Duygu Merzifonluoğlu Duygu Merzifonluoğlu

Superman’ler, ancak onlara gerçekten ihtiyaç duyulduğunda kendilerini gösterirler

17.05.2021 Pazartesi | 13:02Son Güncelleme:

Tanımak başka anlamak başka şey bir insanı. Anne babalarımızla belki erken tanışıyoruz bu hayatta, ancak onları anlamamız en iyi ihtimalle 20 - 25 yılımızı alıyor. Hatta bazen benzer döngüleri hayatımızda yaşayana, belki anne baba olana kadar bile anlayamayabiliyoruz onları layıkıyla. Bunu neden düşündüğümü sorarsanız.. Makaleyi bitirdiğinizde anlayacaksınız..

Haberin Devamıadv-arrow
Haberin Devamıadv-arrow

Geçtiğimiz hafta Instagram'da 20'li yaşlardaki fotoğrafları evin camlarından bir bayrak sallandırır gibi sallandırma günüydü. Bugün artık yaş kemale ermiş bir çok kişinin henüz daha kırılmamış, kırışmamış gencecik hallerini görünce böyle düşündüm. “Biz de fena değildik hani, bir zamanlar ne canlar yaktık, ne kalpler kırdık, her zaman bugün olduğumuz gibi olgun ve de ölçülü değildik.” diye mırıldanarak paylaşılan o eski anlar bana bunu düşündürdü. Ama işte yıllar, şanslı genlere sahip değilseniz eğer izini her yıl biraz daha fazla bırakıyor insanın teninde. Kaçış yok. Hal böyle olunca da, bırak kendini cümle aleme göstermeyi yaş aldıkça önce kendine bile göstermek istemeyebiliyor tabi insan. Her şeyin aynı kalmamakta olduğunu görmek başka mertebe, her şeyin olduğu hali ile kalmasını isteyip, hiçbir şeyin değişmesini istemeden eski günlere özlemse başka bir mertebe.

Şimdiki çocuklar ise bambaşka bir hadise. Ergenlikleri geçip büyüdüklerinde bu gibi konularda nasıl bir anlayışta olacaklar, kestiremiyorum bile. Online sınıf derslerine dahi filtrelerle girdiklerini görünce, instagram’da sürekli performans sergilediklerini, dünyayı kemirmeye başladıkları ilk şekerli kenarın ilerde onların önüne aleyhlerinde delil olarak çıkabileceğini düşününce..

Geçen gün, bu 15 tatil kılıklı kapanma döneminde yine fazla asosyal olmaya başladığım günlerden birinde uzundur görmediğim yazlık arkadaşlarımla ve kuzenlerimle buluştum zoom üzerinden. Tam çocukluğumuzu, beraber geçirdiğimiz yazlık günlerimizi konuşmaya başlıyorduk ki kuzenlerimden birinin zoom görüntüsünün fazla 5'nci boyut hurisi gibi olduğunu görüp kayıtsız kalamayarak “ne var senin kameranda öyle, bir tuhaf görünüyorsun?” diye kendimizi sormaktan alamadık. Hemen oğlunu çağırdı yanına. Meğer oğlunun odasında oğlunun zoom'undan bağlanıyormuş kendi gençliğimize erişmeye çalıştığımız canlı yayına. Oğlu demez mi “Anne ben sivilcelerim görünmesin diye güzelleştirme filtresi kullanıyorum, öyle katılıyorum derse, o açık kalmış..” Öylece kalakaldık duyunca. Şaşılacak şey doğrusu. Ortaokul yaşlarında güzellikle, nasıl göründüğümüzle hiç uğraşmazdık ki biz. Bırak nasıl göründüğümüzü kendimizi bile daha başkasının gözünden görmeye başlamadığımız zamanlardı o zamanlar. Nerede bizim parantezli, noktalı virgüllü imla işaretlerinden yapılma yatay güller, nerede güzelleştirme filtreli online dersler. Hatırlıyorum da cep telefonuyla pürüzsüz parlak fotoğraf çekmek ne kelime 36'lık filmlerle doğru anda doğru kareyi çekmek bile bazen büyük meseleydi o günlerde. Bir karenin nasıl bir kare olduğunu görebilmek için zaman ve para vermen gerekirdi. Beklemen, sabretmen gerekirdi. Şimdiki gibi kullan at fotoğraflar çekmezdik. Diyeceksiniz ki bana şimdi, bizim zamanımız sizin zamanınız diye edebiyat yapmak lüzumsuz, herkes kendi zamanının döngüsünü yaşıyor, sen de herkes gibi yaşayıp gideceksin, o öyleydi bu böyle diye fazla sorgulamayacaksın. Ama işte hikaye böyle ayağına gelince insanın haliyle dayanamıyor. Hem bunun yaşla falan da pek uzaktan yakından bir alakası yok. Hazır Instagram da "yaş kemale eriyor, eller yukarı, hayaller aşağı" demişken şimdi değil de ne zaman yapacaksın bu karşılaştırmayı cancağzım.

Haberin Devamıadv-arrow
Haberin Devamıadv-arrow

Bilmiyorum ki ben 13-14 yaşlarında ya da 8-9 yaşlarındayken olsaydı bu pandemi günleri bende, bizde, bizim neslin çocuklarında nasıl bir etkisi olacaktı. Bizim ilerimizde daha doğrusu yetişkinliğimizde ne gibi etkileri kalmış veya neleri hızlı aşmaya yardımcı olmuş olacaktı. Bilmiyoruz. Sonuçta, biz, ilk cep telefonunu eline lise son sınıfta alan nesiliz. (Hatta anne babalarımızın böyle bir şansı dahi yoktu hatırlatırım.) O zamanki cep telefonları da sahiden bugünkü gibi değildi ama. Rakam ve harf dışında pek bir şey göremiyordun zaten ekranda. Resim çizmek istersen de yaratıcılığını kullanıp parantezlerden, rakamlardan, noktalama işaretlerinden eciş bücüş şekiller yapıyordun. Şaka gibi geliyor belki kulağa ama gerçekti. Yani şimdiki gibi öyle bir emoji ile işi kolayca çözemiyordun. Kısaltmalar kullanıyordun, kelime içlerinden sesli harfleri dışarı atarak kestirme yoldan 120 harfi geçmeden bir mesajın içine sığmaya çalışıyordun. Kısacası karşındaki insana seviyor musun, özlüyor musun, önemsiyor musun belki daha zor ama daha gerçek, daha bir kalpten anlatıyordun. Burdan bakıldığında artık duyguları açık etmek daha kolay belki ama nedense duygusunu erteleyen çok bu defa da. Sokak yerine bilgisayar ekranının içinde büyüyen nesil ileride nasıl olacak bilmiyorum o nedenle. Bilemiyorum. Bugünleri nasıl anımsayacaklar sahiden pek kestiremiyorum.

Haberin Devamıadv-arrow
Haberin Devamıadv-arrow

Hem zaten sokaklarda çocuklar ne oynuyor diye arada camdan baktığımda da nadiren oyun oynarken görüyorum çocukları. Bisiklete binen yok. Saklambaç oynayan yok. Sokakta oynamaktan dolayı üstü başı kirlenen yok. Yere düşüp renkli yara bantlarından orasına burasına bol pullu mektup zarfı misali yapıştıran, yapıştırmaya can atan, şakacıktan yaralanan da yok. Hal böyle olunca artık çocukların bacaklarındaki yaralar daha farklı yerlerin izini taşıyor diyor insan. Bizim gibi oyun oynarken olmuyor. Daha farklı şeyler onların canını acıtıyor. Daha farklı yaraların izi onlarda kalıyor. Çocuklar şimdiki zamanda daha başka bir iklimin güneşi ile büyüyor.

Haberin Devamıadv-arrow
Haberin Devamıadv-arrow

Geçen gün tam da üzerine denk geldi “Stranger Things” dizisini izlemeye başladım. Bizim çocukluğumuzun geçtiği zamanları, 90’ları anlatıyordu dizi. 4 kişilik bir erkek grubunun ergenliğe girmeden hemen önceki oyun dolu hayatı, bir oyun üzerinden giderek o günlerde yaşamı algılayışları ve tam o andan sonra da hayatın gerçeklerinin kendini yavaş yavaş gösterişi ile beraber hayatlarının kökten değişmeye başlayışı üzerine güzel bir diziydi. Sonrasında tabi bildiğimiz hikaye devreye girince kendi hayatınızın bugününe birden bağlanıveriyordunuz.. Aşk, para, sağlık üçgeni sürekli dengeyi bozmaya başlayınca yatağa küçük gelen bir çarşaf misali bir köşesinden çekiştirsen öte yanı açılıyordu arkadaşlıkların, dostlukların ve de ayağı yere basmayan hayallerle dolu çocuklukların..

Haberin Devamıadv-arrow
Haberin Devamıadv-arrow

Bir de tabi o 4 yakın erkek arkadaştan oluşan grubun maceralarını izlerken “herkesin çocukluğu, arkadaşlıkları böyle olmuyor ama..” diyor insan içinden. Pek çok çocuk sürekli hayatında tuttuğu kemik bir arkadaş grubunun yanında büyümüyor, büyüyemeyebiliyor. Tüm yaşlarına gerçek anlamda her şeyi ile tanık olan az kişi olabiliyor hayatında. Gerçek dostluk ve arkadaşlık kavramı bazı insanlar için o yaşlarda değil de çok daha ileriki yaşlarda kurulabiliyor mesela. Samimiyetse aynı popülaritenin anlamı gibi sen büyüdükçe anlamını tamamen değiştiriyor.

Sonra zamanla dışardan nasıl göründüğüyle değil de içeriden kendini nasıl sevdiği ile ilgileniyorsun insanların. Hayatı nasıl görüyor, yakın gelecekte kendi için ne istiyor, sana senin bilmediğin neler verebiliyor, neleri ondan öğrenebiliyorsun ona göre eleme yapıyorsun. Kendini gerçekten görmek isteyenle yolunun bir yerlerde mutlaka kesişeceğini ise derinlerinde bir yerlerinde biliyorsun mesela. Cesur insanlarla, mala mülke, şana şöhrete pek ihtimam göstermeyen insanlarla neden daha kalpten konuştuğunu anlıyorsun zamanla. O nedenle karşılığında para almasa dahi sadece yapmayı sevdiği için o işi yapan, düşünmeden zamanını en çok sevdiği şeylere veren insanları da daha çok seviyorsun. Çünkü yaşam bir kerelik bir akışta sen olarak yaşanıyor biliyorsun. O yüzden de yaşamın güzel yanlarına tutunan, yaşamın bir sonu olduğunu bilerek yaşamın her anına tutku duyan insanlarla olmak istiyorsun.

Sonuçta hiç yapmadığımız şeyleri ilk kez yapmaya başladığımız o çocukluk zamanlarından bu yana biz de az vakit geçirmemiş olsak da bu dünyada çocukluğun izi hala çok başka. Belki de bizdeki yeri o nedenle o kadar kuvvetli çünkü bacak kadar boyunla dünyayı kurtaracağına dair güçlü inancı taşıdığımız sihirli yıllardı o yıllar. İlk aşkları, ilk ayrılıkları, ilk vazgeçişleri yaşamak zorunda kaldık belki ama yine de bir yanımızı çocuk bırakmayı bildik.

Beğenilmemeyi, istenmemeyi, bir yönüyle diğerlerinden ayrılan olmaktan ötürü tuhaf algılanma halini, bir gruba alınmayı, bir gruptan bir anda çıkarılmayı biz de yaşadık belki herkes gibi ama bunların bize öğrettiği öğretiyi de görmeye çalıştık.

Çok konuşmayışın, çok konuşuşun, çok çalışkan oluşun ya da olmayışın, öğretmenlerle aranın iyi oluşu ya da olmayışının, okulun öne çıkan gruplarından (bando, dans, spor) birinde oluşun ve orada başarılı oluşun veya olmayışın insanın alnına yapışan bir leke gibi ömrü boyunca onunla taşınan duygular yaratmış olduğunu biz de zaman içinde deneyimledik herkes gibi ama yeri gelmeyince söylememesini de bildik.

Kısacası birileri tarafından küstürülmüş, dışlanmış, terk edilmiş, beğenilmemiş, istenmemiş, suçlanmış, yalnız bırakılmış, başaramayacağına inandırılmış, kırılmış çocukluluklar taşıyoruz hala içimizde bir yerlerde. Ama belki de o nedenle daha güçlüyüz bugün eskisinden. Çünkü bazı hataları yaptık ve sıramızı savdık zaman içinde. O nedenle belki de o çocukla yeniden bağlantıya geçmek gerek şimdi tam da bugünlerde. Çünkü kim olmamız gerektiği o günlerin içinde bir yerlerde gizli. O çocuğun, çocukluğumuzun sonsuz sevebilme yetisine sahip olan kalbinde ve sınırsız hayallerle dolu zihninde bugünün dünyasını yeniden yaratmayı, bizim bugünden elimizi o günlere uzatmamızı bekliyor.

Çünkü o günlerde yaptığımız veya yapamadığımız şeyler bugünkü bizi belirliyor. Çünkü bugünün kayıp duyguları ve gizlenmeyi seven mutluluğu o günün gündelik yaşantısında gizli. İşte o nedenle bu Pazartesi ben sömestr sonrası yeniden okula başlıyor gibiyim. Yarım yamalamak devam ettiğim bir dönemin ardından mezuniyete son bir kaç ayım kalmış da kendime “ha gayret yüzdün yüzdün kuyruğuna geldin, sık dişini biraz daha..” diyerek motive etmeye çalışır gibiyim.

Kısacası yetişkinliğimin orta yamacındaki bu 15 tatilde ben gerek sosyal medyanın çağrısı, gerek önüme çıkan 4 sezonluk dizinin bir kaç günde bir bardak suyu içermiş gibi içişim yüzünden geçmişten bugüne getirmem gerekenleri yeniden düşünür bir haldeyim. Bu arada dizide bir yerlerde karanlık bir boyuttan dünyamıza gelen ve herkesi öldürmek isteyen kötü canavarı engellemeye çalışan bu çocuklar yüzünden şu iki cümleyi kurdum:

“Bizden beslenen kötülük bizi yenmeye çalışıyor. Bizim beslediğimiz korkular bizi yok etmeye çalışıyor.”

Ama tabi müsaade edersen eğer. Onlar, dizideki çocuklar müsaade etmediler. Süper güçlerini devreye soktular ve canavarı yendiler. Darısı başımıza..!