hourSON DAKİKA
left-arrowright-arrow
weather
İstanbul
down-arrowup-arrow
    Duygu Merzifonluoğlu Duygu Merzifonluoğlu

    "Biz, gördüğümüz, yargıladığımız, hayran olduğumuz her şeyiz."

    01.11.2022 Salı | 16:18Son Güncelleme:

    Geçenlerde “Being John Malkovich” filmini yeniden izledim. Başka bir insanın gözünden dünyayı ve de kendini görmenin hayatlarımızı ne denli değiştirebileceğini izlemek iyi geldi. Her an olduğumuz kişiden, eğer ki bu kişi bizi artık eskisi gibi mutlu etmiyor, özgür hissettirmiyor ve de gerçek gelmiyor ise istediğimiz başka bir kişiye dönüşebileceğimizi ve bu konuda da yalnızca kendi sınırlarımız kadar özgür olduğumuzu bana yeniden hatırlattı.

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Açıkçası filmi ilk izlediğim yıllarda bugünkü bakış açıma sahip değildim. Dolayısıyla da filmin başka bölümleri kalmıştı aklımda. O günlerde bir gökdelenin 7 ila 8’nci katı arasındaki 7,5’uncu katında iki büklüm yürüyen insanların hayatını izlemek hoşuma gitmişti. Bu katta tesadüfen bir dosya odasındaki dolabın arkasında ortaya çıkan bir tünelin, filmde ünlü bir oyuncuyu canlandıran John Malkovich’in bedenine, zihnine çıkıyor oluşu ve o tünelden geçenlerin bir süreliğine orada kalabiliyor oluşu ise beni heyecanlandırmıştı. Tutkusu kuklacılık olan ancak kuklacılıktan para kazanamayan filmin başrolünü oynayan karakterin ise bu tünelden geçerek herkes gibi bir süreliğine John Malkovich olması fakat bir müddet sonra gerçekte iyi bir kuklacı olduğu için bu bedeni ele geçirip sonra da bir kukla gibi yönetmesi ise kesinlikle çığır açıcıydı. Filmin sonunda kendini John Malkovich’in bedenine hapserek, o güne kadar olduğu kendi kimliğinden vazgeçerek kendini başka biri üzerinden ünlü bir kuklacı haline getirişi ise gerçekten sürrealdi.

    Şimdiyse o günlerde tuhaf, beklenmedik ve akıl almaz gibi görünen her şey son derece mantıklı geliyor bana. Çünkü zamanla yarattığımız kimliklerin değişebileceğini, farklı farklı benliklerimizle aynı bedende yepyeni insanlara dönüşebileceğimizi biliyorum artık. İçeride saklanan güçlü bir yeteneğin, insanı alışılmış düzenden koparabileceğini ve de tanımlardan, mesleklerden öte bir yere ulaştırabileceğini deneyimleme şansım oldu.

    Aslını soracak olursanız “Being John Malkovich”i uzun yılların ardından yeniden izleme nedenim 7 bölümlük “The 7 Lives Of Lea” dizisinin ardından oldu. Bir çok duygu ve düşünce içerisindeydim. Geçmiş hayatlarla ilgili olduğunu öğrenip tesadüfen açıp izlemeye başladığım bir diziydi ve dizinin başrolü olan Lea karakterinde bir şeyler bana çok tanıdıktı. İşte Lea’nın da bir süreliğine başkalarının bedenlerinde yaşayıp, başkalarının gözünden hayatı gördüğünü fark edince, haliyle 1999 yapımı olan “Being John Malkovich”e yeniden dönmek durumunda kaldım.

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Her ne kadar dizideki karakter Lea, “Being John Malkovich” filmindeki gibi şimdiki zamanda kalmıyor, onun yerine anne ve babasının kendi yaşlarındaki gençlik bedenlerine gidiyor ve orada bir tam günü geçiriyor olsa da bende uyanan his aynıydı. Hatta dizide Lea, sadece anne ve babası ile de kalmıyor, o dönemde anne ve babasının hayatında önemli rollere sahip olan bir kaç kişinin daha bedenine giderek, anne ve babasının o zamanlarda yaşadığı hayatını tam merkezinden izleyip deneyimleyebiliyordu.

    Dolayısıyla diziyi izlerken Lea’nın gözünden hayatlarının kırılım noktasında anne ve babasını görebiliyor, daha onun anne ve babası olmadan önceki hallerinde kim olmaya çalıştıklarına tanık olabiliyordu. Bu sayede de izleyici olarak bizler, çoğu zaman anne ve babalarımızın korkularını yaşamaktan kendi hayatımızı yaşamaya başlayamadığımızı farkediyor, kendimize ait olduğunu düşündüğümüz bir çok duygunun, gerçekte bizim değil de anne ve babamızın hayatlarında gizli kalmış, çözülmemiş bazı konulardan kaynaklanabildiğini görebiliyorduk.

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Aslında her anne baba gibi Lea’nın anne ve babası da işin özünde kendi çocuklarını kötülüklerden korumaya çalışıyor fakat kendileri ve de geçmişleri ile ilgili bazı önemli bilgileri kendi çocukları ile paylaşmak konusunda yeterince açık olmadıkları için, kendi çocuklarını en olmasını istemedikleri olayların içine çekiyorlardı. Anne ve baba kimlikleri, kendi kimliklerinin önüne öyle bir geliyor ve de onları bir zamanlar oldukları kişiden öyle bir uzaklaştıyordu ki; bazen kendileri bile anne ve baba olmadan evvel kim olduklarını hatırlayamaz oluyordu.

    Oysa Lea onlardan mükemmel anne ve baba tablosunu sergilemeleri yerine onların daha samimi ve gerçek olmalarını bekliyordu. Gençliklerinde hiç hata yapmamış, acı çekmemiş, kimselere anlatamayacakları türden şeyler yaşamamış, her şeyi en doğru şekilde yapmış insanlar gibi davranmak yerine, gençliklerinde hayatı nasıl gördüklerini, nasıl hayaller kurduklarını, canlarını en çok neyin yaktığını, başarısız olduklarında bu hisle nasıl başa çıktıklarını, bugün dönüştükleri kişiyi sevip sevmediklerini, hayatlarındaki ilk kırılımın nerede olduğunu öğrenmek istiyordu. Yani kısacası anne ve baba olmaktan öte bir yerlerde insan olarak, kadın olarak, erkek olarak, bir zamanlar genç olmuş olarak kendilerini nasıl hissettiklerini açık ve net bir biçimde bilmek istiyordu.

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    İnsan sanırım kendi geçmişinde olan belki kendine bile itiraf edemediği bazı gerçeklerin eninde sonunda bir yerlerde ortaya çıktığını, aslında çözülmeyen hiçbir şeyin yok olmadığını kabul ettiğinde daha farklı bakıyor bu gibi olaylara. O nedenle mühim olan, kendi hatalarına, kendi günahlarına sahip çıkması insanın. Zamanın, kendisini dönüştürdüğü kişinin gözünden dünyaya bakmak yerine onaylanmamış, kabul edilmemiş, istenmemiş, dışlanmış, vazgeçilmiş, unutulmak istenen tüm benliklerinin gözünden dünyaya bakması. Tüm karanlığına, en ufak bir parçasını bile yok saymadan sahip çıkması.

    Biz, gördüğümüz, yargıladığımız, hayran olduğumuz her şeyiz.

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Biliyor musunuz Debbie Ford, “Işığı Arayanların Karanlık Yanı” isimli kitabında bu karanlığını sahiplenmek konusunu çok güzel anlatır. “Siz aslında uzun koridorları ve binlerce odası olan muhteşem bir şatosunuzdur..” der ve şöyle devam eder. “..Sonra bir gün biri şatonuza gelip size odalarınızdan birinin kusurlu olduğunu, onun kesinlikle size ait olmadığını söyler ve siz de kusursuz bir şato olmak istediğiniz için bu odanın kapısını kapatıp kilitlersiniz. Sevilmek ve kabullenilmek istediğiniz için o oda yokmuş, hiç olmamış gibi yapmaya başlarsınız. Sonra da zaman içinde daha fazla insan ve daha fazla düşünce sonucu harika odalarınız kapatılır, ışıksız bırakılır ve de karanlığa gömülürler. Siz de çok geçmeden kendinizi koskocaman bir şato içinde sadece bir kaç küçük odada yaşar bulursunuz..”

    Debbie Ford işte bu nedenle genç yaşlı farketmez hepimizin aslında bu kapıların ardında bulacağımız şeyden korktuğumuzu ve de kendi karanlığımıza iteklediğimiz her şeyin (bizi rahatsız eden her duygu, her insan ve her olayın) yeniden sahiplenilmesi, gün ışığına çıkarılması gerektiğini söyler. Çünkü eğer biz sahiplenmezsek, biz üzerimize düşen vazifeyi yapmaz kaçarsak o zaman en çok sevdiklerimizin, çocuklarımızın, bizden sonraki jenerasyonların o duyguları sahipleneceğini söyler. Çünkü çözülmemiş karanlığımızla yüzleşmek istemediğimiz için bu görevi onlar üstlenir. Çünkü miras olarak onlara, bunları aslında biz bırakırız.

    O nedenle bugün yeniden başa dönecek olursam, “Being John Malkovich” ve “The 7 Lives Of Lea” bize çok önemli bir hatırlatma yapıyor aslında. Aynı “Being John Malkovich”te olduğu gibi her gün kendi içimizde çeşit çeşit insanla karşılaşıyor, kimisini seviyor, kabul ediyor, dost oluyor, kimisini ise beğenmiyor, reddediyor ve dışlıyoruz. Günün sonundaysa hep kendi çizdiğimiz portreye uygun davranmaya çalışıyor, sonra da neden bir şeyler benim istediğim gibi değil diye şikayet ediyoruz. Oysa olduğumuzu zannettiğimiz kişinin gerçekten biz olup olmadığını araştırmanın peşine hiç düşmüyoruz. Özgürlüğün bizimle ilgili bir şey olmadığını sanıyoruz. Konuşmadığımızı, yeterince açık olmadığımızı görmüyoruz. Hep güçlü olmaya, güçlü durmaya, yanlış yapmamaya ve en doğru, en iyi olmaya çalışıyoruz. Sonra da doğal olarak kendimiz dahil her kimle olursa olsun kurduğumuz eksik iletişim, eksik ilişki getirmiş oluyor. Aslında hayat ne verirsek, bize onu geri veriyor. O nedenle de Ethan Hawke’ın “Şövalyeliğin Kuralları” kitabının “Gurur” bölümünde yazdığı gibi hepimiz dünyayı yalnızca kendi kimliğimizin ışığında tanıyor ancak diğer bir yandan da olanların bizimle ilgili olmadığı yanılsamasından bir türlü kaçamıyoruz.