hourSON DAKİKA
left-arrowright-arrow
weather
İstanbul
down-arrowup-arrow

    Kimdir bu hikayenin sahibi?

    Kimdir bu hikayenin sahibi
    expand
    KAYNAKBetül Memiş / Cnnturk.com

    “Hiç kimse kendinde olandan fazlasını veremez” der, 17. yüzyılın en önemli düşünürlerinden biri olan John Locke. İskoç yazar Kieran Hurley’in “Sesin Resmi” olarak Dot Tiyatro’su yorumundan seyre daldığımız oyun da Locke’un bu cümlesinin yamacında dolanmamı sağladı…

     

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    “Son zamanlarda sık sık aşkın sonu ilan edildi. Aşk bugün sınırsız tercih özgürlüğünün, seçeneklerin çeşitliliğinin ve mükemmellik zorlamasının kurbanı olmuş. Olanakların sınırsız olduğu bir dünyada aşk artık olanaklı değilmiş. Tutkunun soğuduğundan şikâyet edenler de var. Örneğin, (Kudüs İbrani Üniversitesi’nde sosyoloji profesörü) Eva Illouz, “Aşk Neden Canımızı Acıtır?” adlı kitabında bunu aşkın rasyonelleşmesine ve tercih teknolojisinin yayılmasına bağlıyor.

    Ancak aşka dair bu sosyolojik teoriler, günümüzde aşkı, sonsuz özgürlükten veya sınırsız olanaklardan çok daha esaslı bir şekilde yıpratan bir şeyin cereyan ettiğinin farkına varamıyorlar. Aşkın içinde bulunduğu krizin tek nedeni başka Başka’ların bolluğu değil, şu anda yaşamın bütün alanlarında meydana gelen ve benliğin giderek daha da narsistleşmesinin eşlik ettiği, Başka’nın aşınması sürecidir. Başka’nın ortadan kayboluşu, ne feci ki çoğumuz farkına bile varmadan ilerleyen dramatik bir süreç…”

    Kimdir bu hikayenin sahibi

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    2019’un son ayında raflarda yerini alan Güney Kore doğumlu, Alman filozof ve kültürel teorisyen, Berlin Sanat Üniversitesi Profesörü Byung - Chul Han’ın “Eros'un Istırabı” adlı kitabından alıntıyla merhabamı sarkıtmak istedim. Malum, kimselerin asr-ı saadet’ini bulamadığı zamanlardan geçiyoruz. İnsan, aşkta ve kendi karanlığında mutluluk çağını her defasında yakaladığını sanadursun, “Hikayeler sizin bitti dediğiniz yerde bitmez” diyen TV, film ve tiyatroda yaptığı işlerle dikkat çeken, İskoç yazar Kieran Hurley’in, Türkçe’ye “Sesin Resmi” olarak çevrilen “Mouthpiece” adlı oyunu bugün kadrajımızda…

     Oyunu “sınıf, güç ve sömürü üzerine bir aşk hikayesi” olarak tanımlıyor Hurley. Edinburgh Fringe Festivali’nde kapalı gişe oynayan “Sesin Resmi”ni İstanbul’da sahneye taşıyansa Dot Tiyatro. Yazar Hurley’i ise 2018’de, yine Mert Öner’in rejisinden Dot’un sahnesinde seyre daldığımız “Çıkışa Gel” adlı oyundan hatırlayanlarınız olacaktır. “Sesin Resmi”ni Türkçe’ye çeviren Mehmetcan Mincinozlu, oyuncuları; Esra Bezen Bilgin ve Yağız Can Konyalı. Oyunun yönetmen yardımcılığını ve dekor tasarımını Duygum Girginer, ışık tasarımını Cem Yılmazer, video art çalışmasını da Barış Alp üstleniyor. Oyun fotoğrafları ise Cem Gültepe’ye ait.

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Alt metnini, “Bazen hangi şehirde olduğun fark etmez, hikayeler aynıdır” cümlesinden veren oyunun Türkiye versiyonunda mevzular Edinburgh sokaklarında değil de İstanbul’da cereyan ediyor. Yazmaya ve mesleğine olan inancını ve belki de umudunu kaybetmiş oyun yazarı bir kadın ve hayatın şiddetinden payına düşenleri resimlere döken genç bir adam…

    Oyun boyunca, Brecht’in vakti zamanında seyirciye yaptığı şu uyarıyı hatırladım: “Seyretmek de oyunun bir parçasıdır; hazırlıksız seyredersen oyun sana egemen olur, sen oyuna değil!” Oyun içinde bir oyunun doğumundan bahsediyoruz notunu düşüp, öznesine düşen şu soruyla da sizleri baş başa bırakmak isterim: “Başkasının sesi olmak, başkasının hikayesini anlatmak sizi hikayenin sahibi yapar mı?” Ama gelin, öncesinde oyuna hayat veren ekiple yaptığımız röportaja bir göz atın!

    Kimdir bu hikayenin sahibi

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    “Başkalarının düşlerinin kurbanıyız”

    Oyun sonrası kafamda yankılanan Fransız felsefeci Gilles Deleuze’ün, 1987 tarihli “Yaratma Eylemi Nedir?” başlıklı konferansında söylediği şu cümleleriydi: “Başkası düşlediği an tehlike vardır. Düş korkunç bir güç istencidir. Her birimiz az ya da çok başkalarının düşlerinin kurbanıyız. Başkalarının düşlerinden sakının.” Oyunu baz alırsak, Arat da Saye’nin kurbanı olabilir mi?

    Mert Öner: Tiyatro yoluyla anlatıcı olmayı seçen biri olarak Deleuze’ün bu yaklaşımını anlamakla birlikte katılmam pek mümkün değil. Çünkü her şey yazarın kurduğu bir düşe inanmakla başlıyor. “Sesin Resmi”ni sorunun merkezine koyarsak eğer, oyundaki iki karakterin de birbirlerinin düşlerine ortak olup, birlikte büyüdüklerini düşünüyorum. Oyun, bir tanışma, değişme ve değiştirme öyküsü. Bu öykünün bir kurbanı ya da zalimi yok. 

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Oyundaki soruyu sizlere sormak isterim: “Başkasının sesi olmak, başkasının hikayesini anlatmak sizi hikayenin sahibi yapar mı? Birinin hikâyesini anlatmak onun hayatını çalmak mı?”

    Esra Bezen Bilgin: Kimsenin hayatının herhangi bir bölümü yaşandığı esnada, kendisi için bir sanat eseri değil. Hiçbir hikaye belli tekniklerle, öngörülerle, sanatsal biçimler seçerek yaşanmıyor. Sanatçı ise esinlendiği bir hayat hikayesini esere dönüştürürken belli formlara sokuyor. Eleştirdiği ya da savunduğu kısımları ön plana çıkarıyor. Kendi birikimini, öğrendiklerini, seçtiği anlatım biçimini katıyor. Dönüştürüp, başka bir boyuta taşıyor. Bence, bu hep tartışma konusu olacak bir dilemma. Ortaya çıkan kimin hikayesi? Gerçek sahibi kim? Sanatçı, anlatmak üzere yola çıktığı bir hikayenin orijinaline ne kadar sadık kalabilir? Yaşamımızın sanat eserine dönüştürülmüş hali bizi ne kadar tatmin edebilir?

    Mert Öner: Bu aslında tamamen sanatın, tiyatronun sorusu. Hikayeyi yaşayan ve anlatan taraf olmak tamamen birbirinden bağımsız. Aristoteles’in tanımladığı gibi sanat gerçeğin yeniden yaratımıdır. Bu noktadan hareketle sanat yaşamdan beslenir elbette ama yaşamı yeniden biçimlendirir.

    Yağız Can Konyalı: Oyunu merkeze alırsak; başkasının hikayesini anlatmanın, hayatını çalmak olarak anlaşılmaması gerektiğini düşünüyorum. Arat, kendi hayatını ele alıp, bunu bir tiyatro eserine dönüştürecek durumda değil, bu onun hayatı, onun gerçekliği. Bence bir sanatçı, bu yaşamı gözlemleyip, bir esere dönüştürürken, ona yeni bir anlam da kazandırıyor.

    Kimdir bu hikayenin sahibi

    “Seyircinin manipüle edilmesini sevmiyorum”

    Hikayeyi sahnede görme isteğinizi tetikleyen neydi? Metinle ilk tanıştığınızda sizde yarattığı hissiyat ne oldu? Prova sürecinde keşfettikleriniz nelerdi?

    Mert Öner: Hurley sıkı takip ettiğim bir yazar. “Mouthpiece”in sahnelenmeye başlamasıyla birlikte yazılanlar beni heyecanlandırdı ve metni çevirmenimizden okumasını istedim. Ondan gelen geri bildirimle metni hemen okudum ve bitirir bitirmez bu hikayenin anlatıcısı olmak istedim. Birbirinden bu kadar farklı iki hayatın kesişmesi ve bu kesişmeden doğan aşk, dostluk beni derinden etkiledi. Bunun yanı sıra tiyatro sanatıyla ilgili soruları ve yaklaşımı da cabasıydı. Prova elbette bir derinleşme süreci. Her replik, her an, ilk okunduğundan başka bir boyuta genişliyor. Yaptığım en uzun masa başı çalışmasıydı. Çoğu zaman gerçeğe yakınlaşmak, her anı kıymetli kılmak için harcadık. Oyuncularımız ve tüm ekibimizle ilk günden yaklaşımımız o kadar ortaktı ki, iki karakteri de o kadar sevdik ki bir tiyatro oyunu üretmekten öte, bir yol arkadaşlığı yarattı tüm süreç.

    Esra Bezen Bilgin: Beni öncelikle etkileyen, oyunun kurgusu ve sonunda baş başa bıraktığı soru oldu. İki farklı oyunu iç içe okumuşum hissi ile bitirdim. Neredeyse klişe, sonu tahmin edilebilir bir hikaye anlatıyor metin, son bölümdeyse güzel bir sürpriz yapıyor.

    Sahneleme ve karakterleri yorumlarken nasıl bir çalışma yolu izlediniz? Karakteri yaratıyorken doneleriniz ve öncelikleriniz neydi?

    Yağız Can Konyalı: Prova sürecinde yönetmenimiz, bu hikayeyi nasıl anlatmak istediğine dair çok netti. Bu nedenle de verdiği yönelimleriyle bizi epey rahatlattı. Zaten ilk günden itibaren çok ortak bir yaklaşımımız vardı. Bu nedenle de çok keyifliydi prova süreci. Canlandırdığım Arat karakteri, çoğunlukla dışarı yansıttığı tepkilerin aksine, hassasiyetleri çok yüksek bir çocuk. Karakterin bu yönü, role hazırlanırken, Arat’ın diğer gizli kapılarını aralamama yardımcı oldu.

    Esra Bezen Bilgin: Karakterlere yaklaşımımızın çok dengeli olması gerektiğini düşünüyordum. Taraf tutmamak, aynı mesafeden bakmak önemliydi. Mert, Mehmetcan ve Yağız Can’la buluşur buluşmaz hemfikir olduğumuzu, tekste aynı yerlerden yaklaştığımızı gördüm. Bu da büyük bir lüks oldu benim için. Canlandırdığım Saye karakteri, benim etrafımda sık karşılaştığım, tanıdığım bir kadın. Ancak Arat’la ilişkisi ve bu ilişki gelişirken ki dönüşümü ekiple beraber boyut kazandı.

    Mert Öner: Yönetmen olarak iki karakteri de anlamaya çalışarak başladım. Taraf tutmadım hiç, çünkü bunun doğru olduğuna da inanmıyorum. Seyircinin manipüle edilmesini sevmiyorum. Metni ve karakterleri en yalın ve doğru şekilde anlatıp seyirciye kendi duygusu ve düşüncesiyle alan bırakmak niyetim hep. Oyuncu olduğum için karakterleri oyuncularla birlikte inşa etmeyi tercih ediyorum. Oyuncuların rollere getirdiklerini kaçırmadan seçimler yapmayı daha doğru buluyorum.

    “Her sanat ürünü politiktir”

    Hikayeye güzergâhı İstanbul’dan verme fikri, seyirciyi yakınlaştırmak için miydi? Evrensel bir metinde neden böylesi bir yol izlemeyi tercih ettiniz?

     Mert Öner: Uyarlama fikri elbette seyirciyi hikayeye yaklaştırmak için kullanılabilecek bir yol ama çıkış noktam bu değildi. Oyun içindeki oyun biçimi, şehrin oyunun görünmeyen üçüncü kişisi olması, bu hikayenin bizim topraklarımızda da çok net bir karşılığı olduğunu düşünmem, bu hikayeyi İstanbul’a uyarlamaya çağırdı beni. 

    Oyunun yazarı Hurley bir röportajında, “Günün sonunda, yazdığım her şey bir şekilde insanlar ve aşk hakkında bir hikaye. Genelde bu insan ilişkileri daha geniş bir konuşma için bir araçtır, ancak nadiren herhangi bir didaktik anlamda politik bir oyundur. Bu yüzden insanların beni tarif ettiği şekilde politik bir oyun yazarı olup olmadığımdan emin değilim. Bilmiyorum, temel olarak. Bilmiyorum” diyor. Siz ne düşünüyorsunuz?

    Esra Bezen Bilgin: Bu oyun benim için, farklı sebeplerle yalnızlaşmış, farklı sosyal sınıflara ait ve farklı kuşaklardan bir kadın ve erkeğin aşk hikayesi. Yalnızlaşma sebepleri, Saye’nin artık yazamıyor oluşu, sektörünün dışında kalma nedenleri, Arat’ın ait olduğu sosyal sınıf içindeki mutsuzluğu, sıkışmışlığı son derece politik bana göre.

    Mert Öner: Her sanat ürünü politiktir. Uyandırmak, farkındalık yaratmak ve iyileştirmek amacı güder. Fakat bence bunu didaktik bir yolla yapmak sanatın gücünü azaltıyor. İnsan hikayeleri anlatırken derinden, sessiz ve sarsıcı bir şekilde bunu becerebilmek sanata daha çok yakışıyor. Kieran, bu nedenlerle çok iyi bir yazar bence.

    Yağız Can Konyalı: Oyunu ilk okuduğumda bir tepede iki kişinin gölgesi canlandı aklımda. Benim için bu resimle başladı her şey ve öylece de ilerledi.

    Hikayeyi ilk okuduktan sonra ve sahneye koyana kadar olan ki süreçte fonunuzda ne vardı; bir film karesi, bir şarkı sözü, bir resim veya bir heykel gibi?

    Mert Öner: Metni ilk okuduğumda Aslı Erdoğan’ın çok sevdiğim romanı “Kabuk Adam” geldi aklıma ve tüm süreçte bir şekilde yanımdaydı. Bir de oyunun sonunda, alkış kısmında kullandığım Redd grubunun “Her Neyse” şarkısı yanımdaydı hep.

    Esra Bezen Bilgin: Oyuna başlamadan kısa bir süre önce yönetmen Paul McGuigan’ın “Yıldızlar Asla Ölmez” ve Jen McGowan'ın yönettiği “Kelly and Cal” filmlerini izlemiştim. Öyküleri, anlattıkları şeyler farklı, fakat iki film de eksenine, aralarında büyük yaş farkı olan, farklı çevrelerde büyümüş, bambaşka hayatları olan iki yabancının aşkını almıştı. Bu iki filmi peşpeşe izlemiş olmak ve kısa bir süre sonra “Sesin Resmi”ne başlamak, ilginç bir tesadüftü benim için.                  

    “Her şey yoluna girecek”

    Şimdi yarattığınız bu karakterlerle bir şekilde tesadüf olarak karşılaşsanız veya bir şekilde kelam etme şansınız olsa, ne söylemek isterdiniz?

    Mert Öner: Arat’a “Her şey yoluna girecek” demek isterdim, hatırlamaya ihtiyacı olabilir belki. Saye’ye ise “Yeni oyununun konusu ne?” diye sormak isterdim. Çünkü eminim yazıyordur.

    Yağız Can Konyalı: Ben de oyundaki Arat’ın en sevdiğim cümlelerinden birini hatırlatırdım sanırım. “Her şey yoluna girecek.”

    46 yaşında oyun yazarı Saye ve 18 yaşında hayatını resim çizerek ifade eden Arat; bakınca birbirlerinden tamamen farklı ve yabancı iki karakter - iki fani gibi ama onları ortak noktada  buluşturan da aslında bu farklı ve yabancı diye kodladığımız kodlar değil mi? Bugünün Saye ve Aratlar’ına dönersek siz ne söylemek istersiniz?

    Esra Bezen Bilgin: Bahsettiğiniz o kodlar,  önyargılarımız ve nedenini tam olarak bilmediğimiz halde uygulamaya devam ettiğimiz bazı kör ezberler aslında. Farklı olanı zenginleştirici, ilham verici değil, korkutucu, tekinsiz olarak kodlamayı öğreniyoruz. Merak duygusunu, keşfetme isteğini, utanılacak, bela çekecek şeyler olarak değerlendirip, uzak durmaya çalışıyoruz. Bu dünyanın her yerinde böyle… Türkiye’de ziyadesiyle. Aynı semtlerde büyümüş, okullarda okumuş,  kafelerde sosyalleşmiş insanların birbirlerine çok yabancı hissedebilecekleri gibi, aynı şehirde bile rastlaşma olasılığı düşük insanların birçok ortak noktada buluşup, birlikte zaman geçirmekten zevk alabilmesi çok doğal ve gerçek. Ki Saye ve Arat’ı yakınlaştıran sanat. Daha güzel bir birleştirici olabilir mi?

    Mert Öner: Arat’ın repliği ile yanıtlamak isterim. “Herkes aynı anda, aynı yerde, aynı oyunu oynuyor ama ne kadar bir arada olduklarını görmüyorlar.” Herkesin tek, biricik ve kıymetli olduğuna inancımı hiç kaybetmedim. Her insan bir hikaye. Ne kadar başka hayatların, başka hikayelerin peşine düşersek, anlamaya, hissetmeye çalışırsak o kadar büyürüz kanımca.

    Kimdir bu hikayenin sahibi

    “Hepimizin nabzı aynı anda yükselir”

    “Tiyatrodayken hepimizin nabzı aynı anda yükselir ve alçalır. Duygulandığımızda, güldüğümüzde, ağladığımızda ya da içimizde daha ufak şeyler hissederken… ve bazen o tiyatroda hepimiz aynı odada olduğumuz için kalp atışlarımızın ritmi senkronize hale gelir.” Bu aslında bugüne kadar pek çok seyircinin söylemeye çalıştığı muazzam bir tanım gibi…

    Mert Öner: Kieran bu sözleriyle tiyatronun büyüsünü ve gücünü en güzel şekilde tanımlıyor bence. Bir mekanın içinde birbirinden farklı, birbirini tanımayan bir grup insanın ortak bir hissin, ortak bir öykünün izini sürmesi birleştirici ve çoğaltıcı bir deneyim, paha biçilmez.

    Esra Bezen Bilgin: Bu tarifi ben de çok seviyorum, haklısınız. Birbiri ile hiç karşılaşmamış ve belki de bir daha hiç karşılaşmayacak bir grup insanın aynı anda kahkaha atması, aynı yerlerde gözlerinin dolması büyüleyici bir şey. Seyircinin bir ilişkinin dönüşümüne tanıklık ettiğini düşünürken, birden kendisini oyunun içinde bulduğu, aslında parçası olduğunu fark ettiği ana şahit olmak da bir oyuncu olarak benim için heyecan verici.

    “Sesini çıkaramayanların sesi olmaya çalışmakta sorun yok, ta ki ses çıkaramayanların da kendi sesleri olduğunu öğrenene kadar.” Günümüzde masa başından sesler çıkarıyor gibiyiz, sizce?

    Yağız Can Konyalı: Herkesin sesini çıkarmaya, sözünü söylemeye hakkı var. Başkası için ya da kendi için. Çünkü ses çıkartmadan, karşı durmadan farkındalık yaratılamaz, bir şeyler değiştirilemez.

    Kant'a göre, “Sanatın kendi dışında, hiçbir amacı yoktur. Onun tek amacı kendisidir. Güzel sanatı ancak deha yaratabilir.” Oyunda Arat’ın sonunu belirleyen neydi? Saye’nin sanat var etme çabasında, aslında özünde kendini mi başkasında var ediyordu, yoksa sanat kendi akışında, iki karakteri de kendine figüran mı yapmıştı?

    Mert Öner: Sanat çıkış noktasıyla sadece sanat ve üreten içindir. Sonrasında sanat alıcısına ulaşır ve başka bir anlam ve boyut kazanır. Saye de kötücül bir amaçtan uzak karşılaştığı bu yeni dünyadan ilham alarak kendine yeni bir yol, yeni anlam yaratmaya çalışıyor sadece.

    Seyirci bu oyuna neden gelsin?

    Yağız Can Konyalı: Birçok şey söyleyebilirim elbette ama hepimizin aynı şehirde, ne kadar farklı görünsek de ne kadar iç içe yaşadığımızı yakından tanıklık etmek için bile seyircilerimizin bizimle bu hikayeyi paylaşmasını isterim.

    Sıradaki Haberadv-arrow
    Sıradaki Haberadv-arrow