Hemen kaçıyorlar. Yani yukarıdaki sorunun cevabı tam olarak bu. Metropol insanının bazen baş edemediği, vicdan-dini değerler üzerine kurgulandığı için de tepkisini tam gösteremediği bir şey dilencilik. “Benden daha zor durumda, vicdansızlık etmeyeyim” dediğinizin ertesi günü gazetede dilencilerin aylık kazançlarının 2500 ila 5000 TL arasında değiştiğini öğrenebiliyorsunuz mesela. Üstelik aralarında oyuncak bebekle dilenenden engelli numarası yapana kadar yok yok.
Fotoğraf temsilidir. Kaynak: Shutterstock
Prensip olarak dilencilere para vermiyorum. Zaten gayet organize bir iş olduğunu düşünürdüm, yıllar önce başıma gelen bir olayın ardından vicdan titremesi limitimi doldurdum. Zamanında taksi şoförlerinin müşteriye acıklı hayat hikayeleri anlatıp saat bilmem kaça kadar şu miktarda para toplamaları gerektiğine dair bir tiyatronun döndüğü bir dolandırıcılık tipi başlamıştı hatırlar mısınız? İşte ben o dalganın ilk kurbanlarındanım. Hatta bayağı bu dolandırıcılık stili piyasaya çıktığı hafta kurban olduğumdan şüpheleniyorum. 2000’lerin ortalarıydı, bir akşam bindiğim takside dünyanın tüm yükünü omuzlarında taşıyormuşçasına kederli görünen yaşlı bir şoförle sohbete başlamıştık. Ailesinin korkunç trajediler yaşadığını, mecburen taksicilik yaptığını, ertesi sabah gerçekleşecek katarakt ameliyatı için toplaması gereken parada eksiği olduğunu, zaten ameliyattan sonra taksiciliği bırakıp memlekete gideceğini anlatmış, içim parçalandığı için cebimdeki tüm parayı, “Lütfen alın” diyerek üzüntü içinde uzatmıştım. Böyle şeyler kimseye anlatılmaz diye düşündüğümden aileme bile bu olaydan bahsetmemiş, bir aya kalmadan etraftan çok benzer hikayeler (ameliyat nedeni ya da aile öyküleri değişiyordu) duymaya başlayınca kafamdan aşağı inen kaynar sularla güzel bir duş yapmıştım. “Bir insan nasıl bu kadar profesyonelce yalan söyleyip karşısındakini kullanır?” ile “Ya doğruyu söylediyse? Belki de gerçekten ihtiyacı vardı,” arasında baş döndüren hızda gidip gelen bir ibrenin yarattığı iç sıkıntısıyla etrafımdaki bir-iki kişiye durumu anlattığımda, “Ahh yazııık!” bakışlarından ibrenin dolandırıcılık (ki adı bile varmış, ‘acındırma dolandırıcılığı’) tarafında durduğunu anlamıştım. İstanbul gibi bir şehirde başıma daha neler geldi. Kim bilir sizin başınıza neler neler geldi. Dolayısıyla benim için havadan para koparmaya çalışan insanlara karşı tutumum netleşti: Bir şey satmıyorsa, ortada bir emek yoksa benden de beş kuruş yok. (Gerçekten ihtiyacı olanlara yapılan yardımlar ayrı.)
Uzun zamandır yanıma, “Allah rızası için…” diye yanaşanlara başka bir gözle bakıyor, zaman zaman onlara nasihatler vermeye çalışıyorum. Ben aslında gerçekten onlara başka bir hayatın mümkün olabileceğini, bir yerden başlayabileceklerini aşılamaya çalışırken onlar dakika geçmeden yanımdan kaçıyorlar. Yani nasihat falan onlar için zaman kaybı, cüzdanına uzanma ihtimali olan birinin peşine takılmak daha karlı. Yine de deneylerim kapsamında bu tavrı sürdürmeye devam ettim. Bakalım neler oldu?
İzmir’de, tam da bankamatikten para çekerken (işte vicdan dağlarının en kolay titrediği yerler) küçük bir kız çocuğu yanıma yanaştı. “Ablaağğ biraz para versenee, dondurma alıcam,” diyerek. Bir yandan elindeki bozuklukları şakırdatıyor, 1-2 TL’si eksik kalmış gibi. Hiç istifimi bozmadan çok sakince sormaya başladım:
-Kaç yaşındasın?
-Sekiz.
-Kaçıncı sınıftasın?
-İki.
-Ne olmak istiyorsun?
-Öğretmen.
-Peki niye dileniyorsun?
-Dilenmiyorum ki, param çıkışmadı, dondurma alacağım.
-İsmin nedir?
-Yeliz.
-Bak Yelizcim, büyüyünce öğretmen olmak istiyorsun ama okumadan, çalışmadan, emek sarf etmeden, havadan para kazanamazsın. Ayaklarının üzerinde durman lazım. Kimseden para isteme; oku, çalış, kendi paranı kazan, olur mu?
Böyle bir sustu. Baktım dinliyor, ben de vitesi yükselttim. Herkesin zorlukla para kazandığını, bunun için bir şeyler yapması gerektiğini, onun gibi tatlı bir kıza dilenmenin yakışmadığını anlata anlata devam ettim. “Hı hı… Hı hı…” diye kafasını sallıyor. “Oh!” dedim, “Anlıyor” 47 derece sıcağın da altındayız, daha fazla uzatmayayım deyip, “Bu söylediklerimi sakın unutma tamam mı?” diyerek arkamı döndüm. Kafamdan saniyeler içerisinde onun mahcup bir şekilde koşa koşa eve döndüğü, annesine heyecanla bugün bir ablayla karşılaştığını anlattığı, yaz boyunca evde kendi elleriyle yaptığı limonataları sokaktan geçenlere satarak harçlık çıkarttığı, sonbahar gelince önlüğünü giyip koşa koşa okula gittiği, o sene teşekkür, ertesi seneler takdir getirerek mezun olduğu, lise-üniversite derken öğretmenlik diplomasını gururla aldığı ve tayin edildiği okulda çocukların başını okşayarak, “Sakın yılmayın, çalışın, çalışın!” derken bir sis perdesinin ardında o kararlı ablayı hatırladığı geçiyordu ki, arkamdan sızlanan bir ses geldi: “Ablağğğ vermicen mi dondurma parası yaa?” Yanımdaki ATM’den para çekerken tüm konuşmaya şahit olan adam patladı. Ben, “Hey Allah’ım!” diye diye yürürken o başka birinin yanına yanaşıyordu.
“2 lira vermeyecen mi şimdi bana?”
Hemen kaçıyorlar. Yani yukarıdaki sorunun cevabı tam olarak bu. Metropol insanının bazen baş edemediği, vicdan-dini değerler üzerine kurgulandığı için de tepkisini tam gösteremediği bir şey dilencilik. “Benden daha zor durumda, vicdansızlık etmeyeyim” dediğinizin ertesi günü gazetede dilencilerin aylık kazançlarının 2500 ila 5000 TL arasında değiştiğini öğrenebiliyorsunuz mesela. Üstelik aralarında oyuncak bebekle dilenenden engelli numarası yapana kadar yok yok.
Fotoğraf temsilidir. Kaynak: Shutterstock
Prensip olarak dilencilere para vermiyorum. Zaten gayet organize bir iş olduğunu düşünürdüm, yıllar önce başıma gelen bir olayın ardından vicdan titremesi limitimi doldurdum. Zamanında taksi şoförlerinin müşteriye acıklı hayat hikayeleri anlatıp saat bilmem kaça kadar şu miktarda para toplamaları gerektiğine dair bir tiyatronun döndüğü bir dolandırıcılık tipi başlamıştı hatırlar mısınız? İşte ben o dalganın ilk kurbanlarındanım. Hatta bayağı bu dolandırıcılık stili piyasaya çıktığı hafta kurban olduğumdan şüpheleniyorum. 2000’lerin ortalarıydı, bir akşam bindiğim takside dünyanın tüm yükünü omuzlarında taşıyormuşçasına kederli görünen yaşlı bir şoförle sohbete başlamıştık. Ailesinin korkunç trajediler yaşadığını, mecburen taksicilik yaptığını, ertesi sabah gerçekleşecek katarakt ameliyatı için toplaması gereken parada eksiği olduğunu, zaten ameliyattan sonra taksiciliği bırakıp memlekete gideceğini anlatmış, içim parçalandığı için cebimdeki tüm parayı, “Lütfen alın” diyerek üzüntü içinde uzatmıştım. Böyle şeyler kimseye anlatılmaz diye düşündüğümden aileme bile bu olaydan bahsetmemiş, bir aya kalmadan etraftan çok benzer hikayeler (ameliyat nedeni ya da aile öyküleri değişiyordu) duymaya başlayınca kafamdan aşağı inen kaynar sularla güzel bir duş yapmıştım. “Bir insan nasıl bu kadar profesyonelce yalan söyleyip karşısındakini kullanır?” ile “Ya doğruyu söylediyse? Belki de gerçekten ihtiyacı vardı,” arasında baş döndüren hızda gidip gelen bir ibrenin yarattığı iç sıkıntısıyla etrafımdaki bir-iki kişiye durumu anlattığımda, “Ahh yazııık!” bakışlarından ibrenin dolandırıcılık (ki adı bile varmış, ‘acındırma dolandırıcılığı’) tarafında durduğunu anlamıştım. İstanbul gibi bir şehirde başıma daha neler geldi. Kim bilir sizin başınıza neler neler geldi. Dolayısıyla benim için havadan para koparmaya çalışan insanlara karşı tutumum netleşti: Bir şey satmıyorsa, ortada bir emek yoksa benden de beş kuruş yok. (Gerçekten ihtiyacı olanlara yapılan yardımlar ayrı.)
Uzun zamandır yanıma, “Allah rızası için…” diye yanaşanlara başka bir gözle bakıyor, zaman zaman onlara nasihatler vermeye çalışıyorum. Ben aslında gerçekten onlara başka bir hayatın mümkün olabileceğini, bir yerden başlayabileceklerini aşılamaya çalışırken onlar dakika geçmeden yanımdan kaçıyorlar. Yani nasihat falan onlar için zaman kaybı, cüzdanına uzanma ihtimali olan birinin peşine takılmak daha karlı. Yine de deneylerim kapsamında bu tavrı sürdürmeye devam ettim. Bakalım neler oldu?
İzmir’de, tam da bankamatikten para çekerken (işte vicdan dağlarının en kolay titrediği yerler) küçük bir kız çocuğu yanıma yanaştı. “Ablaağğ biraz para versenee, dondurma alıcam,” diyerek. Bir yandan elindeki bozuklukları şakırdatıyor, 1-2 TL’si eksik kalmış gibi. Hiç istifimi bozmadan çok sakince sormaya başladım:
-Kaç yaşındasın?
-Sekiz.
-Kaçıncı sınıftasın?
-İki.
-Ne olmak istiyorsun?
-Öğretmen.
-Peki niye dileniyorsun?
-Dilenmiyorum ki, param çıkışmadı, dondurma alacağım.
-İsmin nedir?
-Yeliz.
-Bak Yelizcim, büyüyünce öğretmen olmak istiyorsun ama okumadan, çalışmadan, emek sarf etmeden, havadan para kazanamazsın. Ayaklarının üzerinde durman lazım. Kimseden para isteme; oku, çalış, kendi paranı kazan, olur mu?
Böyle bir sustu. Baktım dinliyor, ben de vitesi yükselttim. Herkesin zorlukla para kazandığını, bunun için bir şeyler yapması gerektiğini, onun gibi tatlı bir kıza dilenmenin yakışmadığını anlata anlata devam ettim. “Hı hı… Hı hı…” diye kafasını sallıyor. “Oh!” dedim, “Anlıyor” 47 derece sıcağın da altındayız, daha fazla uzatmayayım deyip, “Bu söylediklerimi sakın unutma tamam mı?” diyerek arkamı döndüm. Kafamdan saniyeler içerisinde onun mahcup bir şekilde koşa koşa eve döndüğü, annesine heyecanla bugün bir ablayla karşılaştığını anlattığı, yaz boyunca evde kendi elleriyle yaptığı limonataları sokaktan geçenlere satarak harçlık çıkarttığı, sonbahar gelince önlüğünü giyip koşa koşa okula gittiği, o sene teşekkür, ertesi seneler takdir getirerek mezun olduğu, lise-üniversite derken öğretmenlik diplomasını gururla aldığı ve tayin edildiği okulda çocukların başını okşayarak, “Sakın yılmayın, çalışın, çalışın!” derken bir sis perdesinin ardında o kararlı ablayı hatırladığı geçiyordu ki, arkamdan sızlanan bir ses geldi: “Ablağğğ vermicen mi dondurma parası yaa?” Yanımdaki ATM’den para çekerken tüm konuşmaya şahit olan adam patladı. Ben, “Hey Allah’ım!” diye diye yürürken o başka birinin yanına yanaşıyordu.
“2 lira vermeyecen mi şimdi bana?”