hourSON DAKİKA
left-arrowright-arrow
weather
İstanbul
down-arrowup-arrow

    Bir Türk filmi olarak kanser

    Bir Türk filmi olarak kanser
    expand

    İnsanların adını bile anmaktan çekindikleri, "dağlara taşlara" diyerek tahtaya vurdukları bir hastalık kanser. Ama kanseri, "Azrail"in öteki adı haline getiren bu algı doğru mu? Ahmet Erözenci bir tıp profesörü, kanser doktoru yani. Üstelik 30 yaşında kanser hastasıymış, bazı yakınlarını da bu hastalıktan kaybetmiş. Erözenci kanseri hem tedavi ediyor, hem de iki yönlü deneyimini, bir "kanser koçu" olarak hastalarına sunuyor. Erözenci, geçtiğimiz günler de bir de kitap kaleme aldı: "Bir Türk Filmi Olarak Kanser"

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Kanser, günümüzde korkunun ve neredeyse ölümün öteki adı halini almış durumda. Uzmanlar kanserin Türkiye'de kalp ve damar hastalıklarından sonra ikinci sırada geldiğini söylüyor. Ancak kanserin, erken tanısı ve tedavisi mümkün bir hastalık olduğunu da ısrarla vurguluyorlar. Ancak kanserin imajı, algılanışı, sanki tedavi edilebilir bir hastalık değilmiş gibi, adeta bir öcü gibi...

    Prof. Dr. Ahmet Erözenci İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'nde öğretim üyesi. Uzmanlık alanı üroloji ve deneyimli bir kanser doktoru. Erözenci'nin bu deneyiminin bir parçası da bizzat bu hastalığı yaşamış biri olmasından kaynaklanıyor. Erözenci, 30 yaşında lenf kanseri olmuş. Kendisi de damdan düşmüş yani. Ablasını ve ağabeyini de kanserden yitirmiş... Sonrasında da ürolojik kanserlerin tedavisinde uzmanlaşmış.
    Bir Türk filmi olarak kanser
     

    Prof. Dr. Erözenci, bir hasta, hasta yakını ve doktor olarak edindiği deneyimden çıkarsamalarını bir kitapta topladı: "Bir Türk Filmi Olarak Kanser" (Ayrıntı Yayınları). Erözenci bu kitapta, kanser hastalığını doktor kimliği üzerinden ele almıyor. Meselenin bir başka boyutuna yöneliyor. Hasta-hasta yakını-doktor arasındaki sağlıklı iletişimin iyileşmeye giden yoldaki hayati önemini ele alıyor.

    Erözenci, kanser tanısı öğrenildikten sonra hasta ve yakınlarının tepkilerini nelerin belirlediğini, korku, kızgınlık gibi duygularla nasıl baş edileceğini, "neden ben sorusuna" karşı verilebilecek yanıtları, hastalığın nasıl paylaşılacağını, nasıl sıra dışı hasta olunabileceğini anlatıyor. Üstelik, Erözenci bunu aşina olduğumuz Türk filmlerinden örneklerle anlatıyor. Kitabın ikinci bölümünde ise, kişilik tiplemelerinden hareketle hasta-hasta yakını-doktor arasındaki doğru iletişimin nasıl olacağı ve bunun hastalığın kafada yenilmesine olan katkısını, hastanın kendisi için yapabileceklerine değiniyor. Hekimliği aşan bir koç işlevi üstleniyor, bir kanser koçu.

    Hasta ve hasta yakını olarak da deneyimli bir kanser doktorunun, bu meseleyi Türk fimleri ile anlatmasındaki keramet, hastalığı yenmekte yaşanan sıkıntıların, tıbbi alanda değil de kültürel alanda olduğunun ipuçlarını veriyor aslında. Yani kanserin ölümcüllüğünü, sosyo-kültürel durumlarla, kendisiyle ilgili oluşturulan imajlarla ve korkuyla beslediğini... Erözenci'ye göre, kansere ilişkin algı, ortaçağların vebası, sonraki çağların verem hastalığı gibi... Ancak bu hastalıklar sonradan tıbbın alanında bir sorun olmaktan çıkıp, toplumsal sorunları anlatan metaforlara dönüştü. Bugün her ne kadar yüksek bir öldürücü oranı taşısa da kanserin de bir gün bir "zalim eskisi"ne dönüşeceği umudunu taşıyor. Erözenci, kanserin çaresiz bir hastalık olduğuna karşı çıkıyor ve kitabındaki mücadelesini de kanserin korkutucu gücünü alaşağı ederek veriyor.

    Sevgisizlik, değersizlik duygusu, yalnızlık...

    Kitaba göre, kanser kendi vantuzlarına yakalanan, yakalanmak üzere olan, potansiyel anlamda yakalanacak olanları önce karakterlerinden yakalıyor ve sonra da hakim sistemin birey üzerindeki hegemonyasıyla onları esir alıyor. Erözenci kitabında, insani gelişmişlik düzeyiyle kanserle ilişkimiz arasında çok temel bir ilişki bulunduğunu anlatıyor. Erözenci, kanseri buralardan yakalayarak onu yeniden tanımlaması için okuyucuya yeni yeni bakış açıları sunuyor; yaşanmış deneyimlerden örnekler veriyor, alışageldiklerimizi sorgulatıyor. Kanser, kişiyi panik halde bırakarak, hayatla kurduğu ilişkinin en zayıf yerinden yakalıyor. Denilebilir ki, kanser asıl gücünü; korku, çaresizlik, sevgisizlik, yalnızlık, değersiz görülme, güçsüzlük gibi insanlık hallerinden alıyor. Ve bu nedenle kanserde yaşanan iletişimsizliği aşmak gerekiyor. Erözenci tam da burada, doktor-hasta, hasta-toplum arasındaki iletişimin önemine dikkat çekiyor.

    Samimiyetsizlik de kanseri besliyor

    Kitaba göre, kansere öldüren gücünü, toplumsal sistemin dayattığı değerler veriyor. Bunlardan biri de samimiyetsizlik. Erözenci, samimiyetsizliğin, kanseri güçlü kılan etkiler arasında başı çektiğini ifade ediyor. Zira kansere yakalanan herhangi birisi ya da bizzat ona muhatap olan kişi, aldatılmışlık duygusuyla daha çok baş etmek zorunda kalıyor. Kanser aynı zamanda bir katharsis işlevi de görüyor. Onunla tanıştığımız andan itibaren kendimizi temize çekme, doğruları ve yanlışları dürüstlükle savunma gereksinimi duyuyoruz.

    Erözenci, sosyo-kültürel ve politik yaşamla ciddi bir paralellik kurduğu kanseri alt etmek mevzusunda, paylaşımın önemine dikkat çekiyor ve şu eleştiriyi dile getiriyor:  "İlkokulda bize öğretilen, her şeyi paylaşan toplum olmamız mı yalan yoksa filmlerde gördüklerimiz, kitaplarda okuduklarımız mı? Yoksa gerçek olan bize öğretilenlerdi de 12 Eylül sonrasında beyin yıkama süresince paylaşmak başta olmak üzere tüm değerlerini yitiren, çıkarcılığı ön plana olan, köşe dönmek için her yol geçerlidir mantığına dört elle sarılan, başkasının üzüntüsüne sevinen, başarısını kıskanan, dostumun düşmanı dostumdur yaklaşımını benimseyen bir topluma mı dönüştürüldük... Ne olursa olsun, bir gerçek yadsınamaz olarak ortaya çıkıyor; toplum olarak çoğu değer yargımızı yitirdik ve paylaşım duygusu da bunların içinde."

    Sıradaki Haberadv-arrow
    Sıradaki Haberadv-arrow