hourSON DAKİKA
left-arrowright-arrow
weather
İstanbul
down-arrowup-arrow
    Duygu Merzifonluoğlu Duygu Merzifonluoğlu

    Üzerini örttüğümüz her şeyin altında kalırız...

    09.04.2018 Pazartesi | 14:52Son Güncelleme:

    Bu hayatta çözülmeyen hiçbir şey kaybolmuyor. Bir şey sonuna kadar yaşanmadan bitmiyor. Bir insanın ömrü boyunca en çok ilişkide olduğu kişiler olan anne ve babası ile olan dersinden kaçtıkça, etrafında sürekli aynı dersin bir tekrarını yaşıyor. O yüzden Proust’un yaşamı bir anlamda insana bir ayna tutuyor: İnsanların bedenlerinde taşıdıkları hastalıklar, onların bu hayatta neyi yapamıyor olduklarını gösterir ki artık o şey ne ise görsünler ve yapabilsinler.

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Ben küçükken Bodrum'daki yazlık evimizde, dedemin sürekli kullandığı banyoda renk renk sabunlar dururdu. Gökkuşağı gibi sabunlar. Bir sabunun içinde binlerce sabun gizli gibi görünen alacalı bulacalı sabunlar. O sabunları her gördüğümde elime alıp daha da yakından bakmak isterdim. Eğri büğrü, çapraşık, renkli, desenli, kokulu, benzersiz sabunlardı bunlar. Babannem, eğer o sabunlardan birini avuç içimde görürse kızardı. ‘Onlar dedenin sabunları, iyi değil onlar. Gel bunlarla oyna.’ der yeni bir paket açıp, o paketin içinden bembeyaz bir kalıp sabun verirdi. Dokunulmamış, üzeri yazılı o sert sabunu alır hızla yukarı çıkardım. Sonraları öğrendim ki, meğer babannemin iyi değil dediği o renkli sabunlar artık sabunlarmış. Kullanılamayacak kadar ufalan sabunların hepsi sıcak suya atılır, bir müddet bekletilir, ardından da yumuşayan sabunlardan yeni bir sabun elde ederlermiş. Tüm bitenlerden oluşan voltran bir sabun. 

    Alice Miller’ın ‘Beden Asla Yalan Söylemez’ kitabının kapağı bana hep o sabunları hatırlatır. Kapakta, bir insan yüzünün yarıdan fazlası, bir prizmadan geçen ışınların renkli dağılımı eşliğinde, her renk tarafından biraz daha fazla kesilir. Sonunda farklı boyutlar ve renk skalaları arasında bir yüzün yarıdan biraz fazlası görünür olur. Bu resim bize metaforik olarak bir anlamda insanın; insanlar, olaylar ve dünya arasındaki yerini gösterir. Çünkü bizler insan olarak her geçen gün bir anlamda renk değişimine uğrarız. Çünkü içinde olduğumuz hayatta bir takım olaylar ve insanlar belli parçalarımızı renk değişimine uğratırlar. Bunu gerçekten başarabilirler ve biz de buna çoğu zaman fütursuzca izin veririz. İşte bizde güzel renklere sahip olmayan yerlerimiz, aslında bizi hasta eden yerlerdir. Aslında her şey çok basittir. Bizi hasta eden yeri bulmak için önce hasta eden kişiyi bulmak gereklidir. 

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Üzerini örttüğümüz her şeyin altında kalırız...

    Sizi kim öldürdü? 

    Marcel Proust. Fransız romancı, deneme yazarı ve eleştirmen. Dünya edebiyat tarihinin kelimelerle bir sihirbaz gibi oynayan, 20’nci yüzyılın en büyük eserlerinden biri olarak kabul edilen 7 ciltlik ‘Kayıp Zamanın İzinde’yi yazan ünlü yazarı. Ölüm sebebi nedir bilir misiniz? Yaşamı nasıl geçmiştir ya da ömrü boyunca onu çalışamayacak denli hasta eden hastalığı nedir haberiniz var mı? Peki ya Proust neden başka bir mesleği seçmemiştir de yazar olmuştur bir fikriniz var mı? Sizce başka bir meslek sahibi olmayı istemiştir de olamamış mıdır yoksa yazmaktan başka çaresi olmadığı için mi yazar olmuştur? 

    Hayatlarımızdaki kırılma noktaları. Bizi biz yapan sağlık durakları. Proust “Mutluluk bedene yararlıdır, ama ruhun güçlerini geliştiren acıdır” der ve bilgeliğe varmak için insanın iki şıktan birini seçmesi gerektiğini söyler. İnsan bu hayatta ya acı çekerek bilgeliğe varacaktır ya da bir şekilde acı çekmeden varacaktır. Acı çekmek konusunda ise, hayatın tüm üzüntülerinin bize bilgeliği keşfetmek için sunulmuş semboller, anahtarlar ve cevaplar olduğunu söyler. O nedenle hastalıkların beraberinde acı getirdiğini ancak aynı zamanda da bu acılar sayesinde insanın başka bir keşfe sürüklendiğini, bu sürüklenişin sonunda da kendine ulaşacağını söyler. 

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    "Aslında erken ölmeyebilirdi"

    Miller ise ‘Beden Asla Yalan Söylemez’ isimli kitabında, Proust’un bilinen eserleri, sözleri ve yaşam öyküsünün dışında bir yere ışık tutar. Proust’un bilinen hikayesinin ardındaki boşlukları çok gerçekçi ve anlamlı olgularla doldurur. Beden üzerinde yaşadığımız tüm hastalıkların bir sebebi olduğunu, bu sebebin kaynağının da insan ilişkileri arasında çözülemeyen bir takım şeylerden kaynaklandığı bilgisini verir. Hastalığın ne olduğu, o kişinin yaşamındaki düğümü de gözler önüne serer ve annesinin ölümünün hemen ardından çok erken bir yaşta ölen Proust için, ‘aslında erken ölmeyebilirdi’ der. Eğer Proust annesi yaşamdayken ona, hep içinde tutup asla dile getiremediklerini söyleyebilseydi. 

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Marcel Proust’un hikayesini bilirsiniz. Proust, 9 yaşında ciddi bir astım nöbeti sonrası bir daha iyileşemez ve içli bir çocuk olur. Ömrü boyunca da hep hasta bir çocuk olarak kabul edilir. Hastalığı sebebiyle sürekli evde dinlenen Proust’un annesi hayatında en önemli figür olur. Proust annesine ayrılmaz bir biçimde bağlı olsa da aslında yalnızca annesi tarafından değer verilmek ve sevilmek ister. Annesi ise Proust’u seviyor olmasına rağmen, Proust üzerinde tam bir hakimiyet kurmak ister ve aralarındaki ilişkinin nasıl olması gerektiğini belirler. Bu durum Proust’u annesine bağımlı olan ve uysal bir karakter haline getirir. Sonuçta da Proust astım hastası olur ve annesinin ölümünün hemen ardından da bir zatürre nöbeti geçirerek akciğer apsesinden ölür.  

    Bu yaşam içinde boğuluyordu

    Miller, Prost’un astım hastalığını şu şekilde açıklıyor. Proust, çok fazla hava (sevgi) soluyor ve o miktarda havayı (hakimiyet) soluk olarak geri vermesine izin verilmiyor, yani annesinin insanı içine çekme, yutma talebine karşı gelemiyordu. Dolayısıyla da bu yaşam içinde boğuluyordu. Ölümü de aslında bir anlamda boğularak oluyordu. Kendi kendini nefessiz bırakıp farkında olmadan boğarak.  

    Haberin Devamıadv-arrow
    Haberin Devamıadv-arrow

    Proust, annesine yazdığı bir mektupta şöyle der: “Seni mutsuz etmek ve bu atakları yaşamamak yerine, atakları geçirmeyi ve seni mutlu etmeyi tercih ederim.” 

    Ve Miller, Proust için şöyle der: “Eğer Proust annesine ‘Anne neden bütün insanlar senin için benden daha ilginçtiler? Neden benim hayatım, sana olan özlemim, sevgim senin için bu kadar değersiz? Neden senin için çekilmez biriyim?’ diyemediği için astım oldu. Boğulacak kadar nefessiz kalma nöbetleri yaşadı, hayatının yarısını yatakta geçirmek zorunda kaldı ve çok erken bir yaşta da öldü.” 

    Eğer deseydi... 

    Eğer deseydi’yi bilemiyorum. Ancak bildiğim bir şey var ki; bu hayatta çözülmeyen hiçbir şey kaybolmuyor. Bir şey sonuna kadar yaşanmadan bitmiyor. Bir insanın ömrü boyunca en çok ilişkide olduğu kişiler olan anne ve babası ile olan dersinden kaçtıkça, etrafında sürekli aynı dersin bir tekrarını yaşıyor. O yüzden Proust’un yaşamı bir anlamda insana bir ayna tutuyor:  

    İnsanların bedenlerinde taşıdıkları hastalıklar, onların bu hayatta neyi yapamıyor olduklarını gösterir ki artık o şey ne ise görsünler ve yapabilsinler.  

    Sabun Köpüğü gibi bir şey.. 

    Girizgahı kapatıyorum.  

    Bana göre insanlar aynı dedemin sabunları gibidirler. Bir takım olaylar onları zamanla eritir. Bu normaldir. Çünkü su zamandır. Hayatın darbeleri, o insanları zamanın altına sokan insan elleridir. Sabunlar zamanla ufalırlar. Ancak sabun olmanın doğası da zaten budur. Doğası gereği sabun, su altına girecektir ve eğer gerekiyorsa da eriyecektir. İnsanı farklı ve benzersiz kılan hatta ve hatta tuhaf ve ilgi çekici kılan, kendileri gibi olan diğer insanlar ile buluştuğu vakit - yani voltranı oluşturduğu vakit - yapabildikleridir. Eğer sabunlar, bitti denildiği yerde kendilerini yeni başlangıçlara adapte edebilirlerse dünya üzerindeki ölümsüzlüklerine devam edebilmiş olabilirler. Vazgeçmeyiş, bitmiş olmayı kabul etmeyiş, yeni bir başlangıcı kabul ediş anlamına gelir. Marcel Proust’un bırakabildiği gibi bir üslup, hissediş ve hayatı algılayış biçimi getiren acılar.. Ona bilgelik getiren acılar.. Size bugün ne getirdi? Sonuçta siz geriye ne bırakıyorsunuz? 

    Proust’un bir cümlesi ile sizi uğurluyorum: 

    “Bilgelik bizi bulmaz; Başka birinin bizim yerimize çıkamayacağı bir yolculuğun ardından onu biz buluruz.”