Duygu Merzifonluoğlu Duygu Merzifonluoğlu

"Ay'a kafayı takmış durumdayım" dedi Dzama..

27.05.2025 Salı | 08:55Son Güncelleme:

"Hayatında kim olmasaydı şu an olduğun kişi olmazdın?" sorusu ile "kimin sana yaptığı bir yardımı hiç unutmadın?" sorusu dönüp duruyordu zihnimde Marcel Dzama'nın sergi katoloğunun 72. sayfasının ilk satırlarını okurken.. (Raymond Pettibon ile tanışma hikayesi)

 

Haberin Devamıadv-arrow
Haberin Devamıadv-arrow

Sonra Dzama'nın ay ile olan ilişkisini okudum. Dolunay zamanlarında ekstra enerjisi olduğunu, en ilginç eserlerini hep o zaman yarattığını ve de 5-6 yıl önceki Fas seyahatinde, Chefchaouen dağlarında, mavi şehirde gördüğü büyük pembe bahar ayının ardından da çizimlerine ayı dahil etmeye başladığını öğrendim. Bunu öğrenince de bu defa kendime şunu sordum: "Bugüne kadar gördüğüm en güzel ay/dolunay neredeydi, ne zamandı ve ben o zamanlar kimdim, nasıl biriydim?"

Büyük bir dikkatle, ayla başbaşa kaldığım zamanları, ayın beni bütünüyle etkisi altına aldığı anları teker teker düşünmeye başladım kısacası. Sonra da "sanırım ben de aynı Dzama gibi Ay'a kafayı takmaya başlıyorum" diyerek güldüm kendi kendime..

Ne enteresan değil mi? Bir sanatçının enerjisi, hiç yanyana gelmemiş olsan bile, yalnızca kelimeleriyle, cümle kuruş biçimiyle, yaşadığını aktarma şekliyle nasıl da geçiyor km'lerce öteye..

Aya kafayı takmış durumdayım dedi Dzama..

Haberin Devamıadv-arrow
Haberin Devamıadv-arrow

Ama tabi şunu da açıkça söylemem gerekiyor, bu röportajda tuhaf bir şey var. Müthiş bir gerçeklik hissi. Sanki Marcel Dzama'yı canlı canlı dinliyormuşsunuz gibi hissediyorsunuz röportajı okurken. Yapıldığı vakitten epey sonra, yazılı bir metin okuyor olsanız dahi öyle hissetmiyorsunuz. Yani yazının soğukluğu yok burada. Onun yerine orada, o atölyede, Brooklyn'de gibi hissediyorsunuz. Demek istediğim, buradaki sayfalar, Dzama'nın zihnini, sanatını, duygularını size nasıl oluyorsa tam anlamıyla zamansız bir biçimde taşıyabiliyorlar.

Ayrıca şunu da itiraf etmem sanırım iyi olacak. Benim aslında bu kataloğu aklımda hiç okumak yoktu. Çünkü vaktim yoktu. Sadece sergiyi gezdikten sonra eve gelince kataloğu elime alıp şöyle bir baştan sonra hızlı hızlı akmasına müsaade etmek istemiştim sayfaların. Ama sonra birden kataloğun 56'ncı sayfasında başlayan ve 64'üncü sayfasına kadar devam eden fotoğrafa yakalandım. (Röportajın sonunda da bu fotoğraflar devam ediyor.) O yüzden de bu röportajı okumaya başladım. Sanırım bir şekilde o fotoğraflara çok yakın hissettim kendimi. Daha doğrusu fotoğrafta olanlara. Oradaki kendi halindelik beni müthiş etkiledi. Oradaki renk cümbüşü çok hoşuma gitti. Masmavi bir kapının arkasına yapıştırılmış birbiri ile alakasız resimler, yazılar beni kendine çekti. Ardından da zaten fotoğraflardaki herşeyi incelemeye başladım.

Haberin Devamıadv-arrow
Haberin Devamıadv-arrow

Aya kafayı takmış durumdayım dedi Dzama..

Duvardaki maskeler.. Eski bir gitar.. Eski bir teyp. Boyalar, plastik çiçekler.. Posterler, Dzama'nın oğlunun vesikalık bir fotoğrafı.. Batman çıkartmaları.. Püsküllü renkli bir avize.. Tavandan sarkan bir disko topu.. Kapağına kaş göz çizilmiş, hala kullanımda olduğu yanan ışıklarından belli olan bir mikrodalga.. Sonra yine maskeler.. Daha fazla maske.. Bir kupa.. Duvarın içinden çıkan bir at heykeli.. Altında bir tane daha.. Alttaki at üstteki atı burun farkıyla geçmiş ama.. Sonra dev bir kelebek.. (tahtadan sanırım) batman ve bir hedef tahtasından destek alır bir halde. Tüm sandalyelere ise surat çizilmiş. Hepsi canlı belli ki. İsimleri bile vardır belki. Arada sıkışmış bir Mona Lisa tablosu. Aya çıkan astronotlar. Üst üste sıralanmış eski tip bavullar. Deri ve bir sağdan bir soldan iki klipsli eski filmlerdeki o meşhur bavullar üst üste sıralanmışlar. Yerdeki kilimler bile sanki buraya göre çizilmişler..

Haberin Devamıadv-arrow
Haberin Devamıadv-arrow

Uzun lafın kısası o fotoğraflar yüzünden başından değil ortasından başladım kataloğu okumaya. Dzama'nın Pera Müzesi'ndeki sergisi açılmadan evvel yapılmış bu röportaj. Ulya Soley bu röportaj için Dzama'nın Brooklyn'deki atölyesine gitmiş. Aylardan Ocakmış, hava çok soğukmuş. Soley'in ilk sorusu atölyedeki kalabalık olmuş. Dzama evinin de aynı atölyesi gibi olduğunu yani bir sürü kitap, bir sürü maske, kostümler olduğunu söylemiş ve sonra da bu durum için "sanırım, bu organize bir kaos" cümlesini kurmuş. İşte kataloğun tam ortasında yer alan bu röportajın başlığı da bu yüzden "Organize Bir Kaos: Marcel Dzama ile Atölyesinde" olmuş.

***

Çok sevdim ben Dzama'nın kendisini ve kendisine ait hissettiklerini anlatma biçimini.

Haberin Devamıadv-arrow
Haberin Devamıadv-arrow

Mesela atölye rutinini ve de tipik bir gününü röportajında şöyle anlatıyor Dzama;

"..vampir saatlerine tabiyim.. çoğunlukla gece çalışıyorum.. sabahları oğlumla birlikle kalkıyorum, onu okula götürüyorum ve o okuldayken uyuyorum ve geri döndüğünde uyanıyorum... hafta sonları işler biraz karışıyor çünkü normal olmaya çalışıyorum ve bu da programımı biraz bozuyor..."

Bu arada bu röportaj sayfaları arasında oğluyla beraber fotoğrafları da var Dzama'nın. Birinde resim yapıyorlar birinde gitar çalıyorlar. Dikkatlice bakınca hepsine "sanatçı bir baba, oğluyla kaliteli vakit geçiriyor" duygusu geçiyor insana.

Aya kafayı takmış durumdayım dedi Dzama..

Sonra oğluna çizimlerinde de yer verdiğini öğreniyoruz. Kataloğun kapağında yer alan Raymond Pettibon ile birlikte yaptıkları Özgürlük Heykeli'nin suda olduğu çalışmayı anlatırken, Raymond'ın Özgürlük Heykeli'ni çizdiğini, kendisinin de oğlunu bu heykelin omzuna eklediğini ve sonra da heykeli suya daldırdığını anlatıyor. Ardından Raymond Pettibon tepeye bir kuş çizmiş ve Dzama da Ay'ı eklemiş. 

 (Bu cümlenin ardından röportaj boyunca büyük bir gülümseme ile altını çizdiğim "kafayı taktım" cümleleri başlıyor.)

"Ay'a kafayı takmış durumdayım"

"Marcel Duchamp'a kafayı takmıştım.."

"Yarasalara kafayı taktım..."

"Federico Garcia Lorca'ya kafayı takmış durumdayım.."

Zaten tüm bu taktıkları, bunların hepsi röportajdan önceki ve sonraki sayfalarda var. O atölye fotoğraflarında hepsinin bir yeri var. Bir dönem taktığı veyahut halen takmakta olduğu herşey atölyesinde asılı. Bunu yalnızca bu fotoğraflardan bile görebilmek öyle güzel ki.. Buradaki duygu ve düşünceler öyle çıplak ve öyle hayranlık duyulası ki..

Sonra doğduğu yer olan Kanada'nın Winnipeg kentini, orada büyürken yaşadıklarını anlatıyor bir sorunun cevabında. Bir seferinde hava sıcaklığı haftalarca -40 olmuş, bu yüzden sürekli resim çizmiş. Kışın bu yalıtılmışlık büyük ölçüde çizimde kendi dünyasını icat etmesini sağlamış.

Aya kafayı takmış durumdayım dedi Dzama..

Kendinden bir yaş küçük olan amcası Neal Farber ise hayatında önemli bir karakter. Omuz omuza fotoğrafları var. Annesi Dzama'yı 18 yaşındayken, büyükannesi de amcasını 39 yaşındayken doğurmuş. Kardeş gibi büyümüşler. Dzama'nın disleksisi olduğu için Neal onun ödevlerini yaparmış. Daha doğrusu fikirleri Dzama verir, Neal da yazarmış.

Bu arada Dzama'nın çizimlerinde Ay'ın yüzünün olması ise Méliès'nin filmi "A Trip to the Moon" yüzündenmiş. Çocukken bu filme hep takıntılıymış. Eski filmlere de hep takıntılıymış. Winnipeg'de stüdyosunun olduğu yer 1920'lerin Chicago'su gibiymiş, binanın üzerinde artık varolmayan ürünlerin eski reklamları varmış.

Dzama'ya dair aklımda kalan öyle çok şey var ki.. Anlattıkları bende öyle çok çağrışım yarattı ki.. Bana öyle güzel bir anımı hatırlattı ki..

Mesela bunlardan bir tanesi..

Dzama ilk filmlerini üniversitede bir film dersinde 16 mm'lik eski bir Bolex şipşak kamera ile çekmiş ve o filmin baş rollerinde de babası ve kız kardeşi oynamış.

Ben de Bilgi'de medya ve iletişim yükseklisansı yaptığım dönemde sinema ve fotoğraf derslerindeki bazı ödevlerde model olarak babannemi kullanmıştım. Bunlardan biri bir fotoğraf projesiydi ve bana İstanbul'un semtlerinden Balat düşmüştü. Gidip Balat'taki sağ yanı çökmüş binaları bulup fotoğraf makinamla çekmiştim. Sonra da bu fotoğraf serisinin adını "Balat'ın kırık kalça kemiği" koymuştum. Neden diye sorduklarında da babannemin ameliyat sonrası koltuk değnekli bir fotoğrafını göstererek "çünkü babannem sağ kalçasından ameliyat oldu, üzerine basamıyor, basarsa çökecek gibi olduğunu söylüyor.." demiştim. İşte öyle.

"Marcel Dzama: Ay Işığıyla Dans (Arkadaşı Raymond Pettibon'dan küçük bir yardımla)" sergisini 17 Ağustos'a kadar Pera Müzesi'nde gezebilirsiniz. (Bu arada bahsettiğim nefis kataloğu da incelemeyi atlamayın.)

Bu arada unutmadan, bugün Pera Müzesi'nde yeni bir koleksiyon sergisi açılıyor. Adı "Sıradışı Minas: Kütahya Çini ve Seramiklerinde Esin ve Yeniliğin Hikayesi". Küratörlüğünü Yavuz Selim Güler'in üstlendiği, Kütahya Çiniciliğinin özgün ustalarından Minas Avramidis'e odaklanan bu sergide ise Kütahya Çini geleneğinin 19. Yy sonu ve 20. Yy başındaki dönüşümü yer alıyor. (Bilmeyenler için de bir önemli bilgi; Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi Haziran ayı'nda 20. Yılını kutlamaya hazırlanıyor.)