok da karşımıza çıkmayan bir anti kahraman Şiva benim için. Arzuları ve olmak istedikleriyle fiziki varoluşu çatışan ve arzularını takip eden trajik ama erdemli bir figür. Bir yandan büyücü ve katil... Tüm bu çatışmalar fiziksel güzellik kalıplarından uzaklaşıp insan ruhunun en derin, karanlık ve etik yanlarıyla karşılaştırıyor bizi. Ruh ve oluşla ilgili bir çirkinlik tanımı sanırım aradığım.

    Masalların “kötü kalpli üvey anne”si gerçekte kimdi

    · Genel olarak felsefeden sosyolojiye, hatta siyasetten popüler kültüre ve reklamlara, öyle ki üçüncü sayfa haberlerinde bile “güzel” diye algılananın daha “pirim yapıyor” diye “gösterilir” olması!… Bu bakımdan da “güzel olanın” daha çok konuşulması, sanatta “çirkin olana” yabancılaşmaya neden olmuş mudur sizce? Herakleitos’un, “Ruhları kaba olan insanlar için gözlerle kulaklar kötü tanıklardır” dediği şiardan, sizce günümüzün “çirkin” algısı nasıl?

    Güray Dinçol: Kendi yaptığım tiyatroda çirkinin estetiği hep ilgimi çekti. Grotesk bir anlatı, amorf ve kısıtlanmış bedenlerle kurulu bir oyun dili ve tüm kısıtlardan doğan özgürlük bana çok güçlü geliyor. Kendi karanlık yanlarınla bağ kurabilmek adına güçlü bir araç grotesk anlatı... Korktuğumuz ötekileri tüm özgürlükleriyle göz hizamızda görmek ve bu bir oyun bile olsa tekinsiz bir açık biçimle karşınızda olmaları seyirciye kendini sorgulatan bir deneyim. Sahnedeki iki karakter, her şeyiyle olmak istemediğimiz, dönüşmekten korktuğumuz, görünce acımakla korkmak arasında kalacağımız canlılar. Ötekine güvenli bir uzaklıktan bakmak, hikâyesini dinlemek, onun gibi olmadığımızı bilmek hep iyi gelir bize. Acıma, şefkat ve korkuyla bezeli bir muktedir oluveririz. Oyunlarımda seyircinin bu konfor alanını sarsmak ve rahatsız edici bir estetik düzlemden onlarla karşılaşmak ve biraz da kışkırtmak amacım sanırım.

    · Tarihi görüş, “parçalanan mitler, tarihi devirler içinde şekillenerek masalları oluşturmuştur” tezini ileri sürer. Böylece Arap, İran ve Ortaçağ Avrupa masallarının kaynağını da Hindistan’a bağlar. Antropolojik görüşe göre ise, masallar insanların bir arada yaşamaya başlamasıyla oluşan komünlerin artıklarıdır. Bu tanımları da es geçmeden oyun sonrası us’umda inceden beliren düşünce, yine bir kadın, “aşkı” uğruna en yakınındakini gözden çıkarmıştı. “Kadın, yurdu değil kurdu olmuştu!” Mesela bu hikâyede de (biyolojik olmasa da büyüten) anne figürü üzerinden… Romantik bir bakış açısı gibi geldi, sizin yorumunuz ne olur?

    Firuze Engin: Şiva, İlia’yı gözden çıkaran değil, İlia tarafından gözden çıkarılan kişi. Hem Butyakengo’ya hem de İlia’ya öfkesi bu yüzden. Bir ahlak sorgusuyla cezalandırılmaya çalışıldığının farkında. Ve âşık olma itkisinin ahlakla ölçülen bir şey olmasına tepkili. Kadın kadının yurdu olmalıdır, elbette. Ama egemen ahlakçı düzenin dilini sürdüren, yasalarını kabul eden ve bir ceza unsuru haline getiren kadınlar hakkında da konuşmak zorundayız.

    “Seni duyuyoruz, burada bizimle kal”

    · Diyelim ki “Çirkin”in iki karakteri ile tesadüf bu ya denk düştünüz ve aynı masalarda kelamdasınız. Öncesinden de az-çok hayat hikâyelerini biliyorsunuz. İki karaktere bir sözünüz olsa, bu ne olurdu?

    Firuze Engin: İkisine de bir biçimde el uzatan bir cümle fısıldamak isterdim. Şiva’ya, ‘Seni duyuyoruz, burada bizimle kal’ demek isterdim. tavuk’a da, ‘Oraya gitme, buraya bizim yanımıza gel’…

    Güray Dinçol: Sanırım zihnim kurmacanın etkisinde ve ona teslim. Aylarca üzerine düşündüğüm, doğumlarına tanık olduğum iki karakteri sorduğunuz düzleme oturtamıyorum. Çoktan fantezilerimle apayrı bir sahne gerçekliğine ait onlar.

    · Son zamanlarda, sabah uyandığınızda size iyi gelen neler var; kitap, müzik, tiyatro, albüm, sergi veyahut bir an veya bir fotoğraf karesi gibi, paylaşırsanız biz de nasiplenelim isterim?

    Firuze Engin: Kurmacalar üzerine derinlemesine düşünmek isteyenler için Beliz Güçbilmez “Anne Ben Düştüm Mü?” kitabı müthiş zevkli bir düşünme mesaisi. Edebiyat, sinema, tiyatro ile uğraşanlara bilhassa iyi geleceğini düşünüyorum, çok kafa açıcı. Oylum Yılmaz “Ağaçların Rüyası” romanını yeni okudum. Birbirini tekrar eden (ya da bana öyle geliyor) risksiz romancılığın çok dışında, gerçekten şahsına münhasır bir kalemden ve incecik yerlerde gezinen bir kadın hikâyesi. Hem de çok başka bir kapıdan Büyükada’ya giriş gibi. Çirkin’in dekor ve yapım tasarımcısı Veli Kahraman’ın “Turta Kurta” kitabını herkesin okumasını isterim, pek çok sevdiğim insana da hediye ettim. Çok ince bir mizahla kurulmuş inanılmaz tatlı bir fantastik hikâye. Bir de Mahir Ünsal Eriş “Babil Kulesi Kitabı”. Kelimelerin geçmişi, hikâyeleri, yolculuğu... O kadar eğlenceli ki. Dil üzerinden coğrafya coğrafya gezdiriyor. İnsanı meraklandıran, bir sürü Google araması yaptıracak notlar aldıran bir kitap.

    Güray Dinçol: Yaşadığımız zaman gibi değişken beğenilerim. Yeni olanı yakalamak, anlamak gibi bir isteğim hep var. Ama kendimde fark ettiğim bir eskiye dönüş hali de var. Okuduğum kitaplara, filmlere, albümlere yeniden döndüğüm bir dönemdeyim. İsim vermektense 90'lı yılların Türkiye'sinde bir gençken beslendiğim kaynakları yeniden tazelemek istediğim bir zaman diyebilirim.

    · Bu oyuna veya gündeme dair söylemek istediğiniz, “Bu da var paylaşalım, çoğalsın…” dediğiniz neler varsa yazalım?

    Güray Dinçol: Hem Türkiye hem dünya her tür insani değerin ve doğanın sınandığı, çöktüğü zamanlardan geçiyor. İnsanın kendi türüne, tüm türlere ve gezegene yapmış olduğu zulüm inanılmaz boyutlarda. Tüm bu olan bitenin içinde her tür sanatın insan ruhuna, insanın dünyadaki varoluşuna bir nebze olsun iyi geldiği düşüncesini hep aklımda tutmaya çalışıyorum. Bu çağda sanat üreticisi olmanın hem bedeli hem de değeri böyle bir şey sanırım. O yüzden umudu kaybetmeden sanatı, yaşamı kutlamak için güçlü araç olarak görüp onunla tutunmaya, ayakta kalmaya gayret ediyorum. Sabırla okuduğunuz için teşekkür ederim.

    Masalların “kötü kalpli üvey anne”si gerçekte kimdi

    100 yıllık mekânın macerası yeniden başlıyor!

    · Röportajın bu bölümünde sözü 2021’de meraklılarına ilaç gibi gelen ve adı gibi de bir nevi umut olan rota Hope Alkazar’a bırakmak isterim. Alkazar güzergâhıyla hemhaliniz, mesainiz nasıl başladı?

    Bahar Türkay: Öncelike Hope Alkazar’ı bu şekilde tariflemenizden çok mutlu oldum… Bu umudun peşinde olan ekibimiz adına çok teşekkür ederim. Kişisel olarak Hope Alkazar ile tanışmam, bu hayali kuran ve gerçekleşmesini sağlayan Nike Türkiye ekipleriyle yaptığım toplantılarla başladı. Mekân o zaman henüz yeni yüzüne kavuşmadan önceki inşa sürecindeydi. Heyecanla ve tutkuyla, çok inanarak benimle paylaşılan hayalin bir parçası olmayı çok istedim. Sonrasında hep birlikte inandığımız hayalin peşindeki bu heyecan verici yolculuk, ilk günden dahil olan program ve içerik ortaklarımızın da gücüyle hızla başladı ve halen devam ediyor.

    · Sizinle ilk defa tanış edeceklere biraz kendinizden bahseder misiniz?

    Bahar Türkay: Benim profesyonel hayatım ise Ankara’dan 2000 yılında geldiğim İstanbul’da çeşitli deneyimlerin ardından, 2010’da dahil olduğum İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nda bambaşka bir yola girdi. İstanbul Tasarım Bienali İletişim ve Program Koordinatörü olarak çalıştığım yıllar bana kültürel üretim, içerik geliştirme, programlama alanlarında önemli bir deneyim kazandırmanın yanı sıra, hem yaratıcı alanlardaki profesyonellerle, hem de gençlerle, öğrencilerle ve akademi ile zaman içinde gittikçe gelişen bir ilişki içinde olmama neden oldu. Hope Alkazar Direktörü olarak buradaki ekibimiz, Nike Türkiye’deki ekipler ve program ortaklarımızla birlikte geliştirdiğimiz içerik ve programlarda bu deneyimden çok faydalandığımı söyleyebilirim.

    · “Sanatın radikalliği, deneyimin sıradanlığını yırtan benzersiz bir mevcudiyet, görünme ve kayda geçme gücüdür” der Jacques Rancière “Üslup Üzerine Kurulu Kitap” yazısında ve ekler: “Bu tekdüzelik kendi çözülüşünü zaten dikkatli bir gözün önüne serer.” Öncelikle günümüz dünyasında ve faniliğinde sizin sanat algınız ve meramınız nedir? Bugünün sanat algısını ve kavrayışını nasıl görüyorsunuz? Ve yakın gelecekteki öngörünüz nedir?

    Bahar Türkay: Bu derin bir alıntı ile başlayan çok kapsamlı bir soru… Neredeyse başlı başına bir makale konusu diyebilirim. Kendi tarafımdan cevaplarken kapsamı, “yaratıcı ve kolektif üretim” üzerinden tariflemeyi tercih ederim. Hope Alkazar bağlamından meseleye yaklaşınca da bu tarif çok daha anlamlı oluyor. Bugünün hepimize gösterdiği, yaşattığı en belirgin şeylerden biri “tek başına” iyi olma halinden ziyade, bir bütünün parçası olarak çoğalmanın, yaygınlaşmanın daha anlamlı olduğu gerçeği. Bunun yaratım ve üretkenlik süreçleri için de böyle olduğunu düşünüyorum. Tek bir yerden bakış yerine kolektif üretimin, bir aradalığın, alanlar arası işbirliklerinin çoğaldığı ve bu bağlamda sınırların keskinliğini kaybettiği bir alandan, hatta yeni alanlardan bahsediyorum. Bu, sanat ve kültürel üretim tarafında da geçerli... O nedenle de bu yaklaşıma alan açan platformların gittikçe daha anlamlı, önemli hale geldiğini ve daha kuvvetli bir karşılık bulmaya başladığını gözlemliyorum. Hope Alkazar’ın temelinde de bu var.

    · Yapının doğuşu olan 2021’den bugün 2023’e bakınca, “Z Raporu”nda çıkan fotoğrafı tariflemenizi istesem?

    Bahar Türkay: 100 yıllık bir bina üzerine inşa edilen ve kent hafızasında çok önemli yeri olan bir tarihi ve kültürel birikimin üzerine açtığımız bu yeni alan için henüz hikâyenin yeni başladığını söyleyebilirim. Diğer yandan, kuvvetli ve etkili bir başlangıç olduğunu düşünmek de yanlış olmaz. Burada elbette en önemlisi Hope Alkazar’ın ortaya çıkışı ve tutunduğu değerler… Burayı hayata geçirirken, özellikle gençlerin, öğrencilerin ve meslek hayatına yeni atılan genç profesyonellerin hayata geçirmek, üretmek, yapma istedikleri her neyse, bunun için ilham alacakları, kendilerinde harekete geçme gücü bulacakları, yüksek sesle hayal kurabilecekleri ve bu hayale doğru adım atabilecekleri bir alan açmak üzere yola çıktık. Ve yola çıkarken önümüze değerlerimizi koyduk; birlikte iyi, yenilikçi, herkese açık, sınır tanımaz ve çevreye duyarlı olmak… Geride bıraktığımız ilk iki yılımızda yola çıkış motivasyonumuzu ve değerlerimizi hiç göz ardı etmeden, hatta gittikçe daha da tutunarak ilerledik. Bundan sonrasında da böyle olmasını amaçlıyoruz. Diyebilirim ki, ne ve nasıl yaptığımız kadar, neden yaptığımız da bizim için hep aklımızın bir tarafında olan ve sürekli anlamlı şekilde cevaplamaya çalıştığımız en önemli soru.

    “Sürdürülebilir bir gelecek hayal edenlere açık”

    · Yapıyı “merkezinde sosyal iyilik olan ve hareket, dans, kültür sanatı bir arada buluşturan bir platform olarak” tanımlıyorsunuz. Nasıl bir oluşum ve mecra burası? Etkinliklerin içeriğinden, temasından bahseder misiniz? Öncelikleriniz neler? Mesela, 10 yıl sonra nasıl bir adres olacak burası?

    Bahar Türkay: Bir gelecek öngörüsü olarak, ileride hepimizin nasıl bir alana ihtiyacı olacaksa, Hope Alkazar’ın bu alanı açmaya niyetli bir adres olmaya çalışmaya devem edeceğini söyleyebilirim. İlk günden beri, Nike Türkiye’nin ilkleri yapma motivasyonu ile hareketin, kültür sanatın, toplulukların ve dolayısıyla sosyal iyiliğin üzerine inşa ettik ve birçok etkinlik yaptık. Dolayısıyla program ortaklarımız da kendi alanında, yani spor, dans, performans, sinema, tiyatro, dijital sanat, kolektif üretim ve sosyal girişim alanlarında tutkuyla, heyecanla, açık fikirle çalışmalarını yürüten topluluklar… Yola bu ortaklarımızla ve aynı yaklaşımla aileye ekleyeceğimiz yenileriyle devam etmeyi planlıyoruz. Dolayısıyla önceliğimizi her zaman gençlerin, öğrencilerin, yaratıcı alanların neye ihtiyacı olduğunu iyi anlamak, dinlemek ve bu doğrultuda alan açmaya çalışmayı sürdürmek olarak özetleyebilirim.

    Masalların “kötü kalpli üvey anne”si gerçekte kimdi

    · Sanat yaratıcılarını ve sanat takipçilerini nasıl görüyorsunuz; bu oluşum içerisinde gözlemlediğiniz, yaşadığınız deneyimlerden bahseder misiniz?

    Bahar Türkay: İki yıl boyunca hem pek çok içerik ve program yarattık, hem de çok sayıda etkinliğe ev sahipliği yaptık. Açılış programımızda yer alan Refik Anadol’un Alkazar Rüyası deneyimi, bugün mekandaki özgün ekipman ve sistem altyapısı kullanarak yaratılan dijital “immersive” bir tiyatro deneyimi sunan “Çirkin”, her hafta düzenli olarak gerçekleşen tüm spor, hareket ve dans atölyeleri, Yaratıcı Stüdyo’da devam eden ve ileri dönüşümü, geri dönüşümü sahiplenen tamir / onarım atölyeleri bize “kelebek etkisi” olarak tarif ettiğimiz şeyin nasıl hâlâ geçerliliğini koruduğunu gösterdi. Ücretiz olarak katılım gösterilen tüm atölyelerin katılımcılarının zaman içinde kelebek etkisiyle buradaki deneyimlerini nasıl içtenlikle yaygınlaştırdıklarını görüyoruz. Bu da tüm bunlar zaman zaman bize sorulan ve aslında bizim de hep aklımızın bir kenarında olan “bir karşılık buluyor mu?” sorusuna en net cevap sanıyorum.

    · Bu yılın dikkat çekenleri ve gelecek 2024 için masanızda ve kafanızdaki projeler nelerdir?

    Bahar Türkay: Şu anda masamızda hayata geçirmekten ve yakın gelecek için planlamaktan dolayı çok heyecanlı olduğumuz pek çok içerik ve programlama var. 27. İstanbul Tiyatro Festivali’nde prömiyerini yapan ve festivalin ardından her cuma, cumartesi günü biletli gösterimleri devam eden “Çirkin” oyununun kalabalık bir izleyici topluluğu ile buluşuyor olması bizi heyecanlandırıyor. Oyunun en heyecan verici taraflarından biri de, mekâna özel tasarlanmış ve anlatıyı çok katmanlı bir boyuta taşıyan, Lalin Akalan ve Amir Ahmadoghlu (xtopia) tarafından sanat direktörlüğü yapılan dijital “immersive” (kapsayıcı) dijital dünyası… Bunun yanında hem herkese açık olarak, hem de başlangıç, orta ve “master class” seviyelerindeki dans atölyelerimiz hızla devam ediyor. Çağdaş dans ve doğaçlama pratiklerinin yanı sıra dansın çeşitli alanlarına ve “sokak dansı” kültürüne yer açıyor olmak ve bunun karşılığını topluluk tarafında gittikçe daha çok görmek mutluluk verici.

    Ayrıca hareket ve sporu bedenden ibaret kılmayıp, ruhun, zihnin ve hayatın kendinin dahil olduğu bütünsel bir hareket / “fitness” yaklaşımıyla ele alan yeni atölye programları ve özel etkinliklerimiz de olacak önümüzdeki dönemde. Yaratıcı Stüdyo alanımızda ise “Açık Stüdyo Günleri”nin gittikçe daha fazla genç “maker”a ev sahipliği yapması bizim için önemli. Bu alan düzenli atölyeler dışında, herkese, özellikle yeni ve sürdürülebilir bir gelecek hayal edenlere açık. Biz de her hafta orada yapılan üretimleri ve denemeleri merakla takip ediyoruz. Ayrıca YouTube kanalımızı açtık. Burayı yenilikçi üretimlerle beslemeyi planlıyoruz.

    Sıradaki Haberadv-arrow
    Sıradaki Haberadv-arrow