hourSON DAKİKA
left-arrowright-arrow
weather
İstanbul
down-arrowup-arrow

    “Şarkı söylerken, fısıldayarak gönülleri titretebilirsin”

    “Şarkı söylerken, fısıldayarak gönülleri titretebilirsin”
    expand
    KAYNAKBetül Memiş / Cnnturk.com

    1960’lı yıllar boyunca geniş repertuarı ve farklı dillerde şarkıları kendine has üslubuyla yorumlamasıyla dikkatleri üzerine çeken “Kadife Sesli Romantik Prens” lakaplı Ömür Göksel ile bir araya geldik. Göksel, son yıllarda aldığı ödüller, radyo programları ve sahnedeki performanslarıyla dikkat çekiyor ama onu şimdilerde heyecanlandıransa hayatını anlattığı kitabı “Cebimde Saklı Şarkılar”…

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    “Kemanda ahşap ne kadar eskirse o kadar güzel ses alırsınız. Bizler de galiba eskidikçe daha iyi sesler verebiliyoruz” diyor müzikseverlerin “Türkiye Ses Kralı” olarak tanıdığı, 26. İstanbul Caz Festivali kapsamında verilen “Yaşam Boyu Başarı Ödülü”nün sahibi ‘kadife sesli sanatçı’ Ömür Göksel… “2 Mayıs 1942 Cumartesi öğleden sonra, yaşamla ilk randevum. O günü hatırlayamıyorum ama iliklerime kadar doldurduğum ilk oksijen, doğaya, hayata, canlı cansız tüm varlıklara duyduğum aşkın ve sadakatin ilk müjdecisidir...” diyerek de hayatla mesaisinin tanımını yapıyor üstat. Sahnede canlı dinleme şerefine nail oldunuz mu bilmiyorum ama Göksel’in, Nat King Cole ve Frank Sinatra gibi isimlerin klasikleşen eserlerini seslendirdiği performanslarında, o sahne ve güzergâh artık İstanbul’da bir mekan değil de cazın topraklarından bir caz kulübe dönüşüyor adeta.

    “Şarkı söylerken, fısıldayarak gönülleri titretebilirsin”

    Üstat bugünlerde sahne aldığı kulüp performansları hariç, hayatını anlattığı kitabına odaklanmış durumda. Kendisine çocuk yaşlardan beri hayran olan yazar, araştırmacı Pınar Çekirge’nin editörlüğünü üstlendiği kitabın adı ise “Cebimde Saklı Şarkılar”… Kitabın adını ise şöyle açıklıyor üstat: “O tarihler, internet yoktu ve radyoda bir şarkı çaldığında kulağını radyoya dayardın ki şarkının sözlerini yazıp, not alabilesin. Fakat o şarkılar hızlı söylenirse de kaçırır ve ikinci satırı dahi yazamazdın. Daha sonraki haftayı beklerdin ki, o şarkı çalacak da sen de yakalayıp, devamını ya da o satırı tamamen yazabilesin. Birkaç hafta sonra da şarkının tamamını bitirmiş olurdun. İşte, ben tüm not aldığım o şarkıları cebime koyuyordum, sonrasında ezber yapabilmek ve deftere temizini çekebilmek için. Bir zaman sonra baktım ki bilmeden bin şarkılık bir repertuvar edinmişim. Yıllarca sahnede söylediğim şarkılarla repertuvar denizinde kulaç atmışım adeta, hem de cebimdeki şarkıların gelecekte bana para kazandıracağını bilmeden…” Uzun lafın kısası, nazarımda tüm zamanların “müzik insanı” Ömür Göksel ile bir araya geldik. Ortaya, fonu gani tebessümlü bir röportaj çıktı.

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

     

    “Fısıldayarak gönülleri titretebilirsin”

     

     “Müzik ruhun eğiticisidir” diyor Antik Yunan filozofu Platon. Bunca yılın sonunda sizin ruhunuzda ne gibi dönüşümler oldu?

     Cevabı oldukça derin ve uzun. Müzik için ruhun gıdası derler, evet ama benim için gülmek de ruhun gıdası. Hatta çoğu zaman söylediğim; ruhunuza dans ettirmek istiyorsanız kahkaha atın, ruhunuzu dinlendirmek istiyorsanız da müzik dinleyin! Benim için müzik vazgeçilmez bir tutku. Bu öyle bir tutku ki; bir saniye bile kafanın içi boş kalmaz, mutlaka bir müzik notası vardır akışta. Aslında çevrenizde neye baksanız bir müzik sesi duyarsınız ve besteler kafanızda oluşur. Bu oluşan şarkılara önce kendiniz âşık olursunuz, sonra da başkaları. En güzeli ise bu şarkılarla insanlar birbirine âşık olurlar. İşte, Ömür Göksel de insanların birbirlerini daha çok sevebilmesi için yıllarca müzikle uğraşmış birisidir. Mesela, son çıkan albümümden sonra basında bir yazı çıkmıştı; “Bundan sonra Ömür Göksel albümleri tüm eczanelerde müsekkin (yatıştırıcı) olarak satılsın” diye. Beni iyi eden bu tutkunun birilerine de iyi gelmesi çok güzel.

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

     

    Çoğu kişinin hayatında bir kırılma yahut evrilme hikayesi dinliyoruz. Sizinki nedir?

    Hayatımda trenimin makas değiştirdiği olay 12, 13 yaşlarıma denk geliyor. O da ünlü tenor Enrico Caruso’nun hayatının anlatıldığı, bol musikili, 1951 yapımı “The Great Caruso”dur. Filmde, şarkı söylerken tavandaki avizenin kristallerini titrediğini görmüştüm. Çok hoşuma gitmişti. Film sonrası koşarak eve gidip, salondaki avizenin altına geçip, şarkı söylemeye başladım. Fakat avize titremiyordu. Masaya çıkıp, parmaklarımla avizeye dokundum, titredi ve şarkı söylemeye devam ettim. O sırada diğer odadan annem geldi. Ona filmdekinin aynısını yapmak istediğimi söyledim. Bu arada annem konservatuvarlıdır ve bana; “Olmaz öyle şey, sen tenor değilsin, bas bariton bir sese sahipsin. Sen şarkı söylerken, fısıldayarak gönülleri titretebilirsin” dedi. O günden sonra hiçbir şarkımı bağırarak söylemedim. Yani nehir akacak denizini bulur.

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

     

    Müzikte 60 yıl… Bu işin efsunu nedir, bir matematiği var mı?

    Oksijenle tanıştığım ilk nefesimden son nefesime kadar şarkı söyleyeceğim. 1955 -1957 arasında Galatasaray Genç Takımı’nda futbol, 1958-1962 arasında ise Galatasaray’ın basketbol takımındaydım. O zamanlar televizyon yoktu. Zamanımızı romantik şarkılar söyleyerek veya spor yaparak geçiriyorduk. Kadıköy’de romantik bir dünyamız vardı. Paramız olmadığı için sevgililerimize şarkılar, şiirler hediye ediyorduk. Bana da arkadaş ortamlarında ‘Sesin ne güzel, şarkı söyler misin?’ diyorlardı. Sahada da ‘artiste bak!’ diye küçümsüyorlardı. Gene de müziğimizle, sporumuzla mutluyduk… Fakat şarkıcılığı ikiye ayırmak lazım… 57 yıldır sahnelerdeyim, ciddi bir tecrübe söz konusu. Bu 57 yılın, 17 yılı ABD, İtalya ve Almanya’da şarkı söyleyerek geçti. İlk yıllarımda öylesine konsantre oluyor ve iyi söylediğimi zannediyordum ki karşımdakilerin de beni hayranlıkla dinlediğini düşünüyordum. Yıllar geçip, şarkıcılığı öğrendikten sonra baktım ki şarkı söylemek çok da kolay bir şey değil! Konsantre olmanız şart ama dinleyicileri de o şarkının içine alabiliyor ve sizden fazla duygulanmasına sebep olabiliyorsanız, işte o zaman iyi bir şarkıcısınız. Bunun efsunu da yıllar ve tecrübe. Müziğin bir matematiği var tabii, fakat bunun dışında caz ve blues’da “blue note” vardır. Bizim Türk Sanat Müziği’nde de var. O anda, içinden çıkan ses, titreşim gibi bir şey. Blue note’lar çok mühimdir. Öyle bir yerde blue note’unuzu koyarsınız ki karşınızdaki büyülenir, kalır. O zaman der ki, bir daha gidelim Ömür Göksel’i dinlemeye. Benim arzu ettiğim dinleyici grubu da budur.

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

     “Şarkı söylerken, fısıldayarak gönülleri titretebilirsin”

    17 yıl yurtdışında muazzam bir deneyim, sonrasında geri döndüğünüzde eski şöhretiniz yoktu belki ama her şeye rağmen değmiştir diye düşünüyorum?

    1980’de, 13 tane plağımın bir numara olduğu çok güzel bir dönemde, beni dinleyen bir menajer, dünyanın bütün Hilton’larını dolaşarak şarkı söylememi istedi. Benim için bulunmaz bir fırsattı ama başta çekindim, geri döndüğümde, evet söylediğiniz gibi bütün bu şöhretim yok olacaktı. Bir şekilde ikna oldum, kabul ettim ve New York’ta başlayan macera Milano, Düsseldorf derken, tam 17 yıl sürdü. Tabii ki orada yaşadıklarıma değdi, müthiş bir deneyim. Bizim coğrafya, sabah güneşinde ünlü olup, akşamında yok olan şarkıcılarla dolu. Ama 60 yaşında, uzun bir ara verdikten sonra, yeniden işler yapmak, üstelik İngilizce albümlerle yeniden bir numara olmak; işte bu her babayiğidin harcı değil! Önce Bir Ömür adlı programı hazırladım; 13 hafta diye başladık, 73 haftada bitti! Sonra, güneydeki otellerde üç yıl şarkı söyledim. Mutluydum ama İstanbul’dan uzaktım. Dönmek için bir proje geliştirdim ve ‘dünyada en sevilen şarkıları söylemeliyim’ diyerek 45 yıllık birikimimi bir albüme döktüm. ‘Eşe dosta hediye ederim’ diye düşünürken, albümün tirajı 72 bine ulaştı. Eski dinleyicilerime yenileri katıldı ve ben bir anda en aranan bir şarkıcı oldum. Bugün insanların, Ömür Göksel adını söylemeden evvel şarkılarımı söylemesi beni mutlu ediyor.

     

    “Kent müziğimize dokunmasın!”

     

    Söyleşilerinizde “kent müziği” üzerine duruyorsunuz. Bugünün kent müziğinde neler oluyor?

     Ben yıllarca “do, re, mi” ile uğraşayım ama bir gün, bir kadın çıkıyor ve “Nere mi” ile uğraşıyor. Ömür Göksel medyatik olmaktansa melodik olmayı tercih etti hayatı boyunca. Kim neyle uğraşmak istiyorsa uğraşsın, fakat bizim yıllarca emek verdiğimiz kent müziğimize dokunmasın! 60’lı yılların ortasına kadar bu ülkede, İtalyan, Amerikan ve Fransız müziği vardı ve Türkçe sözlü şarkılar yoktu. Bizler, üvey evlat gibi görülen, Türkçe sözlü şarkıları Anadolu’ya tanıtmak için çok uğraştık. Bir de karşımızda TRT’nin barajı varken gerçekleşti bunlar. O devirde, Türkçe sözlü batı müziğini tanıtabilmek için bütün Anadolu’yu karış karış gezerek konserler veriyorduk. Bu ülkenin müziğinin annesi türküler ise babası da Türk Sanat Müziği’dir. Ben ve sanatçı arkadaşlarım, bu şarkıları Tokyo, Kanada ya da Paris’te yapmış olsaydık, maddi açıdan bambaşka yerlerde olurduk. Tabii bunlar telif haklarına giriyor. Ancak size de telifle ilgili söyledikleri sadece “harika bir şarkıydı” cümlesi oluyor. Yeterince kazandık, kazanıyoruz da, bir şikayetim yok. Ama gerçek şu ki, bir albüm yapıyorsunuz ve bir tanesi karşılığında 1 TL. ödüyorlar. Unkapanı’nda 1 TL. tuvalet ücreti ödüyorsunuz. Türkiye’de ne yazık ki sanatsal bağlamda sizin değeriniz bu.

     

    Sohbetin başından bu yana dikkatimi çeken, kendinizden başka bir karaktermiş gibi bahsediyorsunuz. Ömür Göksel bir marka ise şimdi karşı masamızda oturuyor olsa, onu nasıl fotoğraflardınız, tariflemenizi istesem? Tebessümlü hemhalizin altında, iç dünyanızda neler oluyor?

     Ömür Göksel’i mizaç olarak hep bir akordeona benzetirim. Kapandığımda hüzün, açıldığımda da mizah olurum. Mizah ve hüzün arasında sıkışmış bir sanatçıyım ben. Tabii ki bazen benim de içimde fırtınalar esiyor. Ama sabah kalktığımda aynaya bakarım, “Günaydın Ömür, yeni bir gün başlıyor, bugün senin doğum günün” derim. Takvimde kaç yaprak kalmışsa bilemezsiniz. Hayatınızın ne zaman ve nasıl biteceği de belli değil. Yıllar evvel bir şarkımda söyledim: “Ha üç gün önce, ha beş gün sonra, yatakta mı yavaşça sokakta mı ansızın...” Onun için de hayatı hep bir tebessüm içinde yaşadım. Zaten tebessümün maliyeti de sıfır. Bir bakımdan da tebessüm hemhalini oynamaya mecbursunuz, bazen içiniz kan ağlasa da. Tanınmaya başladığınızda işler değişir ve sanatçı olduğunuzda da hata yapma hakkınız yoktur. Halkınız sizi affetmez. Olursa da ne yazık ki sizi hep o hata ile hatırlarlar.

     

    Yorucu değil mi böylesi? 206 kemik fanileriz, hatalar da yeni deneyimler de bizim için değil mi?

    Ama insanoğlu budur. Her şeye rağmen yaşamak yorulmaya değer! Sanatın pek çok dalı var ama hepsinin içinde bir tanesi çok mühimdir; güzel yaşama sanatı. Zaten güzel yaşıyorsanız ve etrafınıza da bunu hissettirebiliyorsanız sizden mutlusu yoktur. İnsanların bir hedefi vardır tabii ama bazı insanların hedefi mutluluktur. Fakat mutluluk parfüm gibidir, sıkarsınız, uçar gider. Mesela, ben de dahil bizim jenerasyon arabesk müziği duymak istemedik. Bizler, Türk Pop Müziği’ni tanıtmak için uğraşırken, anne ve babası belli olmayan bir müzik çıktı ortaya arabesk diye. Aksine müzik umut dolu olmalıdır, kavuşmak ve kucaklaşmak için şarkı söylenir. Umut yoksa hayat yoktur. Sadece arabesk değil, heavy metal de bana bir şey vermiyor. Konserleri de nasıl doluyor şaşarım. Araştırmam da bunu, ama dinleyenlerine ceketimi ilikler, hürmet ederim.

    “Şarkı söylerken, fısıldayarak gönülleri titretebilirsin”

     

    “İnsanlara çok uzakta kaldıkları bir müziği hatırlatıyorum”

     

    İlginç ve aşırı kapalı bir bakış açısı oldu gibi. Ama siz dünyanın en iyi şarkısını da yazıp, söyleseniz, yine de bende var olan müziği duyacağım. Yani notaların kime nasıl tezahür edeceğini bilemeyiz…

    Evet, katılıyorum. Albümlerimde de dedim ki; bu şarkıları beğendiyseniz tanıdıklarınıza sakın anlatmaya çalışmayın onlar da dinler ve beğenirse kendileri alırlar zaten. Kliplerin de karşısındayım; ben o şarkıyı dinleyip, başka düşüncelere dalarken, o klip ile bana bambaşka durumlar anlatılıyor. O zaman, benim sanat gücümü, hayalimi sınırlıyorsun. Buna da kimsenin hakkı yok. Ama bu yüzyılın insanı çok da düşünmek istemiyor, ne gösteriliyorsa inanıyor ve bitti, gitti. Onun için de radyo sevdalılarını çok seviyorum ve radyo programları yapıyorum. TRT Radyo’da, “Müzikle Bir Ömür” diyorum cumartesileri, saat 11.05’te. TRT Radyo 3’te de Akdeniz Melodileri, cumaları, saat 12.05’te. Bunlar beni çok mutlu ediyor. İnsanlara bilmedikleri ve çok uzağında kaldıkları bir müziği hatırlatıyorum. 50 yıl evvelinden bugüne gelmiş şarkıların hikayelerini anlatıyorum.

     

    “Müziğin olduğu yerde kötülük olmaz” diyor Cervantes, fakat günümüze bakınca biz kötülükten, kötülük de bizden aşırı nasibini alıyor gibi...

    Kesinlikle katılıyorum. Sanatla uğraşan birinin içinde ne kötülük olabilir ki! Fakat kafamdan şimdi şu geçti; Sohbetimiz esnasında, “Nerden böylesine romantik birine rastladım” diye de düşünmüş olabilirsin ama bizim ülkemizde romantizmin son kalesidir Ömür Göksel. Benden sonra da dilerim ki gençlerin içinde romantik düşünen, böylesi her şeyi tozpembe görmeye çalışan, pozitif, en kötü günlerde bile en güzel şeyin geleceğine inanan insanlar çıkar inşallah.

     

    Bu yılki İstanbul Caz Festivali’nin “Yaşam Boyu Başarı Ödülü” dahil geçen yıllarda da bu tarz ödüller almıştınız, sizin için bu ödüller ne ifade ediyor?

    Türkçe sözlü şarkılar yokken, 60’ların ortalarında, biz zaten caz şarkıları söylüyorduk, yeni bir şey yapmıyoruz yani. O zamanlar, altı saat süren müzik yapıyorlardı orkestraların hepsi. Biz de bu orkestraların geniş repertuvarlı solistleriydik. Şimdilerde geçmişe bir dönüş oldu, ancak benim dikkatimi çeksen, iki yıl evvel Afyon Caz Festivali’nin ‘yılın caz ödülü’nü, sonrasında Ankara Caz Festivali’nin caz şarkıcısı ve yaşam boyu başarı ödüllerini Ömür Göksel’e verdiler. Bu yıl da İKSV… Bir şeyler mi oldu diye düşünüyorum. Unutulmuştuk da yeniden akla mı geldik! Tabii, ama utulanlar unutanları unutmazlar…

     

    Belki de sıra anca gelmiştir…

    O kadar da sıraya girecek caz şarkıcısı yok. Bu konuda acımasızım ya da vaktinde ne güzel şeyler varmış diyor olabilirler. Çünkü bugünün müziğinde hatırda kalan bir şarkı yok ki! ABD’lilerin güzel bir sözü vardır; çikleti çiğnersin ve tadı bitince atarsın. Bir de güzel yemek yersin ve tadı damakta kalır… Emek sarf etmeden bir şeylere sahip oluyoruz. Çabuk tüketiyoruz. Bu ikili ilişkilerimize de sirayet etmiş durumda. Ama caz dinleyicisi muhteşem; Ankara Uluslararası Caz Festivali’nde sahnedeydim ve 1300 kişilik salonda eşime yer bulamadım. İcra ettiğim müziğin bu denli karşılık görüyor olması muhteşem bir duygu. Kısaca; şarkı söylemeyi çok seviyorum ve bu şarkılarımla insanlar mutlu oluyorsa ben de çok mutlu oluyorum.

     

    Sıradaki Haberadv-arrow
    Sıradaki Haberadv-arrow