

İlk bakışta sıradan bir öneri gibi görünebilir; ancak bu teklif, o cümlenin sarf edildiği andaki sadeliğin ardında gizlenmiş, güçlü bir stratejinin ürünü. Putin’in İstanbul tercihi, basit bir diplomatik hamleden ibaret değil: Hem siyasi tutarlılığını koruma adımı hem de Batı’ya ve Kiev yönetimine yönelik açık bir mesaj: “Masadan kalkıp gittiniz ama yaptıklarınız hiçbir şeyi değiştirmedi; sonuçta yine aynı noktaya döndünüz.”
Rusya, Nazi Almanyası’na karşı kazanılan zaferin 80. yıl dönümünde yaklaşık 30 devlet liderini Moskova’da ağırlayarak, Batı’nın tüm baskılarına rağmen hâlâ yalnız olmadığını ve küresel denklemde güçlü bir aktör olduğunu göstermek istedi. Törenin hemen ardından gelen müzakere ve ateşkes teklifine Putin’in verdiği olumlu yanıt ise, Rusya’nın zayıflatılamadığını ve bu çağrılara mecburiyetten değil, kendi siyasi iradesiyle yanıt verdiğini gösteren stratejik bir çıkıştı.
Türkiye’nin, çatışmanın başından bu yana hem Rusya hem de Ukrayna ile doğrudan konuşabilen nadir ülkelerden biri olmasının önemini bir kenara bırakacak olursak; Putin için İstanbul’un önemi, aynı zamanda tutarlılığın sembolü. Zira o masadan —her ne kadar Batı’nın etkisiyle olsa da— kalkıp giden taraf Ukrayna’ydı. Şimdi Putin, “Ben hâlâ aynı yerdeyim, masadayım, değişmedim. Siz dönmek istiyorsanız buyurun, adres belli.” diyor. İstanbul tercihi, yalnızca Türkiye’nin arabuluculuğuna duyulan güvenin değil; siyasi sürekliliğe, geçmişte yarım kalan bir diyaloğa ve kaçırılmış bir fırsata yeniden kapı açma göstergesi.
İstanbul bu nedenle tesadüfi seçilmiş coğrafi bir adres değil; bilinçli, stratejik bir tercih.
Trump ile AB liderleri arasındaki fark
Trump ile AB siyasetçileri arasındaki fark da bu süreçte oldukça belirgin hâle geldi. Göreve geldiği ilk günden bu yana Donald Trump, Ukrayna-Rusya krizini çözeceğini defalarca dile getirdi. Her ne kadar bu iddiasını tam anlamıyla gerçekleştirememiş olsa da süreci hızlandıran ve tarafları pozisyonlarını yeniden gözden geçirmeye iten bir etki yarattığı inkâr edilemez. Bunun temelinde ise Trump’ın Rusya’yı Avrupa Birliği liderlerine kıyasla çok daha iyi okuyabilmesi yatıyor.
Avrupa Birliği, çatışmanın başından bu yana Rusya’ya yönelik baskı ve yaptırımlar üzerinden şekillenen, sopa gösteren bir politika izledi. Bu yaklaşımın arkasında gerçekçi bir çözüm arayışından çok, planı önceden kurulmuş bir senaryonun final beklentisi vardı. Ancak 20 bini aşkın yaptırımın ardından hâlâ aynı dili kullanmaya devam etmeleri, Rusya’yı yeterince tanımadıklarını açıkça ortaya koyuyor. Trump ise tam tersini yaptı. Tehdit dilini kullanmak yerine, “Bu işi çözemeyeceksek, biz yokuz.” diyerek Rusya’ya doğrudan rest çekmektense, sürecin dışında kalabileceğini ima etti — bu da Moskova için tehdit değil, diyalog kapısı anlamına gelen sıcak bir mesaj anlamına geliyordu.
Avrupalı liderler, çatışmanın en başından beri sürdürdükleri tehditkâr tutumu bu son süreçte de devam ettirdi. 30 günlük ateşkesi kabul etmezse yeni yaptırımlar uygulanacağı yönündeki açıklamalar, yine aynı ezberin bir tekrarından ibaretti. Oysa Moskova’nın artık bu dile karşı tamamen bağışıklık geliştirdiği ortada. Aynı şeyleri yapıp farklı sonuç bekleyen AB liderlerinin bu tutumu üzerinde ayrı konuşulacak bir konu.
Kremlin bu tehditlere neredeyse hiç yanıt vermedi. Sadece Kremlin Sözcüsü Dmitriy Peskov’un gazetecilerle ayaküstü yaptığı kısa bir sohbette sarf ettiği şu cümleyle sınırlı kaldı: “Rusya’nın tehditle yönlendirilemeyeceği hâlâ anlaşılamamış.”
Bu cümle, bir yandan Batı’nın etkisizleşen yaptırım diline karşı bir küçümseme içerirken; diğer yandan Rusya’nın artık bu oyunu kendi kurallarıyla oynadığını da ortaya koyuyordu.
Putin’in politik refleksi
Rusya’nın politik refleksi çok net: Aynadan yansıma; dostuna dost, düşmanına düşman. Dün geceki konuşmada da bu net çizgilerle yansıdı. Putin, Kızıl Meydan'daki kutlamalara gelen liderleri özel olarak andı. Özellikle Avrupa’nın baskılarına, hava sahalarını kapatmalarına rağmen Rusya’ya gelen Slovakya ve Sırbistan liderlerinin isimlerini anarak, bu tutumlarını “büyük bir liderlik örneği” olarak tanımladı.
Putin bu tür davranışlara asla kayıtsız kalmayan, geleneksel siyaseti benimseyen bir lider. Kızıl Meydan’daki törenin ardından dünya liderleriyle birlikte isimsiz askerler anıtına çelenk bırakması öncesinde, II. Dünya Savaşı gazileriyle tek tek tokalaşıp onlarla kucaklaşması; Kursk Cephesi’nde Rusya ile birlikte savaşan Kuzey Kore askerlerinin komutanlarıyla sohbet etmesi, onun hafızaya ve vefaya ne kadar önem verdiğinin en somut göstergesiydi.
Tören sonrası yaklaşık 30 liderle —ki bu liderler dünyanın hemen her kıtasından gelen devlet başkanlarıydı— çekilen toplu fotoğraf karesi, sadece bir kutlama hatırası değil, doğrudan verilmiş bir mesajdı: Rusya yalnız değil ve Batı ne yaparsa yapsın, bu ülke demir perdelerle çevrilemez.
İlk bakışta sıradan bir öneri gibi görünebilir; ancak bu teklif, o cümlenin sarf edildiği andaki sadeliğin ardında gizlenmiş, güçlü bir stratejinin ürünü. Putin’in İstanbul tercihi, basit bir diplomatik hamleden ibaret değil: Hem siyasi tutarlılığını koruma adımı hem de Batı’ya ve Kiev yönetimine yönelik açık bir mesaj: “Masadan kalkıp gittiniz ama yaptıklarınız hiçbir şeyi değiştirmedi; sonuçta yine aynı noktaya döndünüz.”
Rusya, Nazi Almanyası’na karşı kazanılan zaferin 80. yıl dönümünde yaklaşık 30 devlet liderini Moskova’da ağırlayarak, Batı’nın tüm baskılarına rağmen hâlâ yalnız olmadığını ve küresel denklemde güçlü bir aktör olduğunu göstermek istedi. Törenin hemen ardından gelen müzakere ve ateşkes teklifine Putin’in verdiği olumlu yanıt ise, Rusya’nın zayıflatılamadığını ve bu çağrılara mecburiyetten değil, kendi siyasi iradesiyle yanıt verdiğini gösteren stratejik bir çıkıştı.
Türkiye’nin, çatışmanın başından bu yana hem Rusya hem de Ukrayna ile doğrudan konuşabilen nadir ülkelerden biri olmasının önemini bir kenara bırakacak olursak; Putin için İstanbul’un önemi, aynı zamanda tutarlılığın sembolü. Zira o masadan —her ne kadar Batı’nın etkisiyle olsa da— kalkıp giden taraf Ukrayna’ydı. Şimdi Putin, “Ben hâlâ aynı yerdeyim, masadayım, değişmedim. Siz dönmek istiyorsanız buyurun, adres belli.” diyor. İstanbul tercihi, yalnızca Türkiye’nin arabuluculuğuna duyulan güvenin değil; siyasi sürekliliğe, geçmişte yarım kalan bir diyaloğa ve kaçırılmış bir fırsata yeniden kapı açma göstergesi.
İstanbul bu nedenle tesadüfi seçilmiş coğrafi bir adres değil; bilinçli, stratejik bir tercih.
Trump ile AB liderleri arasındaki fark
Trump ile AB siyasetçileri arasındaki fark da bu süreçte oldukça belirgin hâle geldi. Göreve geldiği ilk günden bu yana Donald Trump, Ukrayna-Rusya krizini çözeceğini defalarca dile getirdi. Her ne kadar bu iddiasını tam anlamıyla gerçekleştirememiş olsa da süreci hızlandıran ve tarafları pozisyonlarını yeniden gözden geçirmeye iten bir etki yarattığı inkâr edilemez. Bunun temelinde ise Trump’ın Rusya’yı Avrupa Birliği liderlerine kıyasla çok daha iyi okuyabilmesi yatıyor.
Avrupa Birliği, çatışmanın başından bu yana Rusya’ya yönelik baskı ve yaptırımlar üzerinden şekillenen, sopa gösteren bir politika izledi. Bu yaklaşımın arkasında gerçekçi bir çözüm arayışından çok, planı önceden kurulmuş bir senaryonun final beklentisi vardı. Ancak 20 bini aşkın yaptırımın ardından hâlâ aynı dili kullanmaya devam etmeleri, Rusya’yı yeterince tanımadıklarını açıkça ortaya koyuyor. Trump ise tam tersini yaptı. Tehdit dilini kullanmak yerine, “Bu işi çözemeyeceksek, biz yokuz.” diyerek Rusya’ya doğrudan rest çekmektense, sürecin dışında kalabileceğini ima etti — bu da Moskova için tehdit değil, diyalog kapısı anlamına gelen sıcak bir mesaj anlamına geliyordu.
Avrupalı liderler, çatışmanın en başından beri sürdürdükleri tehditkâr tutumu bu son süreçte de devam ettirdi. 30 günlük ateşkesi kabul etmezse yeni yaptırımlar uygulanacağı yönündeki açıklamalar, yine aynı ezberin bir tekrarından ibaretti. Oysa Moskova’nın artık bu dile karşı tamamen bağışıklık geliştirdiği ortada. Aynı şeyleri yapıp farklı sonuç bekleyen AB liderlerinin bu tutumu üzerinde ayrı konuşulacak bir konu.
Kremlin bu tehditlere neredeyse hiç yanıt vermedi. Sadece Kremlin Sözcüsü Dmitriy Peskov’un gazetecilerle ayaküstü yaptığı kısa bir sohbette sarf ettiği şu cümleyle sınırlı kaldı: “Rusya’nın tehditle yönlendirilemeyeceği hâlâ anlaşılamamış.”
Bu cümle, bir yandan Batı’nın etkisizleşen yaptırım diline karşı bir küçümseme içerirken; diğer yandan Rusya’nın artık bu oyunu kendi kurallarıyla oynadığını da ortaya koyuyordu.
Putin’in politik refleksi
Rusya’nın politik refleksi çok net: Aynadan yansıma; dostuna dost, düşmanına düşman. Dün geceki konuşmada da bu net çizgilerle yansıdı. Putin, Kızıl Meydan'daki kutlamalara gelen liderleri özel olarak andı. Özellikle Avrupa’nın baskılarına, hava sahalarını kapatmalarına rağmen Rusya’ya gelen Slovakya ve Sırbistan liderlerinin isimlerini anarak, bu tutumlarını “büyük bir liderlik örneği” olarak tanımladı.
Putin bu tür davranışlara asla kayıtsız kalmayan, geleneksel siyaseti benimseyen bir lider. Kızıl Meydan’daki törenin ardından dünya liderleriyle birlikte isimsiz askerler anıtına çelenk bırakması öncesinde, II. Dünya Savaşı gazileriyle tek tek tokalaşıp onlarla kucaklaşması; Kursk Cephesi’nde Rusya ile birlikte savaşan Kuzey Kore askerlerinin komutanlarıyla sohbet etmesi, onun hafızaya ve vefaya ne kadar önem verdiğinin en somut göstergesiydi.
Tören sonrası yaklaşık 30 liderle —ki bu liderler dünyanın hemen her kıtasından gelen devlet başkanlarıydı— çekilen toplu fotoğraf karesi, sadece bir kutlama hatırası değil, doğrudan verilmiş bir mesajdı: Rusya yalnız değil ve Batı ne yaparsa yapsın, bu ülke demir perdelerle çevrilemez.