Sınıftaki çoğunluğun eğlendiği, çok da takmadığı resim dersindeyiz. Böylesine resme tutkulu olduğum halde neden mutsuzum ki ? İçimden “böyle olmamalı” desem de çizmeye gayret ediyorum.
Sonunda alacağım not hiç de önemli değil. Üzüntüm dersin içinin boş olmasından.
Kaba bir hesapla, üniversite öncesi 11 yıllık okul hayatımızda yaklaşık 350 saat kadar gördüğümüz “Resim dersi” pek çoğumuza göre 350 boş saat demek oluyor!
Ya müzik? Bir 350 boş saat de oradan!
Bu iki dersin olduğu gün okulun en güzel günleridir. Sanata olan sevgimizden değil maalesef.
Takılırsın kenardan, maksat sınıf geçmek olunca kim dert eder ki ? Sadece yapılacak resmin konusunu söyleyen ve sonra kürsüsünde oturan resim öğretmenleri.
Müzik dersi, kitaptan! Müfredat gereği. Kitaptaki şarkıları söyler ve o esnada da kolumuzu aşağı yukarı, sağa sola şuursuzca sallarız çoğumuz!
Ölçüyü tutturmaya çalışırız, duymayı, dinlemeyi beceremeden henüz.
Ben mi yoksa çok kötü bir öğrenciydim de unuttum yapılanları?
İleriki akademi yıllarını bulacaktır ancak, Vivaldi’yi, Rimsky Korsakov’u tanımak, rahmetli hocamız Ercüment Tarcan sayesinde. Ve konservatuvarlı arkadaşlarım sayesinde ilk kez dinleyebilecektim Tanburi Cemil Bey’i. Sonra sonra, müzik dinlemeyi öğreneceğim ancak!
350 boş saatten sonra!
Ve sonra sonra öğreneceğim, sanat akımlarını, ünlü ressamları ve eserlerini.
Ama o günlerde, kauçuk bitkisini çizmem gerekiyordu haftadan haftaya.
Ne durduğu yer, ne de ışık aynı olmasa da, sonraki hafta tamamlamak üzere, zil çalar ders biter işte!
Tatmin olmamış bir halde, gerçekten eğitim göreceğimi düşündüğüm, tek umudum, bilgi açlığımı gidereceğim yılları beklerim, akademi yıllarımı! Ve eksik kalan her şeye, o yıllar da yetmeyecektir. Öte yandan diğer arkadaşlarıma ne olacak?
Ya müzik konusu? Elimizi kolumuzu sallamak yerine, o eserleri dinletmiş olsaydılar biraz…
O müzisyenlerin nasıl yaşadıklarını bir parça öğrenseydik.
Hiçbir şarkıyı şimdi hatırlamıyorum neredeyse öğretilen.
Müzisyen olması değil beklenilen herkesin elbette, ama müzik dinlemeyi biraz daha iyi öğrenebilirdik.
Ayırt etmeyi, anlamayı, farkında olmayı.
Güzel olanı görmeyi ve istemeyi öğrenirdik şimdikinden biraz daha iyi hiç değilse.
Şimdi sergilere gitmek, konserlere gitmek “gösteriş” olmaz, belki “ihtiyaç” olurdu o zaman daha da kalabalıklar için.
Tiyatroların, koroların, konservatuvarların kapatılmaması için imza kampanyaları gündeminde olmazdı bugün yaşayan bir avuç insanın.
Hatta konser salonlarının akustiğini tartışıyor olurduk.
Sofitonun ne demek olduğunu bile bilirdik belki de.
Ve belki o zaman, hep birlikte rahatsız olur, farkında olur ve izin vermezdik ne şu görüntü kirliliğine ne de gürültüye!
Dayatılan her şeyi neredeyse, kabul eden değil, talep eden, seçen bir toplum olurduk.
Belki de hep o “boş” dediğimiz “350 Saatler” bizi böyle yaptı.
Sınıftaki çoğunluğun eğlendiği, çok da takmadığı resim dersindeyiz. Böylesine resme tutkulu olduğum halde neden mutsuzum ki ? İçimden “böyle olmamalı” desem de çizmeye gayret ediyorum.
Sonunda alacağım not hiç de önemli değil. Üzüntüm dersin içinin boş olmasından.
Kaba bir hesapla, üniversite öncesi 11 yıllık okul hayatımızda yaklaşık 350 saat kadar gördüğümüz “Resim dersi” pek çoğumuza göre 350 boş saat demek oluyor!
Ya müzik? Bir 350 boş saat de oradan!
Bu iki dersin olduğu gün okulun en güzel günleridir. Sanata olan sevgimizden değil maalesef.
Takılırsın kenardan, maksat sınıf geçmek olunca kim dert eder ki ? Sadece yapılacak resmin konusunu söyleyen ve sonra kürsüsünde oturan resim öğretmenleri.
Müzik dersi, kitaptan! Müfredat gereği. Kitaptaki şarkıları söyler ve o esnada da kolumuzu aşağı yukarı, sağa sola şuursuzca sallarız çoğumuz!
Ölçüyü tutturmaya çalışırız, duymayı, dinlemeyi beceremeden henüz.
Ben mi yoksa çok kötü bir öğrenciydim de unuttum yapılanları?
İleriki akademi yıllarını bulacaktır ancak, Vivaldi’yi, Rimsky Korsakov’u tanımak, rahmetli hocamız Ercüment Tarcan sayesinde. Ve konservatuvarlı arkadaşlarım sayesinde ilk kez dinleyebilecektim Tanburi Cemil Bey’i. Sonra sonra, müzik dinlemeyi öğreneceğim ancak!
350 boş saatten sonra!
Ve sonra sonra öğreneceğim, sanat akımlarını, ünlü ressamları ve eserlerini.
Ama o günlerde, kauçuk bitkisini çizmem gerekiyordu haftadan haftaya.
Ne durduğu yer, ne de ışık aynı olmasa da, sonraki hafta tamamlamak üzere, zil çalar ders biter işte!
Tatmin olmamış bir halde, gerçekten eğitim göreceğimi düşündüğüm, tek umudum, bilgi açlığımı gidereceğim yılları beklerim, akademi yıllarımı! Ve eksik kalan her şeye, o yıllar da yetmeyecektir. Öte yandan diğer arkadaşlarıma ne olacak?
Ya müzik konusu? Elimizi kolumuzu sallamak yerine, o eserleri dinletmiş olsaydılar biraz…
O müzisyenlerin nasıl yaşadıklarını bir parça öğrenseydik.
Hiçbir şarkıyı şimdi hatırlamıyorum neredeyse öğretilen.
Müzisyen olması değil beklenilen herkesin elbette, ama müzik dinlemeyi biraz daha iyi öğrenebilirdik.
Ayırt etmeyi, anlamayı, farkında olmayı.
Güzel olanı görmeyi ve istemeyi öğrenirdik şimdikinden biraz daha iyi hiç değilse.
Şimdi sergilere gitmek, konserlere gitmek “gösteriş” olmaz, belki “ihtiyaç” olurdu o zaman daha da kalabalıklar için.
Tiyatroların, koroların, konservatuvarların kapatılmaması için imza kampanyaları gündeminde olmazdı bugün yaşayan bir avuç insanın.
Hatta konser salonlarının akustiğini tartışıyor olurduk.
Sofitonun ne demek olduğunu bile bilirdik belki de.
Ve belki o zaman, hep birlikte rahatsız olur, farkında olur ve izin vermezdik ne şu görüntü kirliliğine ne de gürültüye!
Dayatılan her şeyi neredeyse, kabul eden değil, talep eden, seçen bir toplum olurduk.
Belki de hep o “boş” dediğimiz “350 Saatler” bizi böyle yaptı.