Duygu Merzifonluoğlu Duygu Merzifonluoğlu

Beni ben yapacak olan diğer parçamın peşinde..

21.01.2019 Pazartesi | 12:42Son Güncelleme:

Kimsesizlikte yakalanmış bazı hisler vardır. Çıplak hisler. İnsan el yordamıyla karanlıkta bulur gibi bulur kendini. Sırasıyla toplar parçalarını etraftan. Bir seyahate çıkmadan önce baştan ayağa düşünmek gibi kendini.. Saçlarını, gözlerini, dudaklarını, tenini ve en en dış katmanlarını düşünür gibi düşünür. Karanlıkta zordur önünü görmeden yürümek. Zordur giyinip soyunmak. Zordur yemek yemek. Zordur nesneleri bıraktığı yerde bulmak. O yüzden kaybolur insan. Daha doğrusu kaybolmaya meyilli olur.

Haberin Devamıadv-arrow
Haberin Devamıadv-arrow

Gecenin bir vaktinden sonra bazı insanların suça bazılarınınsa alkole meyilli oluşu gibi meyilli olur kaybolmaya ve işte kaybolmak da insanı o yüzden durdurur. Gerçeğinden çıkarsın çünkü. En yakınında duran koltuğa oturur beklersin. Bekleyebildiğin kadar beklersin. Işık yanacak mı yanmayacak mı, yanacaksa ne zaman yanacak diye diye ağaç bile olursun oturduğun koltukta. Ayaklarının altından kökler çıkar. Yerin betonunu paramparça eder gider ayak altından çıkanlar ve bir bakmışsın koltuk, gövdene dönüşüvermiş. Sense koltuğa. İşte o an sormaya başlarsın kendine. Öylece oturup kaldığın koltukta birden içinde olduğun karanlık, dış sesini kısar iç sesini açar ve duymaya başlarsın: “Ben aslında ne arıyorum bu odada? Neyi bulamadığım için oturdum bu koltuğa? Neden sustum kaldım buracıkta? Neden çıkamadım karanlıktan? Vardı ya iki ayağım benim de, niye adım atamadım? Niye ben kayıp olan parçalarımı aramaktan bu kadar hızlı yoruldum? Yoksa hızlı derken çok mu geçti vakit de ben unuttum? Sahi ben bu odada aslında ne yapıyordum..?”

Beni ben yapacak olan diğer parçamın peşinde..

Aristofanes’in söylediğine göre dünya üzerinde yaşamış olan ilk insanlar ucube gibi yaratıklarmış. İki yüzleri, dört elleri ve dört bacakları varmış. Yani bir yanı Hermes bir yanı ise Afrodit olarak bilinen hermafroditlermiş ve parçalanmamış tek bir ruha sahip oldukları için de çok güçlü yaratıklarmış. Yanlamasına yürür ve çok ama çok hızlı hareket edebilirlermiş. Kendi kendilerine yetebilirlermiş ve canları ne isterse de onu yaparlarmış. Tanrılar bir yerden sonra bu ilk insanların üstün olma ihtimalinden çekinmeye başlamışlar. O nedenle de Yunan Tanrılar kralı Zeus, oğlu Apollon’dan bu yaratıkları ortadan ikiye bölmesini istemiş ve Apollon bu güçlü yaratıkları ortadan ikiye bölerek bu yaratıkların üstün olma ihtimalini ortadan kaldırmış. Böylece ortaya bir kadın bir de erkek çıkmış. Bu yaratıklar, Apollon onları birbirinden ayırdıktan sonra o kadar korkmuşlar ki kimse onları bir daha ayıramasın diye birbirlerine sımsıkı sarılmışlar. Fakat Tanrılar, eğer onları birbirlerinden ayırmazsak o zaman onları ikiye bölmüş olmamızın hiçbir anlamı kalmaz diyerek onları uzay sonsuzluğundaki dünyanın farklı farklı yerlerine rastgele atmışlar. İşte o günden beri, vakti zamanında ortadan ikiye ayrılmış parçalar, hep diğer yarılarını aramış durmuşlar. Çünkü eğer birbirlerini bulurlarsa yeniden ruhlarını birleştirerek tek bir üstün ruh olabilirlermiş ve o nedenle de Tanrılar onları tekrardan cennetlerine alabilirmiş. İşte o nedenledir ki aşk denilen hikaye aslında yıllar içerisinde iki kişiden bir kişi yapmaya çalışılan bir oyundan ibaret olmuştur. İmkansız olarak nitelendirilmiştir çünkü bizi aslımıza döndürecek olan bu inanç, dünya üzerinde onu yıldıracak olan pek çok düşmanla karşılaşır. O nedenle de zaten en baştan yarım olarak geldiği dünyada, heyecan dolu bir istek beslediği, kendini yeniden tam hissettirecek ve tam anlamıyla tamamlayan kişiye karşı tanımsız bir özlem duyar. İşte biz buna aşk deriz.

Haberin Devamıadv-arrow
Haberin Devamıadv-arrow

 

Aşkı bulmak karanlık bir odada tek başına bir bavul toplamaya benzer. O nedenle oturup ışıklar gelene kadar beklemeyi seçeriz. Bazen beklemekten ağaç olur bazense ümidimizi tümüyle kaybederek odadan dışarı çıkarız. İşte insan o nedenle her durduğu anda bu soruyu sorar kendine: ‘Ben aslında bu odada ne yapıyordum?’ Hemen yanıt vereyim. Sen aslında o odada, senin gibi olan bir seni bekliyordun. Eğer senin gibi olan bir seni bulabilirsen zaten bavul hazırlamana gerek olmadan seyahate çıkabilir durumda olacağın için - çünkü bulduğun diğer yarın aslında senin gerçek seyahatindir - odanın karanlık olmasının da bir anlamı olmayacaktır. O nedenle şu an arıyorsun. Bu arayışta önce kendini sonra da onlarsız yapamam dediklerini buluyorsun. Ne zaman ki onsuz yapabildiğini sandığın sırada asıl parçanı bulacaksın, işte o zaman zaten kendi karanlığından da çıkmış olacaksın.

Haberin Devamıadv-arrow
Haberin Devamıadv-arrow

Beni ben yapacak olan diğer parçamın peşinde..

Haberin Devamıadv-arrow
Haberin Devamıadv-arrow

 

Şimdi tabi aşk konusu çok boyutlu bir konu ama ben bir biçimde Serdar’ın “Eşdeğer” başlıklı sergisindeki eserlerinde tek bir selvi ağacının merkezde olduğunu görünce ister istemez aşkı ve aşkın, ikiliği tekliğe dönüştürme sihri üzerine düşünmek istedim. Serdar, eserlerinde hayatının son iki yıllık sürecinin görsel bir ifadesi olarak bir seri oluşturmuş ve bu seriyi de ‘sanki en baştan beri iki kişi değil de tekmiş gibi hissettim’ şeklinde tanımlamış. Çünkü onun anlattığına göre 2 yıl önce ideal olan ile karşılaşmış ve dolayısıyla da ideale ulaşmanın onu bütün hissettirişini resmetmeye çalışmış. Burada tek başına yapılmış selviler de bu bütünleşmeyi gösteren önemli bir simge. Açıkçası Serdar’ın sergisinden sonra şunu düşündüm. Yalnızlık zaten varoluşumuzun ilk gününden bu yana sahip olduğumuz tek şey ama bunun yanında insanın kendi eksik parçasını araması da yine varoluşun ilk gününden bu yana hiç bitmeyecek bir çaba. O nedenle de bu arayış ister sonucuna ulaşsın ister ulaşmasın, insanlar var oldukça bu arayışın her safhası sanata yansımaya devam edecektir.. (Sevil Dolmacı Art Gallery “Eşdeğer” Sanatçı: Serdar Acar)

Haberin Devamıadv-arrow
Haberin Devamıadv-arrow

Beni ben yapacak olan diğer parçamın peşinde..

Nihan’ın “Rönesansın Gizli Hafızası” başlıklı sergisi ise Nihan’ın bundan 11 yıl önce hücre hafızası ile başlattığı sanatsal yolculuğunun son durağı. Kendi kendine bir gün birden hatırlamadığını fark ettiği, bir anlamda hafızamdan silinmiş dediği bir dönemi neden hatırlayamadığını bir türlü anlayamayarak hücreyi ve hücre hafızasının ne olduğunu araştırmaya ardından da resmetmeye başlamış. Çünkü yaşamdaki her şey biliyorsunuz hücre ile başlıyor. Bugün hücre hafızasının geldiği son nokta Nihan için rönesans dönemi çünkü Nihan aynı kendi hafızasında kaybolmuş olan kendi geçmişi gibi rönesansta da rönesansa ait unutulmuş ve tüm hafızalardan silinmiş bazı parçalar olduğunu fark etmiş. Dolayısıyla da kendi kayıp hafızasından yaşanmış anıları çeker gibi bize rönesanstan bir takım kayıp parçaları çekip çıkarmış. İlginç bir tesadüf. Nihan ve Serdar’ın sergilerini 2 gün ara ile gezdim ve sonrasında da far kettim ki aslında her iki sergi de temelde aynı öze vurgu yapıyor. Nasıl ki Serdar kendisi açısından ideale erişmenin, insanın kayıp parçasını bularak yeniden iki kişi, dolayısıyla tek kişi yani bir bütün olmayı anlatıyorsa, Nihan da eserlerinde rönesans döneminde edebiyatta, sanatta bolca rastlanan bir takım figürlerin mutasyon geçirerek, günümüze ikiye ayrılmış olarak nasıl gelmiş olduklarını anlatıyor. Nihan’ın resmettiği figürlerden yani bu mutasyonun en belirgin simgelerinden biri koçla oğlak arası olan bir hayvan. Çünkü bu hayvan zaman içinde mutasyona uğrayarak koç ve oğlak olmak üzere iki ayrı hayvana dönüşmüş. Bir nevi Aristofanes’in mitolojik hikayesindeki ilk insan figürünün koç ve oğlak üzerinden resmi gibi. Belki bizler de Nihan’ın kendi hafızasından çeker gibi Dünya geçmişimizden çekip önümüze getirdiği bu önemli sembol sayesinde kendi ruh parçamızdan ayrılmadan önceki bütün halimizi ve bütünlüğümüzden ayrılışımızı hatırlamaya başlamamız gereken bir döneme giriyoruzdur.. Kim bilir.. (Uniq Gallery “Rönesansın Gizli Hafızası” - Nihan Yardımcı Çetinkaya.)

Beni ben yapacak olan diğer parçamın peşinde..