hourSON DAKİKA
left-arrowright-arrow
weather
İstanbul
down-arrowup-arrow
    Melis Danişmend Melis Danişmend

    Kötü davranan esnafı / işletmeciyi alttan alma deneyi

    19.07.2017 Çarşamba | 17:24Son Güncelleme:

    Kötü muamele eden, beş karış suratla hizmet veren, frene hiç basmayan birine, nezaketle kendinizi tuta tuta cevap verirseniz neler olur?

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Son üç-dört yıldır toplumun birçok kesiminde olduğu gibi, esnaf-müşteri ilişkisinde de gözle görülür bir çöküş var. Bir tarafı suçlamak da tam mümkün değil, her iki tarafta da çok tuhaf olaylara, durumlara rastlayabiliyorsunuz.

    Öncelikle hizmet sektöründe çalışan herhangi birine, “Bana bir çay ver! / Şunu istiyorum! / Oğlum buz getir!” diye seslenen her kadına / adama dönüp, öğle kuşağı programında “Allllaaahhh!” diye uçan adama Esra Ceyhan’ın dumura uğramış şekilde, “Sabri Bey ne yapıyorsunuz?” demesi gibi, “Hanımefendi / beyefendi ne yapıyorsunuz?” demek istiyorum. Emir kipiyle sipariş veren, buyuran, selamı sabahı olmayan, teşekkür etmeyen, kendi değerini karşısındakini ezmek üzerinden belirleyebileceğini sanan her müşteri tüylerimi diken diken ediyor.

    Fakat karşı cephede de her müşteriye beş karış suratla (adeta küsmüş gibi) cevap veren, bazen öf’leyip pöf’leyen, bir an önce gitmesini ister gibi çat çut servis yapan, hatta ortada fol yok yumurta yokken mahalle kabadayısı gibi ‘ya’lı, argolu konuşanlara da dönüp, “Sabri Bey ne yapıyorsunuz?” demek istiyorum.

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Türkiye’de işinden memnun olan insan sayısı çok az. Ama hayat sürekli empati kurmak için de çok kısa. Profesyonellik bu noktada devreye giriyor. Hepimiz yaptığımız işlerde son derece bunalıp maddi-manevi sıkıntılar çekebiliyoruz. Ama bunları konuyla hiç alakası olmayan hiç tanımadığımız birilerine yansıtmak ya da tam ters yönden bakınca evimizdeki, işimizdeki meseleleri konuyla hiç alakası olmayan hizmet sektöründeki birine yansıtmak? Yapmayalım, yaptırmayalım.

    Bu hafta (haliyle müşteri tarafında olduğum için) profesyonelliği sandıklara kaldıran, beş karış suratla ya da kabalaşarak hizmet verenlere evliya sabrı ile yaklaştım. Buyurun. 

    “Beyefendi anahtar bilerek mi unutuldu?"

    - İlk hikayem Kaş’tan. Ve tıpkı Kaş’ın doğası gibi ‘az bulunur güzellikte’ bir hikaye! Bir röportaj yapmak üzere fotoğrafçı arkadaşımla gittiğim bu doğa harikası ilçede, merkezi/temiz kriterlerine uyduğuna inandığım bir pansiyon bulup yerleştik. Röportajı ve çekimimizi tamamladık. Akşam yemek sonrası pansiyona dönerken fotoğrafçı arkadaşım, “Eyvah ben oda anahtarımı resepsiyonda bırakmıştım. Saat 23:00. Nasıl alacağım?” dedi. Niye panik olduğunu anlamadım. Meğer 23:00’ten sonra resepsiyonda kimsenin olmayacağı söylenmiş (bu bilgi giriş yaparken verilmedi, o sonradan duymuş). “E nöbetçi biri vardır, aşağı inip verir herhalde,” dedim, nitekim genç bir kız geldi fakat anahtarı (çekmeceler kilitli olduğu için) çıkaramadı. Dolayısıyla pansiyon işletmecisi arandı. Üç dakikalık yürüme mesafesindeki bir restoranda yemekteymiş ve evlilik yıldönümüymüş. Yüzü gözü atmış şekilde çıkageldi adam. Arkadaşım özür dileyip yıldönümü tebriklerini sundu, ben de ortalık yumuşasın diye, “Sizi de yorduk kusura bakmayın, kızacaksınız valla bize,” dedim. “Aynen öyle oldu!” dedi çok ters bir şekilde. “Hı?” dememize fırsat kalmadan beş yaşında çocuklarmışız gibi bir azara başladı. Neden bu saate kalmışız, bütün programı bozulmuş, üstelik ertesi sabah erkenden çıkış yapacakmışız, o saatte de resepsiyonda kimse olmazmış. Bunu bilmemiz gerekiyormuş! Ben şoklardan şoklara koşup deney sebebiyle hayali Xanax’larımı yuta yuta adamı dinlemeye çalışırken bir an için bir şakaya maruz kaldığımızı sandım.

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Yani biraz sonra adam, “Yav şakka şakkaa :)))” diyecek diye bakıyorum, o da gözlerini belerte belerte bize saydırmaya devam ediyor. O kadar kaba bir tonda saydırdı ki sonunda, “Bir daha gelmeyelim biz o zaman buraya, sizi rahatsız ettik epey,” dedim. Efelenerek, “Evet gelmeyin!” dedi. Fotoğrafçı arkadaşım hayretler içinde, “Abi senin kafan mı güzel? İyi misin?” deyince, “Çok güzel hem de!” dedi (en azından dürüst). İyilik-güzellikten yılmamak için üstün bir çaba sarf ederek, “Beyefendi anahtar bilerek mi unutuldu? Özür de diliyoruz. Birini görevlendirseydiniz keşke olası durumlar için. 15 dakikadır sizi hoş tutmaya çalışıyoruz,” dedim.

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Cevabı şuydu: “Sen fazla konuşuyorsun!” Normal şartlarda Kaptan Tsubasa mıydı neydi, o Japon çizgi film kahramanı futbolcu çocuk gibi uçan tekmelerimle adama doğru koşmak, hatta yıllar önce Aikido’da aldığım kahverengi kuşağın hakkını tam olarak o gün vermek isterken çok derin bir nefes alıp, “Ben bu konuşmayı daha fazla sürdürmeyeceğim, yarın ayıldığınızda çok pişman olacaksınız bu söylediklerinize,” dedim ve olay mahalini terk ettim. Benden sonra, arkadaşıma, “Biz senle erkek erkeğe çözerdik meseleyi ya, o ne karışıyor!” dediğini de eklemek isterim. Ertesi gün akşam üstü saatlerinde telefonla arayıp “çok çok özür” dilemeye çalıştı ama “üzülmek için çok geç” idi. Mekan, 'çakıllı makıllı' bir pansiyon. İşletmecilerden azar yemek istemiyorsanız adımınızı atmayın. 

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    “Merhaba demiştim, herhalde duymadınız”

    - Yıllarım hiç selam sabahı olmayan, ağzını bıçak açmayan esnafı Dangerous Minds’daki Michelle Pfeiffer sabrıyla ‘merhaba’ deme noktasına getirmekle geçer durur. Selam vererek içeri girdiğimde cevap vermeyene, yüksek sesle bir daha, “Merhaba!” der, ona da cevap vermezse (günüme göre), “Merhaba demiştim, herhalde duymadınız,” diyerek onu bayılma kıvamına getiririm. Çünkü en dayanamadığım şey, güzellikle konuştuğunuz, sizden ister 10 yaş büyük ister 10 yaş küçük olsun, her şartta sizli bizli hitap ettiğiniz birinin (bakkal, servis elemanı, komşu fark etmiyor) size karşı tavrının, “Lanet olsun dostum, hepinize lanet olsun!” diye sürüp gitmesidir. Bir gün taksiye bindiğimde gri saçlı, at kuyruklu, bilge bir Kızılderili’ye benzeyen şoföre, “Merhaba,” demiştim ve cevap alamamıştım. Bir süre dikiz aynasından adamı izledim, dünya üzerindeki hiçbir şey umurunda değil gibiydi. Arabayı sadece vücudu sürüyor, beyni başka bir boyutta bambaşka şeylerin peşinden gidiyordu. “Hayatınızdan memnun musunuz?” diye sordum. Aynadan bana bakmadı bile. “Yooo…” dedi bıkkınlıkla, gayet sıradan bir soruya cevap verir gibi. Dürüstlüğüne hayran kaldım. Onun üzerine hiç gitmedim mesela. Kendine has, karanlık bir stili vardı.

    Gerilimle başlayıp "ablamsın" ile biten konuşmalar

    - Karanlıklardan aydınlıklara çıkalım. İşini severek yapana hasret kaldık demiştim ya. Bodrum Gündoğan’daki Migros’un kasasında çalışan bir genç kız bu anlamda gördüğüm en sıra dışı insanlardan biriydi. Gülümseyerek, gözleri pırıl pırıl şekilde sizi, “Hoşgeldiniz, bugün nasılsınız?” diye karşılıyor, çabucak ürünleri kasadan geçiriyor, paranızı alırken, “10 lira aldım, 3 lira geri vereceğim,” diye eş zamanlı anons yapıyor ve sizi uğurlarken de sanki evinin kapısından geçirir gibi, “Geldiğiniz için teşekkürler. Tekrar bekleriz!” diyordu. Kasadan her geçişimde, bir nine gibi değişmemesi, dönüşmemesi için dualar ediyor, hayretler içinde hayranlıkla onu izliyordum. İnşallah değişmemiştir.

    - Büyük gerilimle başlayan ama sonra “Abimsin / Bacımsın!”a dönen tam bize has ilişkiler vardır bilirsiniz. Hani sokak kavgalarının en sonunda “Öpücem abicimm!”e dönmesi mesela. Geçenlerde aşırı kaba davranan, her söylediğime ‘sen kimsin ki’ tadında cevap veren bir esnafa, “Neden bana kızıyorsunuz? Size bu şekilde konuşmayı, hele ki bir kadınla konuşmayı hiç yakıştıramıyorum,” dedim. O ana kadar bana düşmanıymış gibi bakan adam bir anda yelkenleri suya indirdi, “Abla,” dedi, “Karım beni terk ediyor. Çok mutsuzum.” “Hah söylesene şunu baştan ya!” dedim (sen’li ben’liye normalde asla geçmeyen biri olarak bu hassas konu başlığı sebebiyle şartlara uyum sağladım). Adam ne yaptıysa karısını ikna edemediğini, onu deliler gibi sevdiğini, çocukları olduğunu ve dahasını anlattı. “Niye böyle abla, sen bana bir akıl ver,” dedi. Onu üzecek bir şey yapıp yapmadığını sordum. Önce biraz yan çizdi ama sonra kırdığını kabul etti. Anlattıklarından anladığım, karısı aslında onu terk etmek istemiyordu, bir telafi bekliyordu. Güzel bir mektup yazmasını, gönlünü almasını, güven vermesi gerektiğini söyledim. Üç boyutlu bir Güzin Abla’ya dönüştüm, anlattım anlattım. En son, “Abla çok sağol ya çok sağol. Bak nasıl başlamıştık…” diye uğurladı beni. Hakikaten nasıl başlamıştık.