İstanbul pazarları dar geldi ve geçenlerde Tire pazarına gitmeye karar verdik. Bir adet Fiorino'nun içine bir kızlar dörtlüsü olarak doluşup yola koyulduk.
Yolda tabii ki bir yerlere takıldık. Öğle vakti İzmir'deydik. Kemeraltı'nda büyük bir iştahla yediğimiz söğüşü değerlendirecek olursam “eh” aldı (gerçekten üzüldüm hafiften). Balık yemeyi tercih eden arkadaşımızın ortak olduğumuz sardalyası dördümüzden de “fevkalade”yi kaptı.
Akşam yemeğini Şirince'de Güllü Konaklar'nda yedik. Son zamanlarda yediğimiz en lezzetli yemeklerden biri oldu. Çok ustaca pişirilmiş ana yemek oğlaktan önceki otlu mezelere hayran kaldık. Açıkçası Ege otlarının üstüne şöyle bir zeytinyağı gezdirilip sofraya getirilince onlara büyük bir haksızlık edildiğini düşünürüm. Birini yediniz mi hepsini yemiş gibi olursunuz. Halbuki ince dokunuşlarla her birine ayrı bir kişilik kazandırılabilir. İşte Güllü Konaklar'da o gece yediğimiz otlu mezelerde tam da işte öyle nefis dokunuşlar vardı. Ha! Bir de ikinci bir tabağı anında silip süpürdüğümüz erişteden söz etmeden geçmek ayıp olur (öyle ki ertesi gün pazardan çantaya attığım ilk şey erişte oldu).
Sabah erkenden Selçuk'tan Tire'ye geçtik. Telaşımız var! Tak tak çorbası ve kuyu kebabını kaçırmamalıyız. Pazarcıların sabah kahvaltısı olarak içtikleri, kuyuda pişen kuzunun yağından yapılan pirinç çorbasını bizim de tatmamız şart! Evet tak tak çorbasını içtik ama pek de heyecanlandığımıza değmedi,“eh” işte. Ama sıcak pide üstünde masaya getirilen kebaba diyecek yoktu. Bir porsiyon daha istedik...
Ve biz karnımızı doyururken tezgahlar açıldı, yeşilin binbir tonu ile donandı. Taktakçıdan çıkınca İstanbul'dan kalkıp oralara gidiş nedenimiz Tire Salı Pazarı'nın tam göbeğinde bulduk kendimizi. Hiç bu kadar yeşil bir pazar görmemiştim. Biraz şaşkın, biraz telaşlı ve epey doymak bilmez bir iştahla bir tezgahtan bir tezgaha attık kendimizi. Şununla börek yaparız, bunun üstüne yumurta kırarız, bunu salata yaparız, ondan da şahane zeytinyağlı olur derken çantalar dolup taştı, hardalotu, yabani kuşkonmaz, sarmaşık, ebegümeci, turpotu, ısırgan falan ne varsa...
Sonra sıra ek torbalara geldi; kaşar loru ve Tire tulumu almadan dönmek olmazdı...
Pazar gezimizin son durağı ünlü Kaplan Dağ Restoran oldu. Pazardaki otların her birini burada önümüze geldi. Bütün mezeler nefisti. Ve finali Tire köftesi ile yaptık.
Ne diyeyim, her tür köftenin kalbimde ayrı bir yeri vardır. Daha önce böylesini yemediğim.
Tire köftesinin tadına bakar bakmaz özel bir köşe ayırdım kalbimde.
Eve dönünce kuşkonmazlara ne oldu?
Kuşkonmazlar çıtır çıtırdı. Yani kenarlarını almaya gerek yoktu. Şöyle diplerini büküp kırıldığı yerden attım. Zeytinyağında bolca soğan ve birkaç diş sarmısak kavurdum. Kuşkonmazları aynı tavada şöyle bir gezdirdikten sonra üstüne tatlı kırmızı biber ve iri çekilmiş tuz serptim. Servis tabağına aldığımda üstüne nar ekşisi gezdirdim.
İstanbul pazarları dar geldi ve geçenlerde Tire pazarına gitmeye karar verdik. Bir adet Fiorino'nun içine bir kızlar dörtlüsü olarak doluşup yola koyulduk.
Yolda tabii ki bir yerlere takıldık. Öğle vakti İzmir'deydik. Kemeraltı'nda büyük bir iştahla yediğimiz söğüşü değerlendirecek olursam “eh” aldı (gerçekten üzüldüm hafiften). Balık yemeyi tercih eden arkadaşımızın ortak olduğumuz sardalyası dördümüzden de “fevkalade”yi kaptı.
Akşam yemeğini Şirince'de Güllü Konaklar'nda yedik. Son zamanlarda yediğimiz en lezzetli yemeklerden biri oldu. Çok ustaca pişirilmiş ana yemek oğlaktan önceki otlu mezelere hayran kaldık. Açıkçası Ege otlarının üstüne şöyle bir zeytinyağı gezdirilip sofraya getirilince onlara büyük bir haksızlık edildiğini düşünürüm. Birini yediniz mi hepsini yemiş gibi olursunuz. Halbuki ince dokunuşlarla her birine ayrı bir kişilik kazandırılabilir. İşte Güllü Konaklar'da o gece yediğimiz otlu mezelerde tam da işte öyle nefis dokunuşlar vardı. Ha! Bir de ikinci bir tabağı anında silip süpürdüğümüz erişteden söz etmeden geçmek ayıp olur (öyle ki ertesi gün pazardan çantaya attığım ilk şey erişte oldu).
Sabah erkenden Selçuk'tan Tire'ye geçtik. Telaşımız var! Tak tak çorbası ve kuyu kebabını kaçırmamalıyız. Pazarcıların sabah kahvaltısı olarak içtikleri, kuyuda pişen kuzunun yağından yapılan pirinç çorbasını bizim de tatmamız şart! Evet tak tak çorbasını içtik ama pek de heyecanlandığımıza değmedi,“eh” işte. Ama sıcak pide üstünde masaya getirilen kebaba diyecek yoktu. Bir porsiyon daha istedik...
Ve biz karnımızı doyururken tezgahlar açıldı, yeşilin binbir tonu ile donandı. Taktakçıdan çıkınca İstanbul'dan kalkıp oralara gidiş nedenimiz Tire Salı Pazarı'nın tam göbeğinde bulduk kendimizi. Hiç bu kadar yeşil bir pazar görmemiştim. Biraz şaşkın, biraz telaşlı ve epey doymak bilmez bir iştahla bir tezgahtan bir tezgaha attık kendimizi. Şununla börek yaparız, bunun üstüne yumurta kırarız, bunu salata yaparız, ondan da şahane zeytinyağlı olur derken çantalar dolup taştı, hardalotu, yabani kuşkonmaz, sarmaşık, ebegümeci, turpotu, ısırgan falan ne varsa...
Sonra sıra ek torbalara geldi; kaşar loru ve Tire tulumu almadan dönmek olmazdı...
Pazar gezimizin son durağı ünlü Kaplan Dağ Restoran oldu. Pazardaki otların her birini burada önümüze geldi. Bütün mezeler nefisti. Ve finali Tire köftesi ile yaptık.
Ne diyeyim, her tür köftenin kalbimde ayrı bir yeri vardır. Daha önce böylesini yemediğim.
Tire köftesinin tadına bakar bakmaz özel bir köşe ayırdım kalbimde.
Eve dönünce kuşkonmazlara ne oldu?
Kuşkonmazlar çıtır çıtırdı. Yani kenarlarını almaya gerek yoktu. Şöyle diplerini büküp kırıldığı yerden attım. Zeytinyağında bolca soğan ve birkaç diş sarmısak kavurdum. Kuşkonmazları aynı tavada şöyle bir gezdirdikten sonra üstüne tatlı kırmızı biber ve iri çekilmiş tuz serptim. Servis tabağına aldığımda üstüne nar ekşisi gezdirdim.