hourSON DAKİKA
left-arrowright-arrow
weather
İstanbul
down-arrowup-arrow
    Duygu Merzifonluoğlu Duygu Merzifonluoğlu

    Bir kayanın yanından fışkıran iştah..

    26.03.2022 Cumartesi | 15:31Son Güncelleme:

    Dün akşam Borusan Müzik Evi’nde Kaan Bulak’ın Impromptu’sunun, Ali Demirel’in Rockforms’u ile olan ihtişamlı buluşmasına tanık oldum. Hem görsel hem de işitsel olan bu muhteşem performansın içinde sanırım bu konsere tanık olan herkes gibi ben de kendi içimde olağanüstü bir yolculuğa çıktım.

     

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Konserin başında Ali Demirel “Hataya açık bir performansı izlemeyi tercih ediyorum umarım siz de öylesinizdir. Tasarlanmış bir programdansa doğaçlama bir şey yapacağız.” dediği anda gülümsedim. Hatayı izlemenin güzelliğini düşündüm. Hatayı görebilmenin samimiyeti ne denli artırdığını düşünmek bana iyi geldi.

    Şefkatli, şeffaf ve de gerçek ilişkilerin gücünü anımsattı bana. Kırık dökük olduğun yerlerde hep gerçektin, kendindin dedim kendime. Utandığın, rahatsız olduğun, kırılgan olduğun anlarda dahi kendini göstermeyi seçtiğin kişiler de seni her halinle görebilen, yanında hata yapabilmenin özgürlük olabildiği ‘ev’lerdi. Öyle olunca zaten hatayı hata gibi görmezdin. O yüzden ‘ev’ olduğumu düşündürerek başladı konser benim için. Zaten bitiminde de bir süreliğine geçici ama gerçek bir ‘ev’ olduğuma fazlasıyla ikna olmuştum. 

    Çünkü konser başladığı andan itibaren son dakikasına kadar benden aşağıdaki 5 bölümden oluşan metni çıkarmıştı. Karanlıkta, o ses ve görüntüler arasında kucağımdaki deftere iri kelimeleri arka arkaya sıralayıp durmuştum. Gerçekte tabiki de konserin böyle bölümleri ve de isimleri yoktu ama işte bende çağrıştırdıkları böyle şeylerdi. Dinlediklerim ve de izlediklerimin bana böyle şeyler yaptırabilmiş oluşu muazzam bir şeydi.. 

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Konsere dair hissettiklerim..

    Bir kayanın yanından fışkıran iştah..

    Konserin ilk bölümü - “Kayalar ve taşlar”

    Gri. Netlikten uzak hareketler. Bu hayatta yarım bırakılan şeyler - her şey.

    Küçük bir çocukken mikroskopun merceğinden gördüğüm iki ince cam arasına sıkışmış hücrelerin büyük hallerini izliyor gibiydim. Canlılardı ama benim canlılığım onların canlılığından büyüktü. Sonra izlediğim görüntülerin hep siyah beyaz devam edeceğini anladığım an anlayamamaya başladım kendimi. Siyah beyaz hiç bu kadar zor olmamıştı demeye başladım. Sanırım renkleri kaybetmekte hiç bu kadar zorlanmamıştım. 

    Deniz altında gibiydim. Siyah beyaz bir denizin altında deniz canlısı olmadığım halde nefes almadan öylece duruyor gibiydim. Sanki uyanışı olmayan bir uykuda etrafımda tüm olanları duyuyor ama sesimi bir türlü duyurmak istediklerime duyuramıyor gibiydim. 

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Bedenlerin olmadığı bir yerde, düşüncenin en derininde kaybolmak uçmak ve düşmek arasında bir yerlerde kalmak gibiydi. 

    Konserin ikinci bölümü - “Dalgalar ve kumlar”

    Sonra bir dalga geldi. 

    Bir kum tanesine dönüşmüş bedenimi alıp götürdü uzaklara doğru. Müzik bitmiyordu. Yaşam akıyordu. Düşündüğüm şeylere, düşündüğüm şeylerin tümüne dönüştüğümü izledim. Yavaşlamak hiç bu denli hızlı olmamıştı. Üst üste binen görüntülerde sanki bu dünyada yaşamış olabileceğim tüm hayatlar, hayatların birbiri arasındaki bağlantı tümüyle karşımdaydı. 

    Gördüğüm tüm ölümleri, göreceğim tüm günleri, günlerin sonunda geleceğim yerleri düşündüm. Zamansız bir rüya gibiydi izlediklerim. Bir rüyanın içinde gibiydim. O an orada duyduğum müzik beni bu dünyaya bağlayabilen tek şeydi sanki. Müzik, ruhumu bedenime bağlayan gümüş kordon gibiydi. Gece güneşi var gibiydi. Gölgelerde sular akıyor, akarken de o sulardaki berraklık bana ulaşıyor gibiydi. 

    Bir kayanın yanından fışkıran iştah..

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Konserin üçüncü bölümü - “çakıl taşları ve çekilen sular”

    Bir yolculuk gibiydi söylenmemiş tüm cümleleri aynı anda duymak. Burada anlaşılmak önemli değildi benim kendimi anlamam daha mühimdi. Sonra piyano, ekrandaki suları daha da hareketlendirdi. Suyun dansını izlemeye başladık. Suların içindeki çakıl taşları sular çekildikçe daha da ortaya çıktı. 

    Kendimi anlatmak için çabaladığım, anlaşılmak için zaman harcadığım tüm zamanları düşündüm sonra. O günler hiç geçmeyecek gibiydi. Ama geçtiler. Şimdi de geçmeyecek gibi gelen şeyler gibi o anda çok serttiler. Ama zamanla hepsi geçtiler. Her şey gibi geçip gittiler. 

    Geçici olduğunu bildikçe geçici olmak kalıcıydı ve geçicilik sanki yüzünde taşıdığın derin bir yaraydı..

    Konserin dördüncü bölümü - “Bir kayanın yanından fışkıran iştah”

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Müziğin ve eşzamanlı dev bir ekranda akan görüntülerin insana yapabildikleri muazzam ! İzin verirse insan hem müziğe hem de akıp giden dijital görüntülere dönüştüğünü görmeye başlıyor. Katılığından sıyrılıp sıvıya dönüşüyor. Her yere gidebildikten sonra sınırlar tümüyle kalkıyor. Özgür oluşundan tam anlamıyla emin olduktan sonra da özgürlük sanki kadifeden tülden kibar bir prangaya dönüşüyor. 

    Özgürlüğe tutsak olmanın ağırlığı.. Yoksa hafiflik demek mi daha doğru tam emin değilim şimdi.

    Bir kayanın yanından fışkıran bir bitkideki iştah yok bazen bizde ! Bu zamanın insanoğlunda..

    Karanlıkta açan bir çiçek gibi sanki görülememeyi, görünmezmiş gibi olmayı, duyulamamayı hissetmek ne tuhaf.. 

    O çiçek bana bunları hissettirdi ve belki o bir çiçek bile değildi. Sadece çiçek gibiydi. Ben onu öyle görüyordum, belki görmeyi istiyordum, o yüzden o da benim için bir çiçek oluyordu. 

    Karanlıkta açan bir çiçek beni kendi karanlığımdan ne de güzel yakalayıveriyordu. 

    Bir kayanın yanından fışkıran iştah..

    Konserin beşinci bölümü - “Minik bir bebeğin ayak izi”

    Uyurken dinlediğim ‘derin uyku’ müzikleri gibi. Onlar gibiydi dinlediklerimin arasındaki bir yerler. Ama uyutmak gibi değil. Uyandırmak gibi. Uyanışın içinde uyandırmak, uyarmak gibi. 

    Tanrım herkes benim gezindiğim yerlerde gezinebiliyor muydu böyle? Yoksa bu bir tek benim başıma mı geliyordu merak ediyordum. O bir avuç topluluğun içinde elimde defter sessizce otururken. Muhteşem bir performansın içindeydim. Yalnızca bir seyirci, izleyici, dinleyici olarak kalamıyordum, bütünüyle yaşıyordum.

    Sonra birden bir görüntü geldi. Minik bir bebeğin ayak izi gibiydi ve ayak izi gittikçe bana doğru yaklaşıyordu. Yaklaştıkça da bebek büyüyor kocaman oluyordu. 

    Olmayan bir bebeğin büyüyüşünü izledim. Yaşamı onun üzerinden izledim. Ben olmadan geçen bir yaşamın düzensizliğini izledim. Çılgın bir düşünce gibiydi izlediklerim. Sınırları aşıyor, zihnin ulaşamadığı yerlere ulaşıyor sonra da istediğim her yere gidebiliyordum sanki. Burası tanımların ötesindeki özgürlüklerin olduğu bir yerdi. 

    Bir kayanın yanından fışkıran iştah..

    Sonra dalgaların gelip gidişi, o yorucu sakinlik içindeki istikrar birden neşelendirdi beni. 

    Sonra bir yıldıza dönüştüm ve dünya çok uzaklarda kaldı, tüm yaşananların yanından sessizce geçip gittim..

     

    Gerçekte konserde olanlar ise şöyleydi..

    Kaan Bulak’a ait anlık kaydedilmiş doğaçlama piyano parçaları, dev bir ekranda eş zamanlı olarak Ali Demirel’in Avustralya’da bir saha gezisi sırasında Cape Otway kıyısında Barbara Klein ile birlikte yakaladığı okyanus ve kara görüntüleri ile beraber akıyorlardı. Dünyanın dört bir yanında çekilmiş farklı deniz manzaralarının üst üste bindiği katı ve sıvı formlar, bunların birbirleri ile olan benzerlikleri, zamanın olmadığı bir yerden bizimle bambaşka bir dilde konuşuyordu. 

     

    Bu tanımı zor, tesiri bol performans itiraf etmem gerekiyor ki uzundur içinde sorgusuz kaybolabildiğim en güzel performanstı.